Allah'a yaklaştıracak şeyi sevmeniz mi, akrabalık bağı mı yoksa imamet mi?
Allah'a yaklaştıracak şeyi sevmeniz mi, akrabalık bağı mı, yoksa risaletin sürekliliği anlamına gelen risaletin misyonunu sağlıklı bir şekilde ifa edecek olan imamet olgusu mu? Acaba bu ayet Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) zürriyetinden olan İlahî emanetçi, Rabbânî kılavuz, Masum Zevat'ın (a.s.) aracılığıyla son ilahî risaletin sürekliliği olgusundan başka bir şeyi mi ifade etmektedir?
Mehmet Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
Şura 23. ayetin tefsiri
İNTİZAR - Biz bu çalışmamızda Şura Suresinin 23. Ayetinin vermek istediği mesaj üzerinde durmaya çalışacağız. Ayetin tefsiri hususunda takip edeceğimiz metot, ayeti oluşturan sözcüklerin Kur'an-ı Kerim'deki kullanımları ve sözcüklerin Arap dilinde ifade ettikleri anlamı ve siyak sibakı takdim etmek olacaktır. Her halde buna kimsenin bir itirazı olamaz.
Yani özetle Kur'an tefsirindeki temel ve başat kurallardan olan
1- Bağlamın sunulması
2- Kur'an'ın Kur'an ile tefsiri
3- Arap Diline Vukufiyet.
Ayetin Arapça metni
“ذٰلِكَ الَّذ۪ي يُبَشِّرُ اللّٰهُ عِبَادَهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْراً اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبٰىۜ وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ ف۪يهَا حُسْناًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ شَكُورٌ”
Ayetin çevirisini herhangi bir yönlendirmede bulunmamak için sunmuyoruz. İsteyenler, dilediği çevirilere bakabilir ve temel alabilirler. Ama lütfen temel aldığınız çeviriyi Kur'an bütünlüğü ile bir karşılaştırınız.
Biz hem ayetin tefsirini yapmaya çalışacak, hem de ayetin “قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْراً اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبٰىۜ/ De ki: Sizden el-meveddete fi'l-kurbâ'dan başka bir karşılık istemiyorum” bölümü üzerinde etraflıca durmak istiyoruz.
Ayetin sure içindeki konumu ve bağlamı
Herhangi bir yönlendirmede bulunmamak için ayetin sebeb-i nüzulü ile ilgili verileri aktarmak istemiyoruz. Ama ayetin sure içindeki konumunu daha doğrusu sibakını (öncesini) arz etmek istiyoruz. Şura Suresinin 23. ayetinin hangi bağlamda takdim edildiğini arz etmek istiyoruz.
Sure 13. ayetten itibaren deyim yerindeyse bir başlık açıyor. Dinin Rab Teâlâ tarafından Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.a.) gibi Ulu'l-Azm rasulleri aracılığıyla teşri edilmesini konu ediniyor. Surenin 13. ayeti bu konunun ilk ayetidir dersek herhalde yanılmış olmayız. Sanki bu ayete gelinceye kadar da aynı konu devam ediyor gibi. Yani bir bakıma konu dinin insanlar tarafından teşriî edilemeyeceği ile bağlantılı. Beşer tarafından teşri edilen bütün yasalar İlahî kanun ve şeriatler karşısında bir muteberliğe sahip değildir. Gerçi onları da kendi içerisinde adalete kısmen yakın veya oldukça uzak şeklinde bir taksimata tabi tutmak mümkündür. Yeri gelmişken şunu da belirtelim ilahî şeriatler ve yasalar kanuna nüfuz edebilen ve arınmış veya arınmaya ameliyesi içinde olan insanlar tarafından işlevini yerine getirebilir. Bilgiden ve donanımdan yoksun, benliğini arındırmamış nefislerin elindeki ilahî şeriatler ve yasalar bir zulmün aracı haline gelebilir. Dolayısıyla ilkesel olarak ne olursa olsun şeriat hakim olsun şeklindeki bir düşünce bizce doğru bir düşünce değildir. Bizim tasavvurumuzda “İlahî yasalar; talim ve tezkiye ameliyesine sahip veya en azından bu çaba içerisinde olan insanlarla işlevini yerine getirebilir.” Her halükarda ayetler bu konuya vurgu yapıyor ve ele aldığımız ayetin iki ayetin öncesinde: “أم لهم شركاء شرعوا لهم من الدين ما لم يأذن به الله / Yoksa onların ortak koştukları tanrıları var da Allah'ın izin vermediği kuralları bunlar için din mi yapıyorlar?” (42/Şura/21) buyurarak yasama yetkisinin Hak Teala'ya ait olduğunu belirtiyor.
Yasama yetkisinin yegane sahibinin varlık aleminin yaratıcısı, maliki ve meliki, müdebbiri olduğundan ve sonsuz ve sınırsız zatî ve fiilî ilim sıfatının sahibi olan Yüce Yaratıcıya ait olması kadar doğal ne olabilir ki!? Onun izni olmadan kim teşri ve yasama yetkisine kalkışabilir. Özetle Onun teşri ve yasamalarının karşısındaki diğer bütün yasamalar şu veya bu şekilde nakıs, kusurlu hatta batıldır. En iyimser deyimle görece bir ferahtan bahsedilebilir.
Bütün bunlardan sonra Kur'an batıl yasamalarda bulunanları ve bu işe kalkışanları tehdit etmekte ve bu hususta “ولو لا كلمة الفصل لقضي بينهم / Nihaî hükümle ilgili söz (hesabın âhirete bırakılması) olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, iş bitirilirdi.” (42/Şura/21) Buyurmaktadır. Tehdit oldukça keskin ve şiddetli. Önceden kararlaştırılan bir hüküm olmamış olsaydı ilahî yasama karşısında yasamalarda bulunanların veya bu işe kalkışanların dünyada iken işlerinin bitirilmesi gerekirdi. Sünnetullah'ın niçin bu şekilde cereyan ettiği konusunu ele almak istemiyoruz. Sadece şu kadarını söyleyelim ki sözcük kelimetü'l-fasl sözcüğünün bizde bıraktığı izlenim kısaca şu: Yüce Yaratıcı tarafından kulların özgür bir şekilde amelde bulunabilmeleri için kendilerine tanınan süre ve mühlet.
Ama vakıa şu ki İlahî izin olmadan teşri ve yasamaya kalkışmak İlahî sahaya ve hukukullaha müdahaledir. Dolayısıyla İslam Fıkıh tarihi boyunca birtakım yasaklamaların ve serbestilerin bu bağlamda tekrar bir gözden geçirilmeleri gerekir. Kur'an ve sünnetin ruhu adı altında takdim edilen uygulamaların üzerinde düşünülmesi ve gözden geçirilmesi gerekir. Her neyse konumuz şu an bu değil.
21. ayetin son bölümü “وإن الظالمين لهم عذاب أليم / Ama o zalimler için can yakıcı bir azap var!” zalim sözcüğüne yeni bir anlam yüklüyor: “Teşri yetkisini Allah'ın izin vermediği kimselere vermek ve yasamaya kalkışanlar!”
Acıklı azap ifadesinin Kıyamet gününün azabı olduğu izahtan varestedir. Çünkü Kur'an bu sözcüğü genellikle Ahiret gününün azabı için kullanmaktadır. Gerçi merhum Kurtubî bunu dünya ve ahiret azabına haml etmekteyse de[1] biz uzak bir olasılık olarak görmekteyiz.
22. ayet ise zalimlerin Kıyamet gününde karşılaşacakları azabı öz bir şekilde sunarken, müminlerin mükafatını görece daha detaylı bir şekilde sunmaktadır. “تَرَى الظَّالِم۪ينَ مُشْفِق۪ينَ مِمَّا كَسَبُوا وَهُوَ وَاقِـعٌ بِهِمْۜ /Zalimlerin yaptıklarından ötürü korkuya kapıldıklarını göreceksin; ama bu mutlaka başlarına gelecek.” “وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ف۪ي رَوْضَاتِ الْجَنَّاتِۚ لَهُمْ مَا يَشَٓاؤُ۫نَ عِنْدَ رَبِّهِمْۜ/ İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar ise cennet bahçelerinde olacaklar. Onlar için rableri katında istedikleri her şey vardır.”
22. ayetten şöyle bir çıkarsamada bulunmak yanlış olmasa gerek. “رَوْضَاتِ/bahçeler” sözcüğü "ravdetun" sözcüğünün çoğuludur. Bu da cennet bahçelerinin kendi aralarında derece bakımından farklı olduğuna delalet etmektedir. Dolayısıyla kişinin iman, marifet ve ameline göre nimetleneceği ve yararlanacağı bahçeler de farklılık gösterecektir.
Bir diğer çıkarsama da iman ve salih amel niteliklerine sahip bir birey şu veya bu şekilde nihayetinde cennete girecektir. Dolayısıyla günahkar müminlerin de cennete gireceğini söylemek ayetin mefhumudur dersek inşallah zorlama olmaz. Günahkar mümin, ya ilahî afv ve mağfiretin kapsamına girdikten yahut da ilahî afv ve mağfiretin bir diğer tecelli şekli olan şefaatle günahları bertaraf edildikten sonra cennete girecektir.
Bu tür şahıslar için ilahî adalet yerine ilahî rahmet, afv ve mağfiret sıfat ve fiillerinin tecelli edeceğini ümit ediyoruz. Bizim de Rab Teâlâ'dan beklentimiz bu yönde. Rabbim bize adaletinle değil af, mağfiretin ve rahmetinle muamele eyle!
“لَهُمْ مَا يَشَٓاؤُ۫نَ عِنْدَ رَبِّهِمْۜ/Onlar için rableri katında istedikleri her şey vardır.” Ayetin bu bölümü ise ilahî lütfun sadece af ve mağfiret ile sınırlı olmadığını, iman ve salih amel işleyenler için başka ilahî sıfatların da devreye gireceğini ihsas ettirmektedir. Öyle bir tablo çiziyor ki ayetin bu bölümü, artık amel ile mükafat arasında bir kıyas söz konusu değil. Amel sınırlı, ama mükafat namütenahi ve sınırsız. Hem de tek taraftan sınırsız değil, bütün boyutlardan!
Ayetin sonunun “ذٰلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَب۪يرُ /Büyük lütuf varsa o da budur” şeklinde hasr/özgülük ifadesiyle bitişi de bir diğer letafet ve zerafettir.
Müminlerin Rableri katında neleri dileyeip arzulayacakları ve temenni edecekleri ise madde aleminin kayıt ve sınırlarıyla tasavvur edilebilecek değil. Daha doğrusu İnd-i İlahîde arzulanacak ve temenni edilecekler şeyler ile dünyada birey/ler/in arzuladıkları şeylerin birbirinden farklı oldukları da bir vakıadır.
Ayetin fazl-ı kebîr (büyük lütuf) dediği şey ile bizim tasavvurlarımız birbiriyle kıyas dahi edilemez.
Tevhid ile irade
Tevhid algısı önemli. Ancak bir çoklarının dillerine pelesenk ettikleri ve Demokles'in kılıcı gibi ellerinde salladıkları ve bir çok ehl-i irfanı ve Müslümanı İslam dairesinin dışında göstermeye çalıştıkları anlayış acaba hakikatte tevhidin ta kendisi mi!? Şefaat, gayb, marifet, tayy-ı zaman, tayy-ı mekan gibi kavramlar ehl-i irfanın çokça dile getirdikleri kavramlardandır. Onlar bazı müminlerin bu tür hususiyet ve faziletlere sahip olduklarını söylerler. Onların bu literatürleri bu ikinci grubun yanlış ve hatalı tevhidi yaklaşımları adı altında mahkum edilir hatta tekfir edilir. Zira onların yaklaşımına göre bu ilahî sıfat ve efal (fiiller) ile çatışan bir husustur.
Tevhid anlayışının temelleri yanlış konulunca sonuç da yanlış olmaktadır. Çünkü tevhid anlayışı bir müminin bir takım hususiyetlere vakıf olmasıyla değil de o müminin ilahî bağış olmadan bu meziyetlere sahip olmasına inanmakla zedelenir. Meramımızı biraz daha açalım. Biz şu an görüyor, işitiyor, konuşuyor, vb eylemleri yapıyoruz. Bu eylemleri ilahî bağış olmadan kendiliğinden bu niteliğe sahip olduğumuza inandığımız zaman tevhid zedelenir. Tevhid bu niteliklere ve fiillere hatta her şeye Allah'ın bağışıyla sahip olduğumuza inanmamızdır. Gelelim, şefaat, gayb, ilim, gibi hususlara İlahî bağış sınırsızdır ve Rab Teâlâ vermekten içtinap etmez. Fark şu ki bu bağışı hikmet dairesi çerçevesinde gerçekleşir. Bu ayet özelinde konuşacak olursak Rab Teâlâ herhangi bir sınır koymadan “lehum ma yeşâûn/onlara diledikleri vardır” buyurmaktadır. Bu ayet ile Yâsin Suresinin 82. Ayeti “Bir şeyi istediğinde, O'nun buyruğu “ol!” demekten ibarettir; hemen oluverir.” Birbiriyle ne kadar da örtüşüyor. Fark şu ki, ilkinde "meşiet" lafzı kullanılırken ikincisinde "irade" kelimesi kullanılmaktadır. Bir başka ifadeyle Rab Teâlâ deyim yerindeyse kula “kulum, iman et ve ibadet et, seni kendim gibi yapayım” diyor. Özetle bu ayette kimilerinin tevhid tasavvuru ile çatışan bir durum söz konusu. Tevhid ontolojik bir hakikat, bütün zaman, zemin ve durumlarda geçerli. Dolayısıyla kendilerini tevhid ehli olarak gören bu kesimlerin tevhid algılarını tekrar tekrar gözden geçirmeleri gerekiyor.
23. ayet
İşte bu bağlam içerisinde 23. ayete giriş yapılıyor. Zaten ayetin girişi bir önceki cümle ile birlikte okunulması gerektiği sonucunu veriyor. “ذٰلِكَ الَّذ۪ي يُبَشِّرُ اللّٰهُ عِبَادَهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ/Allah'ın, iman edip dünya ve âhirete faydalı işler yapan kullarına verdiği müjde işte bu! De ki: “Ben buna karşılık sizden el-meveddete fi'l-kurba'dan başka bir ecir istemiyorum.” Kim çaba harcayıp bir iyiliği gerçekleştirirse bu konuda ona daha büyük güzellikler bahşederiz. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve iyiliği asla karşılıksız bırakmaz.”
Rab Teâlâ müjdeliyor ki kişinin kulluk yolunda çekeceği sıkıntılar, düşmanların İlahî yolun yolcularına kuracağı tuzaklar, nefisle cihad, ubudiyet, taat gibi hususların meydana getireceği sıkıntılar çetin görülmesin. İşte "el-mevedde fi'l-kurba" bu bağlamda geçiyor. Peki "mevedde fi'l-kurba" ne anlama geliyor. Biraz da çalışmamızın temel amacı bu!
BİR NOT: "El-Meveddete fi'l-kurba"dan maksadın ne olduğuna geçmeden önce bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Ayetin bu bölümünün girişi “قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْراً/ Kul la eseulüküm aleyhi ecran” Ben sizden buna karşılık… istemiyorum. "Buna karşılık" olarak çevirdiğimiz "aleyhi" sözcüğünü meallerine yansıtanlar; Abdullah ve Ahmet Akgül, Ahmet Varol, Ali Bulaç, Bayraktar Bayraklı, Diyanet İşleri Başkanı (eski), Diyanet İşleri Başkanı (yeni), Diyanet Vakfı Meali, Elmalı Meali (Orijinal), Hayrat Neşriyat Meâli, Kadri Çelik, Mahmut Özdemir, Mehmet Okuyan, Mehmet Türk, Ömer Nasuhi Bilmen, Süleyman Ateş, Şaban Piriş, Ümit Şimşek, Yaşar Nuri Öztürk ve Murtaza Turabî Bunlar direkt olarak yorum yapmaksızın "buna karşılık" veya "bunun üzerine" diyerek metni olduğu gibi yansıtmışlardır.
Yorumsal (tefsiri) meal yapanlar: Meallerin bir bölümü ise "buna karşılık" sözcüğünü "risaletime, tebliğime" diyerek tefsir/çeviri yapmışlardır. Abdullah- Ahmet Akgül, Abdullah Parlıyan, Ahmet Tekin, Ali Fikri Yavuz, Bahaeddin Sağlam (bu görevime karşılık), Cemal Külünkoğlu, Diyanet İşleri başkanı (yeni), Elmalı Hamdi Yazır (Sadeleştirilmiş), Erhan Aktaş, Hasan Basri Çantay, Hayrat Neşriyat, İlyas Yorulmaz, İsmail Hakkı İzmirli, Kadri Çelik, Mahmut Kısa, Muhammed Esed, Mustafa Çavdar, Mustafa İslamoğlu, Suat Yıldırım, Ümit Şimşek...
"Aleyhi" sözcüğünü mealine yansıtmayanlar: Abdülbaki Gölpınarlı, Besim Atalay, Edip Yüksel, Süleymaniye Vakfı Meali.
Değinmek istediğimiz nokta şu; “aleyhi/buna” ifadesinde geçen hi/hu zamirinin merciini mealler hep risalet, tebliğ, görev gibi şeylerle meallendirmişler. Ancak bir önceki cümlede "hu/o" zamirinin mercii olarak ne risaletten eser ve ne de tebliğden. Yani risalet ve tebliğ kelimeleri hiç kullanılmıyor ve anılmıyor. Önceki cümlenin ifadesi “ذٰلِكَ الَّذ۪ي يُبَشِّرُ اللّٰهُ عِبَادَهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ/ Zalikellezi yübbeşşirullahü ibadehullezine amenu ve amilus salihat / Allah'ın, iman edip dünya ve âhirete faydalı işler yapan kullarına verdiği müjde işte bu!” Zamirin döneceği yegane merci yübeşşiru/müjdeliyor fiilinin masdarı olan tebşir/müjde olabilir. Yani;
a- Ayete “buna karşılık” şeklinde meal verenler her ne kadar doğru bir meallendirme yapmışlarsa da buna karşılıktan neyin kast edildiğini bir başka ifadeyle zamirin merciini belirtmediklerinden ötürü bir belirsizlik bırakmışlardır.
b- Ayete tefsirsel/yorumsal meal verenler ise ayette hiç geçmeyen bir şeyi meale yüklemişlerdir.
Doğru meallendirme şöyle olmalıdır: Ben buna karşılık (verdiğim bu müjdeye karşılık)…
Olasılıklar
El-Meveddete fi'l-kurba ile ilgili olasılıklara geçelim. Konusu:
1- Bizim de benimsediğimiz daha doğrusu Ehl-i Beyt Mektebinin büyük bölümünün benimsediği "el-meveddete fi'l-kurba" Hz. Rasûlullah'ın belirli hususiyetlere, faziletlere ve erdemlere sahip, Hz. Rasûlullah'ın vefatından sonra son ilahî risaletin işlevini sürdürecek olan yakınları. Belirli hususiyetler, meziyetler ve faziletler kaydını bile bile koyduk ki, bununla Rasûlullah'ın bütün yakınlarını iddia ediyoruz gibi bir algı oluşmasın. Bir başka ifadeyle bizim açımızdan konu; İbrahim-İsmail, Davûd-Süleymân, Zekeriyya-Yahya örneğindeki durumla birebir örtüşüyor. İsmail nasıl ki İbrahim'in oğlu olmasından dolayı değil de aklî ve kalbî niteliklerinden ve meziyetlerinden dolayı nübüvvet ve risalet makamını hak ediyorsa, Ali, Hasan, Hüseyin vb de sahip oldukları aklî ve kalbî hususiyetler ve meziyetler ile bu makamı hak etmektedirler. Ayet ön yargıdan uzak, Kur'anî bakış açısı, genel tarihsel karinelerle değerlendirilecek olursa bu olasılığın kuvvetli olduğu yanlış olmasa gerek.
Bu manayı meallerine ve tefsirlerine yansıtanlar: Abdullah-Ahmet Algül, Abdülbaki Gölpınarlı, Hayrat Vakfı Meali, İsmail Hakkı İzmirli, Kadri Çelik, Yaşar Nuri Öztürk.
Kurtubî tefsirinde bu görüşe delalet eden rivayetleri İbn Abbâs ve İmam Ali'den aktarır. Bu görüşü, Ali b. Hüseyin, Amr b. Şuayb ve es-Süddî'ye nispet etmektedir.[2]
Zamahşerî'nin tefsirinden de bu görüşte olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Zaten “Kim Âl-ı Muhammed sevgisi üzere ölürse…” diye başlayan uzunca bir hadisi de rivayet eder.[3] Bu hadisin isnad zinciri araştırmasına girmek istemiyoruz. Konumuz gereği şu an hangi müfessirlerin hangi görüşü benimsediklerini ortaya koymaya çalışıyoruz.
Allâme Alusî de tefsirinde görüşleri nakil ettikten sonra Alevî-Fâtımîlerin sevgisi diyerek… bu görüşe meyletmektedir.[4]
İbn Kesir'in de tefsirinde bu görüşü benimsediğini söylemek yanlış olmasa gerek. Zira bunu üçüncü görüş olarak serd ettikten sonra yirmi dolayında rivayeti aktarması bu görüşü benimsediğine delil olarak değerlendirilebilir. Öyle olmasa dahi ümmetin ekseriyetinin bu görüşü benimsediğini gösterir. Zira ilk iki görüşe ilişkin rivayetler bu görüşe ilişkin rivayetlere nazaran oldukça azdır.[5]
2- İkinci olasılık. Türkçe meal ve tefsirlerde dile getirilen olasılık. Gerçi Arapça tefsirlerde de bu olasılık dile getirilmiştir. Kişiyi Allah'a yaklaştıracak bütün ameller. Allah Rasûlü, muhataplarından kendilerini Allah'a yaklaştıracak belirli bir takım şeyleri talep etmiştir.
Bu manayı meallerine yansıtanlar: Ali Fikri Yavuz, Bayraktar Bayraklı, Cemal Külünkoğlu, Diyanet İşleri Meali (Eski- Parantez içi), Mehmet Okuyan, Mustafa Çavdar, Mustafa İslamoğlu, Süleymaniye Vakfı Meali, Şaban Piriş,
Kurtubî bu görüşü Hasan-ı Basrî'ye ve Katâde'ye nispet etmektedir.[6]
Bu anlama delalet edecek bir rivayeti de Mücahid kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayet etmektedir.[7]
Nehhâs da en-Nâsih ve'l-Mensûh adlı eserinde Hasan-ı Basrî'nin görüşünün güzel olduğunu söyleyerek tercihini yapar.[8]
Beydavî "el-meveddete fi'l-kurba" ile ilgili olarak iki görüş aktarır. Kuvvetli olan görüş olarak Ehl-i Beyt sevgisini sunarken, kişiyi taat ve salih amel ile Allah'a yaklaştıracak şeyler şeklindeki görüşü zayıflığı ifade eden “kîle/denilmiştir ki” formatıyla sunar.[9]
Bir eleştiri
İlmîlik ve güvenilirlik bir ilim adamının olmazsa olmaz niteliğidir. İlmîlikten kasıt delilin kendisini götürdüğü noktaya kaçınmaksızın ve çekinmeksizin uymak, elden geldiğince de önyargılardan uzak durmaktır. Güvenilirlikten kasıt, meseleyi olduğu gibi ortaya serd etmek, delilleri gizlemekten kaçınmak demektir. Siz delilleri olduğu gibi ortaya koymakla yükümlüsünüz. Ondan sonra beyin jimnastiği yapıp bir tercihte bulunabilir ve bir görüş ortaya atabilirsiniz. Bunda herhangi bir sıkıntı da yok ve buna sonuna kadar da hakkınız var. Bu sözleri söylememize neden olan husus Mehmet Said Şimşek Hoca'nın “Bazı Ayetlerin Çevirisi-2” adlı çalışmasında geçen "el-Kurba" ile ilgili olarak serd ettiği şu ifadelerdir. “Tek başına olduğunda akrabalığı değil sadece yakınlığı (Allah'a yakınlığı- Cevher Caduk) ifade eder” şeklindeki ifadesidir. Şimdi geliniz, "el-Kurba" sözcüğü ne anlama geliyor sadece mucemlerin bir bölümünden bakalım. Hepsini serd etmek makalemizin hacmini oldukça genişleteceğinden sadece birkaç tanesiyle yetindik.
Mucemü'l-Vesît sözcüğe “el-Kurba: el-karabet (neseben yakınlık)” anlamı verir.[10]
Şemsü'l-Ulûm ise şöyle der: “el-Kurba; rahimsel yakınlık (akrabalık) ve Allah'a yakınlık… Meveddet ayeti de bu manaya göre iki şekilde tefsir edilmiştir.”[11]
Mucemü Metni'l-Luğa'da ise şu bilgiler verilir: “el-Karabetü ve'l-Kurba: neseben yakınlık”[12]
Et-Tevkîf'de ise el-Kurba maddesinde şöyle diyor: Zahiren veya batınen nesep yakınlığıdır. Bunu Haralî zikir etmiştir.”[13]
Mucemü'r-Râid'de ise şöyle geçmektedir: “Kurba: 1- "Karube" fiilinin masdarıdır. 2-Neseben yakınlıktır.”[14]
Muhtarü's-Sıhâh: “Karabet ve'l-kurba; rahimsel yakınlıktır.”[15]
Görüldüğü gibi sadece mucemlerin bir bölümünden serd ettiğimiz bu bilgiler Kurba sözcüğünün nesep ve rahimsel yakınlık anlamına geldiğini ortaya koymaktadır.
Tefsirlerde sözcüğe verilen bu anlam öyle Said Hoca'nın sandığı ve iddia ettiği gibi Şia'nın etkisinden dolayı değil bilfiil sözcüğün temel ve hakiki anlamının karabet/akrabalık olmasından ötürüdür. Müfessirler sözcüğe ilk anlam olarak karabeti ikinci anlam olarak da Allah'a yakınlığı verirler. Ama her iki tefsir de sözcüğün sözlük anlamından hareketle verilen anlamlardır.
Müfessir ilmî disiplin çerçevesinde Allah'a yakınlık anlamı verebilir, ama niçin bu anlamı tercih ettiğini de ortaya koymalıdır. Biz de zaten bu çalışmamızda ayeti oluşturan kelimelerden, siyak-sibaktan, Kur'an bütünlüğünden hareketle ayetle ilgili olarak bir sonuca varmaya çalışıyoruz.
Kur'an bütünlüğü
Bu durumda elde edilen mana ayetin zahiriyle pek uyuşmuyor. “Ben sizden Yüce Yaratıcıya itaati sevmenizi istiyorum”. Kur'an bütünlüğü içinde bakıldığında bu manayı destekleyen bir ayete rastlanmamaktadır. Dahası Kur'an Mekke müşriklerinin ve insanların Allah'a yaklaşma olgusuna ve düşüncesine sahip olduklarını anlayabiliyoruz. Ne var ki müşrikler ve kafirler bu olgunun adresini yanlış tespit etmişlerdir. Kur'an risalet sahiplerinin kavimleriyle aralarında geçen diyaloglarda Yüce Yaratıcıya itaat olgusundan bahs eder, Yüce Yaratıcıya itaatin sevilmesi olgusuna rastlanmamaktadır. İlahî kitap ve Rasûlullah (s.a.a.) sürekli muhataplara sorumluluk bilinciyle hareket etmelerinden ve Yüce Yaratıcıya itaat etmekten bahs eder, dolayısıyla verilen bu mananın Kur'an'ın genel yaklaşımına ve diline yabancı olduğu gözden kaçmamaktadır.
Beri taraftan Mekke müşriklerine varıncaya kadar Rasûlullah'ın muhataplarının zaten şu veya bu şekilde Allah'a yaklaşma (takarrub) olgusuna karşı bir isteksizlikleri bulunmamaktaydı. Hatta müşriklerin putlara tapma olgularının arka planında da bu kurba (yaklaşma) dürtüsü bulunmaktaydı. Merak konusu olan şey ayete bu manayı verenler acaba bu sorunu nasıl gideriyorlar. Said Şimşek, “Bazı Ayetlerin Çevirisi ve Yorumlanması-2” adlı çalışmasında bu manayı tercih etmekte ve bu manayı tercih edenlerin listesini de sunmakta, ancak garip karşıladığımız husus: El-Kurba'nın yaklaştırma anlamı olmakla birlikte el-meveddet sözcüğü maalesef bu manada ıskalanmış durumdadır. Dolayısıyla aradığımız sorunun cevabı Said Şimşek Hoca tarafından verilmemektedir. Zihin dünyasında bir mana ve anlayış inşa edip ayeti oluşturan kelime ve terkiplere bakılmadan ayete bir mana dikte ettirilmeye çalışılıyor. “el-meveddete fi'l-kurba/ kurbaya sevgi” manası ayetin manasına yansıtılmalıdır. Yansıtılmayan mealler ve anlamlandırmalar ayetin zahiri hatta nassıyla çatışıyor, demektir. Evet ilk dönem müfessirlerinden bu manayı verenler vardır. Ancak onlar bu manayı verirken, sanki iki tane ayrı olgu ayette söz konusu ediliyormuş gibi manayı vermişler. Gerçi ibadetler ve Allah'a taati sevme İslam irfanının terminolojisinde varsa da bu ayetle uyuşmamaktadır.
3- Akrabalarınızı seviniz. Yani risaletin ücreti sıla-ı rahimdir. Bu durumda ayetin manası şöyle oluyor. Ben, buna karşılık sizden sıla-ı rahmi gözetmenizden başka bir şey istemiyorum.
Ayete bu meali verenler: Bahattin Sağlam, Besim Atalay, Diyanet İşleri Meâli (Eski), Edip Yüksek, İlyas Yorulmaz, Mahmut Kısa (yorumsal meal), Mahmut Özdemir.
Ancak bu durumda da şöyle bir uyumsuzluk söz konusu: Bu müjde/risalet ücreti arasında ya herhangi bir bağ yok veya oldukça dolaylı yollardan bir bağ var.
4- Kasıt: Hz. Rasûlullah (s.a.a.) ile aralarındaki akrabalık bağlarının gözetilmesi. Bu durumda da ayetin manası şöyle oluyor: Ben kabilelerinizin bir çoğu ile irtibat halindeyim. Hz. Rasûlullah (s) Kureyş kabileleriyle ya neseben ve sebeben (evlilik) bağıyla irtibat halindedir. Hatta annesi kanalıyla da Benî Neccar oğullarıyla, süt annelik yoluyla Benî Sa'd kabilesiyle ilişki halindedir.
Bu meali verenler: Abdullah Parlıyan, Ahmet Varol
Taberî merhum ayetin tefsirinde bu konuda dört görüşün olduğunu belirtir. İlk görüş olarak bu görüşü söyler. Sonra da diğeri görüşleri serd ettikten sonra en doğru görüş ilkidir, diyerek bu görüşü tercih eder.[16]
Zeccâc da Meâni'l-Kur'an'da bu manayı verir.[17]
Maverdî tefsirinde beş görüş serd eder ve beşinci görüş olarak bu manayı verir. Ama bu görüşü kimlerin benimsediğini ve kimleirn bu görüşte olduğunu söylemez.[18]
Ayetin söz konusu bu tefsiri oldukça yersiz durmaktadır. Şöyle ki iman eden müminlerden risaletin ücret talebi ve bu şahıslara böyle bir söz söylemeye gerek yoktur. Zira müminler, bir elçi olması hasebiyle Hz. Peygamber'e (s.a.a.) saygı göstermekteydiler. Akrabalık sebebiyle saygı gösterme talebine ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü risaleti kabul etmekten kaynaklı saygı her şeyin üstündedir. Vakıada ise böyle bir tefsir biraz üstünde düşünüldüğünde yaygın hatalardandır. Maalesef müfessirlerin bir bölümü bu hataya düşmüş ve ayetin mefhumunu bütünüyle tersyüz etmişlerdir.
Ayetin muhteva ve mefhumunu iyice anlayabilmek için Kur'an bütünlüğünden yararlanmak ve bu konu çerçevesindeki diğer Kur'an ayetlerini de göz önüne almak gerekiyor. Zira neredeyse aynı kalıp ifadeyle başlayan çeşitli Kur'an ayetleri vardır.
“وَمَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍۚ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَم۪ينَۜ / Bunun için sizden karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin rabbine aittir.” (26/eş-Şuârâ/164) Şuârâ Suresindeki bu ayet Hz. Lut'un (a.s.) dilinden aktarılmaktadır.
Gerçi Kur'an-ı Kerim'de Hz. Rasûlullah'a (s.a.a.) özgü farklı ifadeler de vardır.
“قُلْ مَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ / De ki: “Sizden istediğim karşılık o da sizin içindir; benim mükâfatımı verecek olan yalnız Allah'tır. O her şeye tanıktır.” (34/Sebe/47)
Bir not: Diyanet İşleri Başkanlığının hazırlattığı “Kur'an Yolu Tefsiri” bu ayeti ilginç bir şekilde şöyle meallendirmiştir: “Sizden isteyebileceğim bir karşılık varsa o da sizin olsun…”[19] Bu net ve belirgin bir hatadır. Zira ayetin arapça metninde “varsa…” ifadesine karşılık gelecek herhangi bir şart edatı yoktur. Ayet direkt olarak Rasûlullah'ın (s.a.a.) bir ücret talep ettiğini ve böyle bir ücret isteğinin olduğunu belirtiyor. Ayetin zahiri bunu açık bir şekilde gösteriyor. Şu var ki Rasûlullah'ın istediği bu ecir elbette ki kendisine değil ümmete yönelik bir faydadır.
“قُلْ مَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ اِلَّا مَنْ شَٓاءَ اَنْ يَتَّخِذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪يلاً / De ki: “Bu görevimden dolayı, dileyenin rabbine giden bir yol izlemesi dışında, sizden bir karşılık istemiyorum”. (25/el-Furkân/57)
“قُلْ مَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُتَكَلِّف۪ينَ / (Resulüm!) De ki: “Sizden görevimle ilgili bir karşılık istemiyorum; ben, olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim.”” (38/Sad/86)
Bu ayetler Hz. Rasûlullah'a özgüdür.
Bu üç ayeti sadedinde olduğumuz Şura Suresinin 23. Ayetiyle birlikte değerlendirdiğimizde şu sonuca ulaşmamak işten dahi değil: Bir yerde Hz. Peygamber'in hiçbir şekilde ücret talep etmediği açıkça söylenirken başka bir yerde ise ayet Rasûlullah'ın (s.a.a.) dilinden şunu dile getirmektedir: Ben şahıslardan ücret talep ediyorum. Talep ettiğim ücret ise bireyi Yüce Yaratıcıya ulaştıracak yola yani Sırat-ı müstakime girmek ve onunla yol almaktır.
Üçüncü ayet ise bize şunu söylüyor. Benim sizden istediğim ücret dahi sizin içindir ve sizin yararınızadır.
Şura Suresindeki bu ayeti de eklediğimizde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hz. Rasûlullah (s.a.a.) risaletine karşılık bir ücret talep etmektedir. İstediği ücret ise mevedde fi'l-kurbadır. Yani sizden istediğim ücret şu niteliklere sahiptir: Bu istediğim ücretin menfaati asla bana yönelik değildir. Aksine kamil manada faydası size dönmektedir. Sizi Yüce Yaratıcıya yöneltecek ve ulaştıracak kamil bir yoldur.
Şimdi bu çerçevede ayete verilen anlamlara bakıldığında Allah aşkına hangisi ayetin mefhumu ile daha çok uyum gösteriyor.
Allah'a yaklaştıracak şeyi sevmeniz mi, akrabalık bağı mı yoksa risaletin sürekliliği anlamına gelen risaletin misyonunu sağlıklı bir şekilde ifa edecek olan imamet olgusu mu? Acaba bu ayet Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) zürriyetinden olan İlahî emanetçi, Rabbânî kılavuz, Masum Zevat'ın (a.s.) aracılığıyla son ilahî risaletin sürekliliği olgusundan başka bir şeyi mi ifade etmektedir? Hemen Hz. İbrahim- Azer, Hz. Nuh ve oğlu örneği vb diğer örnekler sunularak itiraz seslerinin yükseltildiğini duyar gibiyim. Bu itiraz bu ayet özelinde geçerli değildir. Zira Kur'an-ı Kerim'in bahs ettiği nebiler/rasuller hepsi aynı zürriyetten gelmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de en çok peygamber isminin geçtiği 138. Sayfada (82-90 ayetler arasında) Rab Teâlâ şu rasullerin ismini sayar: İbrahim, İshak, Yakub, Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus, Lut. Bu isimleri saydıktan sonra Rab Teala “Onların atalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını, evet onları da seçkin kıldık ve dosdoğru yola yönelttik”. (6/Enam/87) buyurmaktadır. Evet görüldüğü gibi bu nebiler ve rasuller birbirleriyle baba-oğul, abi-kardeş, amca-yeğen vb bir yakınlık ilişkisi içindedirler. Evet onların akrabaları içinde elbette ki sapmış bireyler vardı. Ancak risalet ve nübüvvet olgusu yani ilahî kılavuzluk örneği aynı aile içinde işlerliğini icra etmiştir. İşte Şia tam da bunu söylemektedir. Biz Rasûlullah'ın bütün akrabaları ilahî kılavuzdur demiyoruz. Onların içerisinde yığınlarca bozuk insanlar vardır. Ancak yetkinliği, kemali, erdemi ve faziletleriyle son ilahî risaletin fonksiyonunu icra edecek bireyler de sadece Nebevî zürriyetteki 12 kişiye aittir. Muhammedî risaletin eksiksiz, mükemmel, adil bir şekilde temsiliyeti Onların eliyle gerçekleşecektir. Bu kurum insanı eksiksiz bir şekilde Yüce Yaratıcıya ulaştıracak, mükemmel kulluğu sunan yegane yoldur, zandan ve hatadan beridir. Bütün soruların cevaplarını doğru bir şekilde sunar.
İşte bu bağın temeli olan sevgiye bu ayet açık bir şekilde işaret etmektedir.
"Kurba" kavramı
İşin ilginç yanı “el-Kurba” sözcüğü Kur'an-ı Kerim'de on beş yerde geçmektedir.[20] Bu ayetlerin bütününde kelime akraba anlamındadır. Bu kullanıma rağmen "kurba"yı Kur'an'ın hiçbir yerinde kullanılmayan yakınlaştıran şey anlamına almak ne derece Kuranîdir. Bu deyim yerindeyse Kur'an'ın ayetlerinde açık ve zahir anlamı terk etmekten başka nedir acaba?
Bu ayetin indiği esnada Ehl-i Beyt olsun olmasın, hiç önemli değil. Sebeb-i nüzulü olmasa dahi Kur'an bütünlüğü içinde ve Arap dili bakımından ayete bakıldığında akla gelen ilk olasılık “Muhammed'in (s.a.a) yakın akrabalarına sevgidir.”
Siyakın delaleti
“وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ ف۪يهَا حُسْناًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ شَكُورٌ/ Kim çaba harcayıp bir iyiliği gerçekleştirirse bu konuda ona daha büyük güzellikler bahşederiz. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve iyiliği asla karşılıksız bırakmaz”. Bu siyaka en güzel giden yorum da yine bizim tercih ettiğimiz manadır. İlahî kılavuzluğun sancağı altında bulunmaktan daha üstün bir iyilik olabilir mi acaba? Ayete verilen diğer manaları bu siyakla bir okuyunuz. Acaba hangisi daha tutarlı ve daha mantıklı duruyor?
Allah'ın Rasulü bir ücret talep ediyor. Ayetin açık ifadesi bu. Bu taleple ilgili tercih ettiğimiz yorumu birlikte okuduğumuz zaman ayetin anlamı şöyle şekilleniyor: Hz Rasûlullah'ın risalet misyonunu layıkıyla yerine getiren Ehl-i Beyt'i Mutahhara'nın sancağı altında bulunmaktan, kalp ve duygularıyla onlara bağlı olmaktan, onların hatları üzere yürümekten daha üstün bir hasene olabilir mi? Evet, Kitab-ı Kerim ile nebevî sünnet ile ilgili belirsizlikler, girift konular, güncel hayatta cevap bekleyen sorular, insanların hak ve adalet talepleri en kusursuz ve en mükemmel şekilde Ehl-i Beyt tarafından giderilir. Kılavuzlukları ve rehberiyetleri İlahî iradenin onayından geçmiş olduğundan ötürü verdikleri cevaplar, getirdikleri çözümler “hak” üzerine kuruludur. Onların dışında kalan diğer yollar, metotlar ve cevap arayışları hep acabalarla doludur, ya da en azından büyük bir bölümü acabalarla ve kuşkularla doludur. İnsan İLAHÎ İRADENİN ONAYINDAN GEÇMİŞ KENDİ TÜRÜNDEN BİR EMANETÇİYE MUHTAÇTIR.
Çalışmamızı sadece metin, bağlam ve Kur'an bütünlüğü üzerine kurduğumuzdan ötürü konuyla ilgili hadislere girmek istemiyoruz.
[1] El-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, c. 18, s. 463, Thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Müessesetü'r-Risâle, 2006
[2] El-Câmi, c. 18, s. 466.
[3] El-Keşşâf, s. 977, Dârü'l-Marife, Beyrut-2009, üçüncü baskı.
[4] Rûhu'l-Meânî, c. 25, s. 32, İhyâü't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut
[5] Tefsîrü'l-Kur'ani'l-Azim, c. 6, s. 199-204, Dârü Tayyibe, 2. Baskı, 1999
[8] Nehhâs, en-Nâsih ve'l-Mensûh, c. 2, s. 620
[9] Envârü't-Tenzîl ve Esrârü't-Tevil, c. 5, s. 80, Dârü İhyâi'tTürâsi'l-Arabî, Beyrut
[10] İbrahim Enis ve arkadaşları, Mucemü'l-Vesît, s. 723, dördüncü baskı, 1425, Mecmeü'l-Luğati'l-Arabiyye
[11] Nişvan b. Saîd el-Himyerî, Şemsü'l-Ulûm ve Devâü Kelâmi'l-Arab mine'l-Kelûm, Kurba maddesi
[12] Şeyh Ahmed Rıza, Mucemü Metni'l-Luğa, c.4, s. 521 Darü Mektebeti'l-Hayat, Beyrut- 1380
[13] Abdürraûf el-Münâvî, Et-Tevkîf Ala Mühimmati't-Teârîf, s. 270, Alemü'l-Kütüb, 1. Baskı, 1990 Kahire.
[14] Cübrân Mesud, Er-Râid, s. 626, Dârü'l-İlim li'l-Melâyîn, Beyrut 1992-
[15] Razî, Muhammed b. Ebi Bekir b. Abdülkadir, Muhtarü's-Sıhah, s.220
[16] Taberî, Câmiü'l-Beyân An Tevili Âyi'l-Kuran, c. 7, s. 491-492
[17] Meâni'l-Kur'an, c. 4, s. 398
[18] En-Nüket ve'l-Uyun, c. 5, s. 202
[19] Kur'an Yolu Tefsiri, c. 4, s. 443
[20] el-Bakara, 83, 177; en-Nisâ 8, 36; el-Mâide 106; el-Enâm, 152; el-Enfâl, 41; et-Tevbe, 113; en-Nahl, 90; İsrâ, 26; Nur, 22; Rûm, 38; Fatır, 18; Haşr, 7