İlk ihtilaf... İmam-ı Ali'nin büyüklüğü
unnamed-2.jpg
Bu halleri göz önüne alarak düşünen bir tarihçi, acaba İmam-ı Ali hilafete geçip engellenmeseydi ve bu nazariyeler tatbik olunarak adalet ve itidal kılıcı ile manevi fetihlere devam olunsaydı, ne olacağını sorar! Hiç şüphe edilmez ki, İslamiyet Hıristiyanlığı yutar ve belki de bugün dünyada yalnız bir din bulunurdu: İslam!!!”

İNTİZAR - Aşağıda; 1914 yılında vefat eden, Osmanlı son dönem aydınlarından Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi'nin kaleme aldığı İslam Tarihi kitabının 1979 baskı tarihli nüshasının 273-278 sahifelerinde yer alan ve İslam tarihinin, Peygamberin (s.a.a.) vefatından sonrasındaki ilk ihtilafı hakkındaki, Ehli Sünnet mensubu bir aydın olarak değerlendirisini ilginize sunuyoruz...

İlk ihtilaf

İmam-ı Ali'nin büyüklüğü

Cenâb-ı Nebi'nin irtihali ashabın en büyüklerini şaşırttı. Buna bazısı inanmak istemiyordu, bazısı kendini kaybetmişti. Bununla beraber soğukkanlılığını ve metanetini muhafaza etmiş olan Ebubekir'in irşadı ile ashab kendine geldi. Daha Cenâb-ı Nebi'nin techiz ve tekfini ile uğraşılmakta iken hilafet meselesi ashabın fikirlerini işgal etmeye başlamıştı.

Birinci cildin sonlarındaki muhakemelerimiz hatırlarda kalmış olacağına göre hilafet meselesi Peygamber Efendimiz'in hayatlarında halledilememişti.

Son günlerde Hazret-i Risalet bir vasiyetname yazdırmak arzu etmiş ise de ashab arasında münakaşa ortaya çıktığından Cenâb'ı Nebi bu fikirden vazgeçmişti.

Sevgili Nebi'nin hastalığına rağmen huzurunda münakaşa çıkması, şu hilafet meselesindeki ihtilafın şiddetini göstermektedir.

Hakikat her şeyin üstünde olup onun gizlenip söylenmemesiyle hiç bir maksat hasıl olmayacağından ve özellikle gerçeklerin gizlenmesi veya tevil edilmesiyle faydalı bir tarih yazmak mümkün olamadığından biz, tarih kaidelerini bu gerçeklere de tatbik edeceğiz.

Ashab hakkında rivayet edilen hadislerin tam dikkatle tahilinden anlaşılmış oluyor ki, Cenab-ı Nebi, İmam-ı Ali'nin kendilerinden sonra İslam kafilesinin başı olmasını arzu ediyordu. Çünkü Ali'yi bizzat ve hususi bir  ihtimamla yetiştirmiş olup bütün sırlarına ve işlerine mahrem etmişti. Şu kadar ki, İmam-ı Ali hakkındaki bu tercihinde damat ve amcazadesini kayırmak ve nebiliğe irsi bir saltanat süsü verilmemiş olmak üzere, ashab tarafından iştiraki bir derece şart kılmış idi. Cenâb-ı Nebi arzu ediyordu ki, İmam-ı Ali'yi o makama ashab çıkarsın.

Son günlerdeki vasiyet meselesi ashabın böyle bir tercihe kail olmadığını göstermişti. Bu ruh haletine rağmen Cenâb-ı Nebi yine İmam-ı Ali'nin hilafetini açıkça emretmiş olsaydı, İslam dininin ictimaiyatının ruhu olan meşveret ve ekseriyet, rey ve fikir hürriyeti kaidelerini bozmuş ve geleceğin mes'uliyetini cemiyetin üzerinden kaldırıp nebiliğin uhdesine almış olacaktı.

Hilafet, Ali'nin sülalesinde yerleşeceği cihetle bu sülaleden gelen her amirin işlerinin mes'uliyeti, döne dolaşa Cenâb-ı Nebi'ye varmış olacaktı.

Son günlerde yazılmasından feragat buyurulan vasiyetname itibariyle hilafet makamına açıkça kimse tayın olunmamıştır.

Fakat biraz evveline nazar uzanacak olursa, İmam-ı Ali'nin hakkındaki Peygamber Efendimiz'in tercihi, inkar edilemeyecek bir surette ortaya çıkmış olur. Veda Haccından dönüşünde “Gadirhum” mevkiinde irad buyurduğu bir hutbede:

“Ben kimin mevlası (sahibi, efendisi) isem Ali de onun mevlasıdır” cümlesini dinleyicilere işittirmiştir.

Bu hadis, sahih isnatlarla rivayet edilmiştir. Bu hadisin manası tetkik gözü önüne alınır ve kesinliği düşünülürse, tercih keyfiyeti sabit olur. Bununla beraber bu tercihin ashabın çoğunluğunca teslim edilmiş olmadığı pek çok suretlerle sabittir. İhtimal ki, birtakımları, bu tercihte beşeri bir hususiyet, akraba severlik yahut manası hilafete kadar varmayan bir nevi yüceltme ve saygı gösterme ifadesi görmüşlerdir. İhtimal ki, diğer kısım da, irtihalden hemen sonra Ali'nin halifeliği ile yine bir Haşimi ve Emevi ihtilafının baş göstermesinden korkmuşlardır. Hakim his her ne olursa olsun, bu hadisin “ hilafete nasb manasını ifade eden bir nass” şeklinde telakki edilmediği pek çok delillerle sabittir.

Bu şekilde anlaşılmanın başlıca delillerini şöyle sıralayabiliriz:

1 – Daha bu hadisin söylenmesi sırasında itiraz edenler olmuştur(*).

Siyer-i Halebi sahibi:

“Ben kimin mevlası (sahibi, efendisi) isem Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, ona dost olana dost ol, ona düşman olana düşman ol, onu seveni sev, ona buğz edene buğz et, onu destekleyeni destekle, ona yardım edene yardım et, onu hor göstermek isteyeni hor et, ona iyi davranana sen de iyi davran” ibaresiyle hadis-i şerifini decrettikten sonra otuz kadar doğru sözlü ashabın sahih rivayet ve sarih isnatları ile Ebi Hatem Razi ve Ebi Davud gibi bazı muhaddislerden başkasının naklettiğini beyan ederek diyor ki:

“Hadis-i Şerifin sadır olması şerefi yayılıp herkesçe bilinmesini müteakip Haris bin Numan El-Fehri Medine'ye Hazret-i Resulüllah'ın mukaddes huzuruna gelip:

- Allah'ın birliğine, senin risaletine iman etmekliğimizi emrettin, kabul eyledik. Beş vakit namaz kılmayı, oruç ayında oruç tutmayı, zekat ile mallarımızdın temizlenmesini ve haccı emrettin, itaat ve kabul eyledik. Bunlara razı olmayıp da şimdi amcan oğlunu dahi üstün tutarak bize mevla kıldın. Bu emir Allah'tan mı, yoksa senden mi? diye sual ettiğinde Hazret'i Risalet'in Allah'ı gören iki gözü kızararak:

- Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah üzerine yemin ederim ki, elbette o Allah'tandır, benden değildir, diye üç kere tekrar buyurmuş olması üzerine Harisü'l Fehri:

- Eğer Muhammed doğru söylüyorsa gökten bize bir taş gönder yahut bize acı bir azap ver, diyerek saadetli huzurdan çıkmış ve Allah hakkı için bu adam mescid kapısından çıkmadan başına isabet eden bir taşın ani darbesiyle mürd ve helak olmuştur.” (Siyer-i Haleb, cilt.3, sayfa:274).

2 – Vasiyetin terk edilmesi meselesi, başta Ömerü'l –Faruk olarak, ashabın çoğunluğunca hilafet meselesinin rey ve meşveretle halledilmesinin uygun görüldüğünü göstermektedir.

3 – Vasiyet istenilmesi zarureti bile, İmam-ı Ali hakkındaki hadisin hilafete geçmesi için Peygamber'in bir nassı şeklinde telakki edilmediğini yahut edilmek istenilmediğini göstermektedir.

4 – Ensar'ın kendi reisleri Sa'd bin Ubade'yi hilafet makamına nasba kalkışmaları, zikredilen hadisin ya bilinmediğine yahut hilafet için sarih nass suretinde telakki edilmediğine kesin bir delildir.

5 – Hilafet ihtilafının devam ettiği müddetçe “İmam-ı Ali'nin olgunluk, üstünlük ve akrabalık cihetiyle halifeliğe tercih edilmesi gerektiği”ni öne süren olmuşsa da zikredilen nassa dayanarak iddiada bulunan olmamıştır.

Bütün bu söylenenlerden  çıkan zaruri netice şu oluyor ki, bu kadar üstünlüğüne, olgunluğuna ve kemaline rağmen İmam-ı Ali, ilk Müslümanların çoğunluğu ve ashabın büyükleri indinde başkanlığa seçilmemiştir. İmam-ı Ali'nin, Peygamber Efendimiz'in irtihalinden hemen sonra hilafete nasbı şu neticeleri içine alırdı:

1 - Hilafetin irsi bir şekle, yani zamanın geçmesiyle saltanata dönüşmesi, 2 - şahsiyeti sebebiyle diğerlerinin parlaklığının gölgede kalması ve görünmez hale gelmesi.

Bu iki şey, muhakkak idi. Halbuki muhakkak olmadığı halde düşünülen, umulan ve muhtemel olan şeyler de vardı. Bunun birisi, ashabın büyükleri arasında ihtilafa düşmesi ihtimali idi. Gerçekten Aşere-i Mübeşşere'den birtakımının İmam-ı Ali'nin başkanlığını daha sonra bile kabul edemeyişine bakılırsa böyle bir ihtilafa, muhakkak olmasa bile, pek düşünülebilir ve umulur idi. Halbuki İmam'ı Ali'nin ashabın büyüklerince başkanlığa kabulü şartı ile İslam için başka faydalar da kuvvetle umulur ve beklenirdi. Bu hususta sözü “Univer” külliyatında Suriye tarihini yazmış olan ünlü bir tarihçiye bırakıyoruz. Bu tarihçi zat diyor ki:

“Ömer Faruk'un halifeliği zamanında önce Halid bin Velid ve Ubeyde bin Cerrah'ın kumandanlığı altında Suriye'nin fethine gönderilen İslam askeri pek büyük muvaffakiyetlere nail oldu.

Rum tarihçilerinin yalan ve mübalağalı rivayetlerine rağmen İslam askeri sayıca Rum ordularından pek az iken yiğitlik ve faziletleri sebebiyle galebe ediyorlardı.

Müslümanların aldıkları harp esirleri, İslam askerinin mevcudundan fazla bir dereceye gelmişti.

O vakit orduların iaşesi pek mühim ve pek müşkül bir mesele idi. İslam ordusunun maişeti bin müşkülata tedarik olunurken yüz bini bulan esirlerin iaşesi imkansız bir hale gelmişti.

Bundan başka bu kadar külliyetli esirlerin muhafazası işi de son derece gaileli oluyor ve İslam askerinin bir kısmını muattal bırakıyordu.

Bu sebeplerin zorlaması ile Ubeyde bin Cerrah, esirler hakkında yapılacak tedbiri vaktin halifesi Ömer Faruk'tan sordu.

Ömer Faruk, bu mühim hususu müzakere etmek üzere ulu ashabı davet etti ve bir meşveret meclisi kurdu.

Rahatsızlığı yüzünden mecslise yalnız İslam'ın kadısı İmam-ı Ali gelememişti. Hazreti-i Ömer, Ubeyde bin Cerrah'ın maruzatını meclise bildirdi. Hazır bulunanların rey ve tedbirlerini sordu.

Uzun uzadıya mesele üzerinde konuşulup fikir alışverişi edildikten sonra başta  yumuşak huylu ve şefkatli Osman Zin-Nureyn olduğu halde bütün hazır olanlar mevcut esirlerin idamına karar verdi.

Bu tedbir pek acı, pek dehşetli idi. Fakat başka çare bulunamıyordu. Yüz bin esiri ne satmanın, ne de beslemenin imkanı vardı.

Hazreti Ömer meclisin reyinin ittifak halinde olmasına rağmen, bu tedbiri kabul etmedi. Tekrar İmam-ı Ali'ye haber yolladı:

Ali, meseleyi ve tedbiri anladı ve dedi ki:

- “Ey Mü'minlerin Emiri! Eğer bu yüz bin esiri idam edersen, Hıristiyanlık alemi  ile İslamiyet alemi arasında dağılma ve perişan olma (kıyamet) güne kadar ortadan kaldırılması ve doldurulması kabil olmayan kanlı bir hendek açmış olursun!

“Her iki suretle hareket edersen bizim memleketimizin hükmüne giren Şam'ı yüz bin candan, İslam Hükümetini yüz bin tebaadan mahrum bırakmış olursun. Halbuki bunlar bizim tebaamızdır! Hepsi Şam'dan toplanmış askerdir. Hepsi zalim Rum Hükümetinden nefret eder, sefil ve biçaredir. Bunların kolları, cesetleri  teshir edildi, şimdi de yüreklerinin teshiri sırası geldi.

“Ey Mü'minlerin Emiri!

“Bunları kayıtsız şartsız serbest bırak, sevgi ve adalet nimetinden hisse sahibi et! Varsınlar, çoluk çocuklarına kavuşsunlar, İslam'ın adalet ve merhameti sayesinde saadetle yaşasınlar!..”

Hazret-i Ömer, bu reyi üstün bir sevinçle kabul etti. Ve esirlerin serbest bırakılması için derhal Ebu Ubeyde bin Cerrah'a emir gönderdi.

O vaktin harp vukuatında eşi ve benzeri olmayan bu alicenapça hareket o yüz bin esiri, İslam'ın minnettar ve ihtiyarı esiri etti.

Baalbek kalesi ve nice sarp yerler bu adaletli hükümetin askerine kapılarını açtı. Bu insanlık ve iyilikseverlik o derece tesirde bulundu ki, binlerce halk tamamen kendi istekleriyle İslam'ı kabul etti!

Bu halleri göz önüne alarak düşünen bir tarihçi, acaba İmam-ı Ali hilafete geçip engellenmeseydi ve bu nazariyeler tatbik olunarak adalet ve itidal kılıcı ile manevi fetihlere devam olunsaydı, ne olacağını sorar! Hiç şüphe edilmez ki, İslamiyet Hıristiyanlığı yutar ve belki de bugün dünyada yalnız bir din bulunurdu: İslam!!!”