Ayetler çerçevesinde Ebû Tâlib'in imanı meselesi (2)
Ebû Tâlib öyle görünüyor ki günümüz insanının da tevhid-i efalide de hataya düştükleri bir mertebede tevhide sahiptir. Divanda bunun gibi yığınlarca beyit vardır. ... Bu beyitler imana, tevhide, İslam'ına delalet etmeyecekse daha ne delalet edecek! Kala kala bir iki rivayete kaldık. Rivayetlerin analizi yapıldığında Ali düşmanlarının nasıl rol aldıkları görülecektir.
Tevbe Suresi 113 - 114 Ayetler
Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
İNTİZAR - Ebû Tâlib ile ilgili olduğu iddia edilen ve bu bağlamda okunan ayetlerden birisi de Tevbe Suresinin 113-114. ayetleridir. Kasas Suresinin 56. Ayetinin analizinde olduğu gibi biz eksene ayetin mesajını alacağız. Ayetten hangi mesajı almamız gerektiği ve ayetin vermek istediği mesajı analiz etmeye çalışacağız. Tabi her zaman vurguladığımız gibi bu bizim anlayışımız ve metne atfettiğimiz anlam. Doğru da olabilir, yanlış da. Sadece İlahî mesajdan beşer ve birey olarak anladığımızı ortaya koymaya çalışıyoruz. İddialı bir ifade olarak Kur'an bunu söylüyor, Kur'an'a göre şeklindeki söylemlerin sıkıntılı olduğu kanaatindeyiz. Metin ve olaylarda bizim yorumlarımız İlahî iradenin kendisi olmayabilir. Sadece okumalarımız metne atfettiğimiz birer anlam ve yorumdur. Normal bir metin için böyle bir durum söz konusu iken remziyye/sembolizmin bolca kullanıldığı, anlam katmanlarını içinde barındıran bir metin için hayda hayda durum bu şekildedir.
İşin diğer bir boyutu Ebû Tâlib ile ilgili rivayetleri ayrı bir başlık altında işleyeceğimizden sadece ilahî pasajın vermek istediği mesaja yoğunlaşacağız.
Normal şartlar altında ayetin içinde bulunduğu pasaj (113-114 ayetler) okunduğunda anlaşılanlar şunlar:
Ayetlerin meali
“113- Müşriklerin cehennemlik oldukları müminler nezdinde açıklık kazandıktan sonra, akraba bile olsalar peygamber de müminler de onların bağışlanmalarını dileyemezler.
114- İbrâhim'in, babasının bağışlanması için yaptığı dua ise sırf ona verdiği bir sözden ötürüydü. Ama onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. İbrâhim gerçekten çok duyarlı, yumuşak huylu biriydi.
115-Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeylerin neler olduğunu kendilerine açıklamadan, onları yoldan çıkmış sayacak değildir. Kuşkusuz Allah her şeyi en iyi bilmektedir".
Ayetlerden elde ettiğimiz mesajı maddeler halinde yazmaya çalışacağız.
A - 113. ayeti kerime gramer olarak ihbarî cümle yapısı formatındadır. İhbarî cümle yapısı hakkında doğrudur veya yanlıştır diyebileceğimiz cümlelerdir. Örneğin "Ahmet dün okula geldi". Görüldüğü gibi "Ahmet'in dün okula gelmesi" olgusu doğrulanabilmekte veya yanlışlanabilmektedir. Bu şekilde olmayan cümlelere ise inşaî cümleler denilir. Genellikle emir, yasak, dua ve talep cümleleri bu türdendir. İhbarî cümleler de mana olarak ikiye ayrılmaktadır. İlki yukarıda da geçtiği üzere bir olguyu ve bir durumu haber veren cümlelerdir. İkincisi ise yapı itibariyle ihbarî olsa da mana ve mefhum olarak emir ve yasak anlamına gelen cümleler. Örneğin ‘öğrenci derste yemek yiyemez' cümlesi yapı itibariyle ihbarî olsa da mana olarak inşaîdir. Zira cümle öğrenci derste yemek yememelidir, anlamına gelmektedir. Bu bağlamda ayete yaklaşacak olursak acaba ayet:
“İnsan uçamaz” gibi bir olguya yönelik bir bilgiyi mi veriyor yoksa “öğrenci derste yemek yiyemez” örneğinde olduğu gibi peygamber ve müminler müşriklere bağışta bulunmasınlar anlamına mı gelmektedir?
Açıkçası ilk akla gelen olasılık ikincisi olmakla birlikte ben de bıraktığı izlenim ilkidir. Yani bir peygamber ve olgun iman sahibi bir mümin birey müşrikler için bağışlanma talebinde bulunmaz.
B - Peki ayette söz konusu edilen bütün müşrikler midir yoksa müşriklerin özel bir tabakası mıdır? Yani şirkin en küçük tabakasından en büyük tabakasına kadar bütün müşriklere yönelik bir istiğfar talebini olumsuzlamaktadır. Bu noktada da ayet içi karineler (113-114. ayetlerde) ashabü'l-cahim (cahim ashabından olma), tebeyyün (şirke düştüğüne dair hiçbir belirsizliğin kalmamış olması), aduvvun lillah (Allah'ın düşmanı olma) gibi kavramlar tahsis işlevi görmektedir. Cahim ashabı ifadesinin geçtiği ayetler (Mâide 10, 86, Hacc, 51, Şuara 91, Saffat 23, 64 vd.) ayetlerin bütününde konu risaleti ve kitabı tekzib etme, zulüm gibi ağır suçlar ve cürümlerdir. Dolayısıyla da ayetin konu ettiği husus şudur: Şirki günyüzüne bütünüyle çıkmamış ve hidayete erişmiş olma olasılığı ve ihtimali bulunan kimselere ilişkin kurtulabilme ümidine sahip olmadır.
C - Bir başka açıdan istiğfar (bağışlanma talebi) diri olsun ölü olsun bütün müşrikleri mi söz konusu etmektedir yoksa sadece ölülere mi yöneliktir? Aslında ayet okunduğu zaman siyak-ı has diyebileceğimiz (sebeb-i nüzulu) göz ardı edecek olursak ilk akla gelen diri olsun ölü olsun bütün müşriklere yönelik olduğudur. Tabi bu durumda diriler için istiğfar talebi daha çok istihda “hidayetleri için çalışma ve gayret gösterme” anlamına gelir ve bu durumda zımnen bir mecaz devreye girer.
D - Ayetten bir diğer mefhum daha anlaşılmaktadır. Tebeyyün haletinden önce bağışlanma talebinde bulunmada herhangi bir sıkıntı söz konusu değildir. İstiğfarda bulunmaya dair bir mani de yoktur. Zira insanlar bilmedikleri konularda bir genişlik içerisindedirler.
E - Ancak ayet tilavet edildiğinde bir gerçeklik üzere indiği de gözden kaçmamaktadır. Yani ayetin bir sebeb-i nüzulünün olduğu kendi kendisini ihsas ettiriyor. Sebeb-i nuzülü baz alınca da ortaya ölen müşrikler hakkında ayette anlam daralması meydana geliyor gibi bir olasılık akla gelse de kanaatimizce söz konusu sebeb-i nüzul bu hükmün masadaklarındandır. Yoksa müşrikler için bağışlanma talebinde bulunma yasağı sadece ölülere has bir durum değildir. Ayan beyan müşrik olduğu ortada olan bir kimse diri olsun ölü olsun bir müminin bağışlanma talebine konu olamaz.
F - 114. ayet ise der-i def-i mukadder diyebileceğimiz türden. Bir başka ifadeyle olası bir soruyu cevaplandırıyor. Yani madem müşrikler için bağışlanma talebi yasak, Hz. İbrahim'in (a) babası Azer için istiğfar talebinde bulunması nedir diye mukadder bir soruya cevap veriyor. Zira Tevbe Suresinden önce inen şu ayetler artık Müslümanların bilgi dünyasına Hz. İbrahim'in Azer için istiğfarda bulunduğu şeklindeki bir veriyi eklemişti.
Mümtehine Suresinin 4. Ayetinde “İlla kavle İbrahim eli ebihi le esteğfirenne leke/Ancak İbrâhim'in, babasına “Hiç şüphen olmasın bağışlanman için dua edeceğim…” (60/el-Mümtehine/4) demesi başka.
“Kale selamun aleyke se esteğfiru leke rabbî/İbrâhim şöyle dedi: “Esen kal! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim.” (19/Meryem/47)
“veğfir li ebi innehu kâne mine'd-dâllîn/Babamı da bağışla; kuşkusuz o doğru yoldan sapanlardan oldu.” (26/eş-Şuarâ/86)
G - Burada ise Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'in, Azer için istiğfarına ne şekilde yaklaşıyor şeklindeki bir soru ortaya çıkıyor. Meryem 47 ve Şuara 86. Ayetler incelendiğinde her iki ayette de Hz. İbrahim'in bu tavrının yanlışlığına yönelik bir gönderme olmadığından (zira Kur'an-ı Kerim bir yanlışı öyle yanlışlığına yönelik hiçbir gönderme ve dokundurma olmadan bırakmaz) bu tavrın olumlu oluşundan bahs edebiliriz. Hatta Meryem 47 tam bir örneklik teşkil etmektedir.
“Babası "Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Yemin ederim ki, eğer (onları kötülemekten) vazgeçmezsen, seni muhakkak taşlarım (gerçekten veya söz ile- sana taş atarım). Haydi uzun bir müddet benden uzak ol" dedi. İbrahim şöyle dedi: "Selâm sana olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü o, bana çok lütufkârdır.” (19/Meryem/46-47)
Bu ayetler kötülüğe karşı iyilikle muamele etmenin örneklerindendir. Zaten sadedinde olduğumuz Tevbe Suresinin 114. Ayetinin İbrahim'in Azer için bağışlanma talebinde bulunmasına yönelik olarak ayetin son bölümünün “inne ibrahime le evvahun halim/ İbrâhim gerçekten çok duyarlı, yumuşak huylu biriydi” diye bitmesi de bu bağışlanma talebinin yanlış olmadığını göstermektedir.
Burada Hz. İbrâhîm (a) Azer gibi birisi için nasıl istiğfarda bulunabilir, şeklinde bir soru gelmektedir. Gerçi ayet, İbrâhîm'in, babasına verdiği bir sözden ötürü istiğfarda bulunduğunu söylemekteyse de bu söz gelişigüzel ağızdan kaçan bir söz değil. Muhatabın istiğfar talebine masadak olacak ufak da olsa bir takım hususiyetlere sahip olması gerekir. Zaten 114. Ayetin sonunda geçen “ma tebeyyene ennehu aduvvun lillahi teberree min/Allah düşmanı olduğu ayan beyan olunca Ondan beri olduğunu ilan etti.” Bölümü İbrâhîm'in kimden teberri edilmesine gerektiğine dair bir bilgiye vakıf olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla da Azer'de umut verici bir iki nitelik görmüş ve bu özelliğe binaen istiğfarda bulunmuştur. Ancak “sapıklıktan”dan da düşmanlık derekesine düşünce artık ondan bütünüyle beri olduğunu ilan etmiştir.
H - Bağışlanma talebinin yasak olmasında ölçüt 114. ayette geçtiği üzere Allah'ın düşmanı olmadır. Bu seviyeye gelmemiş bütün kimseler için diri iseler Hz. İbrahim'in sünnet ve uygulamasına uyarak kalbine nüfuz edebilme ümidiyle duada bulunma, çaba gösterme uygun olan tavırdır.
I - Başa dönecek olursak bu cümle bizzat olgu olarak ihbarîdir şeklindeki değerlendirmemizi kuvvetlendirmektedir. Yani bir peygamber veya olgun imana sahip olan bir mümin Allah'a ayan beyan düşman olan birisi için bağışlanma talebinde bulunamaz. Ondan böyle bir şey sadır olmaz. Birisine istiğfar talebinde bulunmuşsa o şahısta henüz bir ümit ve bir kapı vardır. O bu ümidini son ana kadar sürdürür.
Yahut da istiğfar talebinde bulunduğu esnada o fiil özelinde iman etmiş değildir veya bu eylemi hikmete aykırıdır. Zira abes bir iştir. Nitekim çirkin eylemlerin yapıldığı esnada o fiil özelinde imanın olduğuna dair nebevî hadisler de bulunmaktadır. “Zina ettiği esnada iman kendisinden selp edilir.”
J - Bütün bunlar çerçevesinde bu ayeti Ebû Tâlib'e yorumlamaya çalışmanın birkaç açıdan sıkıntılı olduğunu kanaatindeyiz.
1 - Ebû Tâlib'in vefat tarihi hakkında ihtilaf söz konusu olsa da hicretten önce öldüğü kesindir ve Müminlerin Annesi Hz. Hatice ile aynı yılda vefat ettiğinden ötürü o yıla Amü'l-Hüzün denildiği de bilinmektedir. Ebû Tâlib, nübüvvetin onuncu yılında, Ebû Tâlib koyağından çıktıktan sonra Hz. Rasûlullah'ın Medine'ye hicretinden üç yıl önce, Şevval ayının ortasında vefat etti.[1] Bu ayetin içinde bulunduğu süre ise Kur'an-ı Kerim'in nazil olan en son süresi olarak kabul edilmektedir. Müslim'in Berâ'dan aktardığı rivayete göre en son inen suredir.[2] Yani Allah-u Teâlâ, Hz. Rasûlullah'ın üç yıl Mekke döneminde yedi yıl da Medine döneminde toplamda on yıl boyunca yanlışına ve hatasına yönelik tarizde bulunmamış ve hatasını kendisine göstermemiştir.
Halbuki ayetin yakın zamanda vuku bulan bir olay üzerine nazil olması daha makuldür. Bu bağlamda et-Tabersî'nin sebeb-i nüzul sadedinde zikir ettiği şu olay mantığa daha yatkın gelmektedir: Medine'de Müslümanlar Hz. Peygamber'e gelerek: “Ey Allah'ın Peygamberi! Cahiliyye döneminde vefat etmiş olan babalarımız için bağışlanma dilesen” diyerek Ondan istiğfarda bulunmasını istediler. Bunun üzerine söz konusu bu ayet inerek ne bir nebinin ne de bir müminin böyle bir talepte bulunamayacağını söyledi.[3]
2 - Israrla vurguladığımız bir hakikat olarak Kur'an-ı Kerim'de Rab Teâlâ peygamber/ler/rasuller/nebiler için ıstıfa, içtiba ve ihtiyar gibi seçkinliği ifade eden kelimeleri kullanmaktadır. Bu kelimeler (ıstıfa ve içtiba) sözcükleri kirden arındırarak seçmek ve hayrı ve erdemleri toplayarak seçme anlamına gelmektedir. Tekvînî iradenin bir tecellisi olan söz konusu ictiba ve istıfa fiil-i rabbânîleri Rab Teâlâ'ya baktıklarından ötürü nakısa olmaz. Bu açıklamaların konumuzla bağlantılı olan yönü şudur: İctiba ve ıstıfa ameliyesinin tecellisi olan bir Nebi bir müşrik için istiğfarda bulunmaması gerektiğine yönelik bir çıkarsamayı yapamayacak kadar düşük akıllı birisi olamaz. Dolayısıyla ayetin anlamı sebeb-i nüzulü ile birlikte okunduğunda şu anlama çıkar: Hakiki müminin, yakını dahi olsa bir müşrik için istiğfarda bulunması olur davranış değildir. Bu yanlışınıza Hz. Peygamber'i alet etmeye kalkışmayınız ve Hz. İbrahim'in Azer için istiğfarda bulunmasını da doğru değerlendiriniz.
K - Ebû Tâlib'in şiirlerinden birkaç tane sunalım ki nasıl bir kimseyi müşrik/kafir görmeye kalkıştığımızı bir görelim.
“و إن أحمد قد جاءهم * بحق ولم يأتهم بالكذب/ Ahmed onlara hakkı getirdi. Onlara yalanla gelmedi.”[4] Beyitte dikkat çeken husus, hak sözcüğünün kullanılmasıdır. Zira "hak" ile "sıdk" anlamında fark söz konusu. Hak kanaatler ve inançlar için kullanılır. Gerçi sözcük beytin söylendiği esnada kavram anlamını kazanmamıştır diye bir itiraz gelebilirse de Ebû Tâlib, Hz. Rasûlullah'ın getirdiği değer yargıları, inanç ilkeleri, Rabbâni olgular için hak sözcüğü kullanıyor. Şiirin en asgarisini kabul edecek olursak dahi Ebû Tâlib, Hz. Rasulullah'ın getirdiği konularda yalan söylemediğine dair görüşünü ortaya koyuyor.
“أَنتَ الرَسولُ رَسولُ اللَهِ نَعلَمُهُ
عَلَيكَ نُزِّلَ مِن ذي العِزَّةِ الكُتُبُ/ Sen rasulsun; Allah'ın Rasulüsün biz de bunu biliyoruz.
Sana izzet sahibinin katından kitaplar indirilmiştir.”[5]
Bu tanıklık imana delalet etmeyecekse daha hangi tanıklık imana delalet edecek.
Açıkçası tarih hakkında analitik bir okuma yapılması gerekiyor. Nübüvvet silsilesinden ve İbrahim ve İsmail'in sulbünden gelen bir aile ve birey için öncelikli olan onların iman etmeleridir. İman etmemeleri, şirke yamanmaya çalışmaları şazz ve aykırı bir durumdur. Bu bağlamda Azer, Nuh'un oğlu gibi örnekler verilecek olursa Kur'an-ı Kerim'de arz edilen peygamber silsilesinin baba-oğul, abi-kardeş, amca-yeğen oldukları görülecektir. Yani Kur'an-ı Kerim'de bu tarafa dair verilen örnekler ile diğer taraf için verilen örnekler kıyaslandığında terazinin bu tarafının çok daha ağır bastığı görülecektir.
“وَاللَهِ لا أَخــذُلُ النَـبِـيَّ وَلا
يَــخــذُلهُ مِــن بَــنِــيَّ ذو حَـسَـبِ”
“Vallahi ben nebiyi asla yardımsız bırakmayacağım. Haseb sahibi olan oğullarım da asla onu yüz üstü bırakmayacaklardır.”[6]
“مَليكُ الناسِ لَيسَ لَهُ شَريكٌ
هُوَ الوَهّابُ وَالمُبدي المُعيدُ
وَمَن تَحتَ السَماءِ لَهُ بِحَقٍّ
وَمِن فَوقِ السَماءِ لَهُ عَبيدُ”
"İnsanların meliki ve hiçbir ortağı olmayan Allah yegane vehhabtır, yaratmayı başlatan ve yeniden yaratandır, göğün altında bulunanların bütününün hakkıyla sahibidir, semanın üzerinde olanların da kendisine Onun kulcağızlarıdır.”[7]
Bu beyitler tevhidin ta kendisidir. Yegâne vehhâbtır şeklinde cümleyi bilerek çevirdik. Zira gramer açısından isim cümlesinin bir öğesi olan haberin başına hüve veya hiye zamirü'l-fasılları gelecek olursa tahsis ve özgülük ifade eder. Ebû Tâlib öyle görünüyor ki günümüz insanının da tevhid-i efalide de hataya düştükleri bir mertebede tevhide sahiptir.
Divanda bunun gibi yığınlarca beyit vardır. Biz yazının hacmini uzatmasın diye sadece numune olarak bu kadarıyla yetindik. Bu beyitler imana, tevhide, İslam'ına delalet etmeyecekse daha ne delalet edecek! Kala kala bir iki rivayete kaldık. Rivayetlerin analizi yapıldığında Ali düşmanlarının nasıl rol aldıkları görülecektir.
L - Ebû Tâlib'in koca şiir külliyatındaki beyitler içerisinde puta ve putperestliğe değil bağlılığını ve inandığını onlara saygıyı ve hürmeti ifade edecek veya Cahiliyye düşüncesi, kanaat ve inancını benimsediğini çağrıştıracak ve ima edecek tek bir beyit bulunmamaktadır. Cahiliyye dönemi şairlerinin şiirlerinde şu veya bu şekilde putlara, Cahiliyye inancına, çirkefliğe bağlılığa yönelik beyitlere çokça rastlanmaktadır.
Okuyucunun görebilmesi için birkaç örnek sunalım.
“وسار بنا يغوث إلى مرادٍ فناجزناهمُ قبل الصباح”
“Yağus (cahiliyye dönemi putlarından çev) bizi Murad kabilesinin üzerine yürüttü. Biz sabah vaktinden önce onlarla çarpıştık.”[8]
Cahiliyye dönemi şairlerinden olan Abdüluzzâ b. Vedîa el-Müzenî ise Menât adlı puta yemin ederek şöyle demektedir:
“إني حلفت يمين صدق برة بمناة عند محل آل الخزرج”
“Âl-ı Hazrec'in semtinin yanında Menât adlı puta sadık ve bağlı kalacağıma dair yeminde bulundum.”[9]
Bir diğer Cahiliyye şairi Evs b. Hacer ise Lat'a yemin ederek şöyle demektedir
“وباللات والعزى ومن دان دينها وبالله إن الله منهن أكبر”
“Lat'a ve Uzza'ya ve onlara yemin olsun ki ve Allah'a da yemin olsun ki, Allah onlardan daha büyüktür.”[10]
Bu şiirler böyle uzayıp gider. İbnü'l-Kelbî'nin Kitâbü'l-Esnâm'ı ile uydurma Garânik kıssasının putları konu edinmesi ve onların şefaatleri umulan turnalar olarak nitelendirilmeleri bize fikir vermesi açısından önemlidir.
Ebû Tâlib'in şiirleri ile müşrik şairlerin şiirleri ve beyitleri arasındaki mukayeseyi okuyucuya bırakıyoruz. Bu iki şiir türü arasında yakından uzaktan bir bağ var mı? Okuyucunun kendisi görüp değerlendirsin.
M - Ayette geçen tebeyyün kelimesinin anlamı üzerinde de biraz duralım. Mucemü Mekâyisi'l-Luğa'da şu bilgiler geçmektedir: Tebeyyünm sülasi mücerred kökü ile ifal kalıpları olan bâne'ş-şeyü ve ebâne “ittidah” ve “inkişaf” anlamlarına gelmektedir. Yani vuzuha kavuşmak ve belirsizliklerin ortadan kalkması.[11]
Bir diğer mucem kitabı olan Misbâhü'l-Münîr'de ise şu bilgiler geçmektedir: Bâne, ebâne, beyyene, tebeyyene ve istebâne bablarının bütünü vuzuh ve inkişaf anlamlarına gelmektedir.[12]
Misbâhü'l-Münir'in müellifi Feyyûmî el-Hamevî, sözcüğün sülasi mücerred, ifal, tefil, tefeüül ve istifal bablarının bütününün aynı ortak anlamı bünyesinde taşıdıklarına vurgu yapmaktadır.
Ancak biz söz konusu bilgiye bir not düşmek istiyoruz. Her ne kadar hepsinde açıklık ve vuzuhluk anlamı varsa da ele aldığımız ayet-i kerimede geçen tebeyyün sözcüğü, tefil babının mutavaatıdır. Dolayısıyla tebeyyün kelimesindeki açıklık ve vuzuhluk diğer bablarla kıyas edilecek gibi değildir. Nitekim Araplar “beyyentu'l-meselete fe tebeyyene” derler. Yani ben bu meseleyi enine boyuna kapalılığı kalmayacak şekilde açıkladım, mesele de bütün çıplaklığı ile gün yüzüne çıktı.
Bu çerçevede ayete yaklaşacak olursak Hz. İbrâhim (a) kutlu torunu Hz. Rasûlullah (s) gibi insanların iman etmelerine ve hidayete erişmelerine oldukça önem veren bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Zira son ana kadar Azer gibi bir şahsiyetin bağışlanması için çaba ve gayret içine giriyor. Artık iman etmediği ve Allah azze ve cellenin açık düşmanı olduğu günyüzüne çıkınca teberrisini devre sokuyor ve ilişkisini kesiyor. Her halükarda İbrahim (a) son ana kadar olanak ve imkanlarını zorlamış, Azer'in iman edip hidayete erişebileceğine dair ümit beslemiştir. Bu açıdan bakıldığında ise Onun istiğfar talebi “Allahım Onu hidayet et! Onun geçmiş günahlarını bağışla” türünden olması kuvvetle olasıdır. Ancak Azer bu dünyadan şirk bataklığına batmış ve Allah Azze ve Celle'ye düşman olmuş bir şekilde ayrılıp da hidayete erişmesi için artık hiçbir yol kalmayınca veya artık imana ilişkin son sözünü söyleyip de Allah'a düşmanlığını ayan beyan ortaya koyunca İbrahim de onun için bağışlanma talebini terk etmiştir.
Açıkçası Enam Suresi 26. ayeti de Ebû Tâlib ile ilgili değerlendirilmektedir. Ancak konuyla bağlantısı zor kurulduğundan ötürü biz o ayeti irdelemek istemiyoruz. Bir sonraki bölümde rivayetlerin sened zinciri ve metin tenkidine geçeceğiz.
Selam, muhabbet ve dua ile.
Önceki makale
[1] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, c. 2, s. 90-91, Dârü Sadr, Beyrut, 1965; İbn Seyyidi's-Nâs, es-Sirteü'n-Nebeviyye (Uyûnu'l-Eser), c. 1, s. 171, Müessesetü İzziddin, 1986-Beyrut; İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, c. 2, s. 65, Dârü'r-Reyyân li't-Türâs, Kahire-1987
[2] Sahih-ü Müslim, Bâbü Ahiru Ayetin Ünzilet Ayetü'l-Kelâleti, hadis no: 1618, Thk: Râid b. Sabrî b. Ebû Alafe, Dâtrü'l-Hadâre, 2. Baskı, 2015
[3] Et-Tabersî, Ebu Ali el-Fazl b. el-Hasan Mecmeü'l-Beyân, c. 5, s. 101, Dârü'l-Ulûm, Beyrut, 1427
[4] Divanü Ebi Talib Ammu'n-Nebî, s. 17, Kafiyetu Ba, 5, Derleme ve şerh: Doktor Muhammed et-Tenûcî, Dârü'l-Kütübi‘l-Arabî, 1. Baskı, Beyrut, 1414
[5] Age, s. 21, Ebû Tâlib'in Hz. Peygamber'i medhettiği bölümden
[6] Divan, s. 22, bölüm 7, beyit no: 4,
[7] Age, s. 37, bölüm 20, Allah-u Teala'yı övmesi
[8] El-Hamevî (h. 626), Şihâbüddîn Ebu Abdullah Yâkût, Mucemü'l-Buldân, c. 5, s. 439, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, 1979
[9] Age, c. 5, s. 205; İbnü'l-Kelbî (h. 204), İbnü'l-Münzir Hişâm b. Muhammed, Kitâbü'l-Esnâm, s. 44, Thk: SAhmed Zeki Paşa, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut
[10] Mucemü'l-Buldan, c. 5, s. 5
[11] Ebü'l-Hüseyin Ahmed b. Fâris b. Zekeriya (h. 329), Mucemü Mekâyisi'l-Luğa, c. 1, s. 328, Dârü'l-Fikir, 1979, Thk: Abdüsselâm Muhammed Hârun
[12] Feyyûmî el-Hamevî, Misbâhü'l-Münîr fi Şerhi Gâribi'l-Kebîr, s. 70. Kitâbü'l-Bâi, bâne maddesi.