Gadir-i Hum Hadisi İmamet inancına delalet etmiyor mu?
83584-gadiri-ZH4a_cover.jpg
...inanç ve kanaatimizi kısaca belirtecek olursak Gadîr olayı İlahî emir gereğince vuku bulmuştur. ALLAH AZZE VE CELLE HZ. RASÛLULLAH'A (s.a.a.) İMAM ALİ'NİN HİLAFETİNİ VE İMAMETİNİ ÜMMETE TEBLİĞ ET DİYE EMRETMİŞTİR. Aslında Gadir Hadisi her halükarda hangi olayla ilişkilendirilirse ilişkilendirilsin direkt olarak imamete delalet etmektedir.
Hz. Ali'nin Yemen seferi
 
Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)

İNTİZAR - Son dönemlerde izlediğim bir youtube videosu (İsrafil Balcı- Hz.Ali'nin Hakkı Yendi mi? Gadîr-i Hum'un Perde Arkası) üzerine böyle bir çalışmayı kaleme almaya karar verdim. Videoda bir çok iddia gündeme getirilmekte ve Şia Mektebi mahkum edilmeye çalışılmaktadır. İsrafil Hoca'nın iddialarını kısaca ortaya koymaya çalışalım.

a - Mâide Suresi 628-629 yılları arasında nazil olmuş bir suredir. Dolayısıyla da surenin hiçbir ayeti 629 yılından sonra nazil olmadığına göre Mâide Suresinin 67. ayetinin Gadîr-i Hum olayı ile bağlantılı, olarak nazil olduğu şeklindeki iddiası boş, temelsiz ve yersiz bir iddiadır.

b - Türkiye'de bazılarının/birilerinin bu ve benzeri ayetleri anlatmaları, milletin zihnini ifsat etme amacına mebnidir.

c - Hz. Ali'nin (a.s.) Vedâ Haccından önce Yemen'e gitmesi, oradan dönerken hacc menâsikine yetişmesi için acele etmesi, bu amaçla kervanın başına Bureyde b. Hasîb'i bırakıp kendisinin Mekke'ye gelmesi ve haccı eda etmesi.

d - Vedâ haccından önceki bu Yemen Seferinde Hz. Ali'nin Mezhic kabilesiyle savaşması, elde ettiği ganimetler arasında bir cariye ile münasebette bulunması, bu olaya şahit olan bazı sahabenin Mekke'de olayı Hz. Rasûlullah'a (s.a.a.) şikayet amaçlı olarak aktarmaları.

e - Bu olayı gören sahabenin İmam Ali'ye şantaj etmeye yeltenmeleri ve elde edilen ganimetten daha fazla pay istemeye kalkışmaları.

f - Hz. Ali'nin kervana başkanlık yapması için yerine bıraktığı Bureyde b. Hasîb'in ganimet mallarından söz konusu kişilere fazladan mal vermesi ve Hz. Ali'nin bu duruma vakıf olup fazladan verilen malları alıp Rasûlullah'a (s.a.a.) sunması. Onların da Yemen'de karşılaştıkları olayı Hz. Rasûlullah'a bildirmeleri.

g - Rasûlullah'ın olayı deyim yerindeyse kervanda Hz. Fâtıma annemizin bulunmasından ötürü sümen altı etmeye çalışması, bu olayın gündeme getirilmemesine yönelik çabası ve damadını koruma uğraşısı.

h - "Ben kimin mevlası isem Ali (a.s.) de onun mevlasıdır" ifadesinin bu olay üzerine söylenmesi, hatta açık bir şekilde “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” sözünün anlamının “Susun artık ey insanlar” anlamına gelmesi.

ı - Mâide Suresinin 67. ayetinin Vedâ haccından minimum üç yıl önce nazil olduğu iddiası.

i - Eğer Gadîr hadisi varsayıldığı gibi imamete ve hilafete delalet etseydi Hz. Ali özelde Gadîr genelde ise imametle ilgili diğer nassları hatırlatmadığından ötürü hakikati gizleme gibi büyük bir cürmü işlemiştir.

Yazarın ana hatlarıyla iddiaları bunlardan ibaret. Başka da bir çok şey söylese de biz sadece bu iddiaları yazmakla yetindik.

Biz konuyu oldukça dar bir alanda tutmak istediğimizden ötürü bu iddialardan sadece Gadîr-i Hum'un Hz. Ali'nin Yemen seferinde karşılaştığı bir olay üzerine söylendiği meselesini ele alacağız.

Aslında bu iddiaların her birisinin ayrı bir cevabı var ve her birisi bağımsız bir şekilde ele alınıp cevaplandırılmayı hak ediyor. Biz sadece tek bir konuya yoğunlaşacağız. Örneğin yazarın/konuşmacının Mâide Suresinin 67. ayetinin Şia'nın iddiası olduğu ve bu hususta sanki aykırı hiçbir görüşün bulunmadığını söylemesine yönelik olarak sadece şu kadarını söyleyelim. İsrafil Hoca Celâlüddîn es-Suyûtî'nin el-İtkân'ının Kur'an'dan en son inen ayetler bölümüne baksaydı bu iddianın ta sahabe kuşağından dahi benimseyenlerin olduğunu görürdü. İlmî sorumluluk duygusu eğer bu görüşü benimsemiyor olsanız dahi ‘böyle bir iddia varsa da doğru değildir' demeyi gerektirir. Öyle sanki herkes tarafından benimsenen yargılarındanmış gibi bir tarzda sunmayı değil. Dedik ya biz çalışmamızı sadece bir konuya hasr etmek istediğimizden diğer konulara girmek istemiyoruz. Ama emin olunuz ki bunlardan her birisinin kafî seviyede cevabı vardır. 

Yazarın konuyu anlatımı 

e - Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Gadîr Hadisini Hz. Ali'nin şikayete maruz kalması üzerine beyan etmiştir. Şöyle ki Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Veda Haccı öncesi İmam Ali'yi Yemen'e göndermiş, hacda da onunla buluşmak üzere sözleşmiştir. Hz. Ali (a.s.) Yemen'de Mezhiç kabilesiyle savaşmış, bu savaştan elde ettiği ganimetler arasında bir cariye ile münasebette bulunmuş, onun bu münasebetine ordunun askerleri ve sahabe vakıf olmuş ve bu durum sahabenin tepkisini çekmiştir.

Yemen'de dikkat çeken bir diğer olay ise şudur. Yemen seferinde elde edilen ganimet ve feyden mücahitler fazla pay almak için Hz. Ali'ye müracaat etmiş, talepte bulunmuş ancak onların bu taleplerine Hz. Ali (a.s.) olumlu yanıt vermemiştir. Ali (a.s.) onların bu isteklerine karşı çıkmış ve ganimetteki hisselerinin üzerine fazla pay vermeyince bu da Yemen seferinin bir diğer sorunu haline gelmiştir. Mekke'ye geldiklerinde bu iki problem sürekli gündeme getirilmiş, Hz. Rasûlullah (s.a.a.) o meşhur “ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” cümlesini söylemiştir. Dolayısıyla sözün söylendiği atmosfer ve ortam göz önüne alınınca Şia'nın iddiasını destekleyici hiçbir boyut bulunmamaktadır.

İddiaya neden olan tarihi olaylar 

Bu tarihi olayları cariye ve ganimet taksimi olayı tarihi kaynaklarda geçmekle birlikte yanılgı noktası her ikisinin de Mekke'de gündeme geldiğinin varsayılması ve iki şikayetin de tek bir sefere ait olduğunun düşünülmesidir. Birazdan inceleyeceğimiz gibi her iki şikayet farklı yerlerde söz konusu edilmiş, tarih kaynakları Mekke'nin fethi esnasında cariye şikayeti gibi bir durumun olmadığını bu şikayetin Medine'de olduğunu ortaya koymaktadır. Evet veda haccında bir şikayet söz konusu olmuş, ancak bu sadece ganimet taksimi hususundaki İmam Ali'nin (a.s.) tavizsizliği ile ilgili bir şikayettir.

Biz iş bu çalışmamızda genel olarak Ehl-i Sünnet kaynaklarını temel almakla birlikte yeri geldiği zaman Ehl-i Beyt Mektebi'nin kaynaklarına da müracaat edeceğiz. Gadîr hadisi hakkında çeşitli kuşkular ortaya atılmıştır. Biz ise bu çalışmamızda sadece tek bir şüpheye odaklanıp onu cevaplandırmaya çalışacağız. Şu bir vakıa ki hakikatler; şüpheler, kuşkular ve inkarlarla yok edilmeye çalışılsa da toz bulutların arkasındaki güneş gibi ziya ve nur saçar. İsrafil Hoca olayı çok kısa anlattığından dolayı olayın içerdiği bir çok hakikat da güme gitmektedir. Halbuki olaylar tarih kitaplarında geçtiği gibi anlatılsa değil Hz. Ali'nin (a.s) azameti ve yüceliği, dinî anlayış ve algılayış noktasında mümtaz bir şahsiyet olduğu, hatta diğerlerinin sahip olmadığı bir çok menkıbeye sahip olduğu günyüzüne çıkacaktır. Biz de bunlara çalışmamızda vurgulamaya çalışacağız. 

Esasen insan çevresindeki gerçekleşen olaylardan az çok etkilenir. Bir metni okuyup anlamlandırırken de sahip olduğu bakış açısına göre yorumlar. Bu kelimeyi kullanmak istemesem de maalesef kullanmak zorundayım, İsrafil Hoca bu olay özelinde operasyonel tarihçilik yapmıştır. İmamet ve velayet olgusu yoktur düşüncesinden hareketle olayı kendine uygun düşecek tarz getirmiş ve dinleyiciye/izleyiciye o tarzda aktarmıştır. Biz de düşüncelerimiz, inanç ve kanaatlerimiz var. Olayları, olguları, metinleri bu çerçevede okuruz. Önemli olan azamî oranda objektif olmaya çalışmak, olayı olduğu gibi anlatıp öyle değerlendirmeleri yapmaktır. 

Aslında Gadîr Hadisinin siyak-sibak, söylendiği atmosfer içinde ele alıp değerlendirmeyi çok isterdim. Başta da belirttiğimiz gibi bu çalışmamızı sadece tek bir konuya hasr ettik.

Fakat kısaca da olsa imamet olgusuna aklî bir vurguda bulunmak istiyoruz. Şöyle ki varlığın ve evrenin en net ve en belirgin hakikatlerinden birisi genelde halifetullah özel de ise imamettir.[1] Yani insanlık tarihinde Allah'ın sıfat ve esmasını temsil edecek şahsın varlığı. Nübüvvet ve risalet müessesesi bu kavramın başka bir adla ifade edilmiş şeklidir. Bunlar, Allah'ın ilim, hikmet, adalet, merhamet, sehavet, keramet, izzet gibi niteliklerini kendi kapasiteleri ölçüsünce ortaya koyarlar. Bu nitelikleriyle de insanlara, kılavuz ve rehber olurlar.

Esasında gayb ve şehadet aleminde kılavuzsuz ve rehbersiz bir topluluğa rastlanmamaktadır. Evrenin yatışmaz yapısında canlı ve cansız bir önderlik ve rehberlik kurumu muhakkak vardır. İşte bu yapışmaz yapı akıllı, mürid, muhtar bir varlık olan insan topluluğu için de bir ihtiyaç olarak baş göstermektedir. Bunun 632 yılına kadar getirilip bu yıldan sonra yok sayılması pek mantıklı görünmemektedir. İşte imamet olgusu dediğimiz şey bu kurumun en üst seviyede devam etmesi anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet ve diğer İslam mezheplerine müntesip kardeşlerimiz ile ayrıldığımız nokta burasıdır. Yoksa mesele Ebûbekir ve Ömer mi daha faziletliydi Ali mi daha faziletlidir meselesi değildir. Esasen böyle bir okuma oldukça eksik bir okumadır. Kanaatimizce doğru okuma yukarıda da vurguladığımız ilahî irade tarafından seçilen hakk ve adaleti tesis edecek şahsın varlığı ve yokluğu meselesidir. Ehl-i sünnet kardeşlerimiz 632 yılından sonra artık böyle bir şahsın olmadığını ihtiyaçları karşılamanın ümmetin kendisine tevdi edildiğini benimsemektedirler.  

Peygamber (s.a.a.) farklı ifade kalıpları ve değişik vurgulamalarla bu hakikati ifade etmiştir. Bu vurgu ve buyruklardan birisi Gadîr-i Hum Hadisidir. Hz. Peygamber (s.a.a.) risaletin amacının tahakkuku, sürekliliğinin güvence altına alınabilmesi için Allah'ın emriyle insanların gözü önünde Veda Haccında Ali'yi bir imam ve halifetullahın bir şubesi olarak atamıştır. Risaletin en önemli gaye ve ereği “Hak” ve “adalet”tir. İnsanların hayatları boyunca karşılaştığı sorunlara hak ve doğru cevabı vermeyen ve insanların adalet ihtiyacını temin etmeyen ve insanların soru ve sorunlarını acabalarla çözen bir dinin amacını yerine getirmediği kanaatindeyiz. İşte Rasûlullah (s.a.a.) sonrası İlahî irade tarafından bir kimsenin atanmadığını kabul etmek şöyle veya böyle dinî bir çok noktada acabalar ve en iyimser tabirle görece ve yanlışlarla içiçe adalet üzerine inşa etmek demektir. Zira ne kadar akıllı olursa olsun insanın vereceği cevapların yanlış olma olasılığı sürekli olacaktır. Buna Kur'an metni olarak cevap verecek olsanız dahi yine sonuç değişmeyecektir. Zira o metin ve ilahi irade adına konuşan şahıs atanmış ve seçilmiş bir kişi olmadığından yanlış anlama ve uyarlama olasılığı söz konusudur.

Adalet içinde aynı durum söz konusudur. Adalet için yetkin bilgiye sahip olma ve bilgiyi kendi kötü emelleri uğrunda kullanmamak için tezkiye ameliyesini gerçekleştirme şarttır. Zira toplumun karşılaşacağı sosyal olaylar engin bilgiyi gerektirir. En üst düzeyde engin ve yetkin bilgi sahibi olmayan bir birey ne kadar iyi niyetli olursa yanlış hüküm verebilir ve olayı yanlış değerlendirmiş olabilir.

Varsayalım ki imamet dediğimiz olgu olmamış olsun ve Rasulullah (s.a.a.) insanların soru ve sorunlarının halli için kendisinden sonra hiçbir kimseyi atamamış olsun. Caferî Müslümanlar dışında diğer Müslümanlar böyle bir kimsenin olmadığı görüşündedirler. Bu durumda Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) sünneti üzerinden ortaya çıkan yüzlerce görüşün doğru olma olasılığı olduğu gibi yanlış olma olasılığı da vardır. Bu durumda böyle bir dinin en bariz karakteristik özelliği olan “Hak”kın tecelli ettiğini söyleyebilir miyiz ve böyle bir dine hak din diyebilir miyiz? Yoksa hak dini sadece Allah'ın varlığı, birliği ve Hz. Muhammed'in (s.a.a.) peygamberliği gibi bazı sınırlı meselelerde doğrunun varlığı ile sınırlandırmak ne derece tutarlıdır?

Her neyse Gadîr hadisi hakkındaki kuşkulardan birisi Rasûlullah'ın (s.a.a.) Gadîr hadisini Hz. Ali'yi imamet, hilafet ve velayet makamına atamak için söylemediği ve Hz. Ali karşıtı bazı kimselerin bir takım şekva ve serzenişleri üzerine söylediği kuşkusudur. Şöyle ki Rasûlullah (s.a.a.) Yemen'e gönderilmek üzere bir ordu oluşturmuş, başına İmam Ali'yi atamış, bu seferde bir takım olaylar vuku bulunca orduda bulunan bazı sahabe Hz. Ali'yi şikayet etmiş, Rasûlullah (s.a.a.) bu şikayeti izale etmek için Gadîr Hadisi'ni söylemiştir. Dolayısıyla bu hadisten Şia'nın iddia ettiği gibi bir imamet anlayışı çıkmaz.

Bu konu çerçevesinde hadis mecmualarına müracaat edildiğinde bir çok rivayetle karşılaşılır. Bu rivayetlerin içeriğindeki çelişkiler gözden kaçmamaktadır. Aynı şekilde tarihçilerin sunduğu verilerde de ihtilaflar gözlenmektedir. Bu çelişki ve ihtilaflar bazı Ehl-i Sünnet Bilgin ve araştırmacılarının yanlış bir sonuca ulaşmalarına ve hatalı bir çıkarsamada bulunmalarına neden olmuştur.

Bizi böyle bir çalışmaya iten husus Profesör İsrafil Balcı'nın Gadîr-i Hum ile Youtube'da yer alan “Hz.Ali'nin Hakkı Yendi mi? Gadîr-i Hum'un Perde Arkası” başlıklı konuşmasıdır. Videoyu ilk dinlediğimde düşüncenin İsrafil Hoca'ya ait olduğunu ve kendi hamuleleri olduğunu düşündüm. Ancak biraz tarihi kaynaklara bakınca bu şüphenin kadim bir şüphe olduğunu gördüm ve bu makaleyi Ozan Kemal Sarıalioğlu'nun da teşviki ile kaleme almaya karar verdim. Elden geldiğince de şüpheye bilimsel cevaplar vermeye çalıştık.

Evet şüphe kadim olmakla birlikte günümüzde de bu şüphenin İsrafil Hoca örneğinde olduğu gibi dillendiricileri bulunmaktadır.

İlk dillendirenler 

Bu şüpheyi bir açıdan ilk dillendirenin Kadı Abdülcebbar olduğunu söylemek mümkünse de net bir şekilde ortaya koymadığından ve "üstadlarımızdan" şeklinde bir ifade kullandığından ona değinmeyi uygun görmüyoruz.

A - Beyhakî (458)

Beyhakî, el-İtikâd ve'l-Hidâye adlı eserinde Gadîr Hadisi hakkında şöyle der: “Muvâlât (Gadîr) hadisinin senedi sahih olsa dahi hadisin metninde Ali'nin Rasûlullah'tan (s.a.a.) sonra velayete atandığına dair açık bir nass söz konusu değildir. Biz el-Fadâil adlı eserde bu hadisin geliş kanallarından Hz. Peygamber'in (s.a.a.) bu hadisten maksadına delalet eden şeyi zikrettik. Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.a.) onu Yemen'e gönderdiğinde onun hakkında bir çok kişi şikayette bulunmuş ve ona buğzlarını izhar etmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a.) ona duyduğu özel ilgisini ve sevgisini dile getirmek istemiş, insanları da bu sevgiye, onu dost edinmeye ve ona düşmanlığı terk etmeye teşvik etmek istemiş ve bu amaçla da ‘من كنت وليّه فعلي وليّه /ben kimin velisi isem Ali (a.s.) de onun velisidir' buyurmuştur.[2]

B - İbn Kesîr (H.774)

el-Bidâye ve'n-Nihâye adlı eserinde “Hz. Rasûlullah'ın Veda Haccından Önce İmam Ali ile Hâlid b. Velîd'i Yemen'e Göndermesi” diye bir başlık atar. İmam Ahmed, Buhârî ve özellikle de Beyhakî'den bu sefer hakkındaki rivayetleri aktarır. Beyhakî'nin tespitlerinin doğruya daha yakın olduğunu belirttikten sonra konu hakkındaki kendi görüşünü şöyle ortaya koyar:

Hz. Ali'nin, zekat develerini kullanma­larına müsaade etmeyişi ve yerine bıraktığı vekilinin kendilerine verdiği elbiseleri geri alışı orduda epey dedikoduya sebep olmuştu. Ancak Hz. Ali bu yaptığı işte mazurdu. Hacılar arasında da bu dedikodu yayılmıştı. Allah bilir ya bu sebepledir ki, Rasûlullah (s.a.a.), Veda haccını tamamladıktan ve Medine'ye dönüş yoluna koyulduktan sonra Gadîr-i Hum mevkiine vardı. Orada kalkıp insanlara hitabta bulundu. Ali'nin suç­suz olduğunu söyledi, şanını yüceltti. Faziletli bir insan olduğuna dikkatleri çekti ki; insanların kalplerine onun aleyhine yerleşmiş olan duygular yok olup gidermeye çalıştı.[3]

Şimdilik bu pasaj hakkında kısa iki değerlendirmede bulunalım.

a - İbn Kesir eğer garezkar davranmamışsa bu metinde şu üç tane olayı birbirine karıştırmıştır. Büreyde'nin şikayeti, Yemen'e gönderilen ordunun kumaşlarla ilgili şikayeti ve Gadîr-i Hum'da vuku bulan kuşku.

b - Hz. Ali'nin (a.s.) Allah'ın dini hususundaki tavizsizliği bu zat “mazurdur” diye nitelendirmektedir. İlerde de göreceğimiz gibi “Ben, kamu malını kimsenin su istifadesine sunmam, bu Müslümanların malıdır” şeklindeki bir hassasiyet ve erdem ne zamandan beri mazur davranış kapsamına girdi. Allah aşkına siz düşünün, bir belediye başkanının veya bir valinin yahut da bir bakanın yanına gittiniz ve o şahıstan kamuoyuna ait bir malı size bağışlamasını istediniz. Bakan da bu malda tüyü bitmemiş yetimin malı var diyerek bu isteğinizi ret etti. Bu durumda bakan bu davranışından dolayı övülmeli mi yerilmeli mi? İbn Kesîr'e göre yerilmeli. Çünkü bu tavrı gösteren Ali (a.s.). Ali'nin (a.s.) mazur oluşu kendisinden öncekilerin bu tür durumlarda istekte bulunanın bu isteğini yerine getirmeleri şeklindeki tavırlarına aykırı davranması. 

İbn Kesîr bu yorumu sadece burada yapmaz. el-Bidâye ve'n-Nihâye'nin aynı cildinin başka bir yerinde “Hz. Peygamberin Gadîr-i Hum Denen Yerde Hutbe İrad Etmiş Olduğuna Dair Nakledilen Hadisler” başlığı altında benzer sözleri tekrarlayarak şöyle der:

Gadîr-i Hum, Cuhfe'ye yakın bir yerdir. Mekke ile Medine arasın­dadır. Veda haccı dönüşünde Rasûlullah (s.a.a.), burada cemaate bir hutbe irad etmiştir. Bu hutbesinde Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) fazilet ve üstünlüğünü beyan etmiştir. Onur ve şerefinin sağlam ve temiz olduğunu, Yemen diyarında beraberinde bulunan kimselerin kendisi aleyhinde söylemiş oldukları sözlerin dayanaksız olduğunu izah etmiştir. Bazı kimseler, onun yaptığı adaletli işleri baskı, zulüm ve cimrilik olarak değerlendirmişlerdi. Oysa onun yaptığı işlerin doğruluğunu Rasûlul­lah bu hutbesinde açıklamıştı. İşte bu sebeple Peygamber (s.a.a.), hac menasikini beyan edip Medine'ye dönmeye başladığı zaman yolda zülhicce ayının on sekizinci günü (pazar günü) Gadîr-i Hum denen mevkide bir ağacın altında in­sanlara hutbe irat etmişti. Bu büyük ve önemli hutbesinde bazı şey­leri beyan etmişti. Hz. Ali'nin (a.s.) faziletini, güvenirliğini, adaletini, ken­disine olan yakınlığını beyan buyurmuş, böylece insanların kalbinde ona karşı bulunan şüpheleri gidermişti[4]

C - İbn Hacer El-Mekkî (974)

Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.), bu hadisi buyurmasının diğer bir sebebi de Hafız Şemseddîn el-Cezerî'nin İbn İshâk'tan rivayet eylediğine göre, Hz. Ali (a.s.); Yemen'de görevli iken beraberinde bulunanların bazılarının onun gıyabetinde bulunmalarıdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.a.) hacc-ı şerifini ifa ettikten sonra, Hz. Ali'nin (a.s.) şerefine işaret etmek ve Büreyde gibi bazı kimselerin Hz. Ali (a.s.) hakkındaki gıybetini reddetmek için mezkûr hutbesini okumuştur. Nitekim Buhârî, hadîs kitabında yazdığına göre Büreyde, Hz. Ali'den (a.s.) kuşkulanıyordu. Sebebi ise, -Zehebî'nin sahih olduğunu vurgulayarak rivayet ettiğine göre- Büreyde, Hz. Ali (a.s) ile Yemen'e giderken, ondan bir üzecek bir takım davranışlar görmüş ve onu Hz. Peygamber'in (s.a.a.) nezdinde küçük düşürmek istemiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.a.) mübarek yüzünün rengi değişerek, Büreyde'ye, ‘Ey Büreyde! Ben mümünler için canlarından daha evla değil miyim?” buyurdu. Büreyde, “Evet ey Allah'ın Rasulü” dedi. Hz. Peygamber (s.a.a.) buyurdular ki: Ben kimin mevlâsı isem, Âli de onun mevlâsıdır.[5] 

D - Dehlevî (1239)

Seyyid Mîlânî, Nefehâtü'l-Ezhâr adlı eserinde Şah Veliyullah ed-Dehlevî'den bir aktarımda bulunur. O şöyle der: “Tarihçiler ve Siyer ehlinin rivayet ettiği üzere Gadîr hutbesinin nedeni açık bir şekilde emirin sevgisini ifade etmektir. Şöyle ki Büreyde el-Eslemî ve Hâlid b. Velîd gibi Hz. Emir ile Yemen'de birlikte bulunan sahabeden bir grup Hz. Peygamber'in yanına vardıklarında Hz. Emir hakkındaki bir takım yersiz şikayetlerde bulundular. Rasûlullah (s.a.a.) bu tür sözlerin çoğaldığını görünce ve Hz. Ali'ye yönelik şiddetli sevgisi de onları bu şikayetten alıkoymayınca bu genel hutbeyi irat etmek zorunda kaldı. Konuşmasına Kur'an'ın bir ayetiyle başlayarak devamında ‘ben müminlere kendi nefislerinden daha evla değil miyim?' dedi.”… Muhammed b. İshak ve diğer siyer erbabı bu kıssayı detaylarıyla rivayet etmişlerdir.[6]

E - İsrafil Balcı 

İsrafil Hoca da Hz. Ali'nin Yemen'de bir kadın ile gönül ilişkisinde bulunduğunu Mekke'ye hac döneminde gelen sahabenin Hz. Ali'yi şikayet etmesi üzerine Peygamber'in (s.a.a.), deyim yerindeyse damadına sahip çıktığını ve dedikoduların dinmemesi üzerine Gadîr hadisini söylediğini dile getirir.

Bunun yanında Mehmet Azimli ile Adnan Demircan Hocalar'ın da aralarında bulunduğu bir çok akademisyenin buna yakın açıklamaları vardır.

Kadim dönemlerden dört bilgin ile Türkiyemizden bir akademisyenin açıklamalarının bir makalenin hacmi için yeterli olduğu kanaatindeyiz.

Şikayete konu olan olayın analizi 

Hemen şunu belirtelim ki Beyhakî ve İbn Kesîr'in yorum sadedinde zikrettikleri şey aslında tahminden öte bir şey değildir. Dikkatlice bakıldığında bu yoruma ilişkin herhangi bir karine veya delilin olmadığı rahatlıkla görülecektir. Deyim yerindeyse bu sözler ilmî temeli olmayan ve herhangi bir hüccet, delil ve karineye dayanmayan gelişigüzel bir yorumdan öteye geçmemektedir. Çünkü konu hakkındaki sahih hadisleri ve tarihi metinleri inceleyen bir kimse Hz. Ali'nin Yemen'e sadece bir defa değil birkaç kez gittiğini ve bu şikayetin Gadîr Olayıyla direkt bağlantısı olmadığını rahatlıkla görür.

Şöyle ki Hz. Ali (a.s.) ilk Yemen Seferinde bir İslam Davetçisi olarak gitmiş, İslam ordusunu yönetmiş ve bazı Yemen kabileleriyle savaşmıştır. Bu askeri hareketin akabinde Hemdân Kabilesi isteyerek İslam Dinini benimsemiştir. Bu askeri harekete katılan Büreyde, Hâlid b. Velîd'in tahrikiyle Medine'ye gidip İmam Ali'yi Hz. Peygamber'e (s.a.a.) şikayet etmiş, Hz. Peygamber (s.a.a.) onun bu şikayetini reddetmiş, Hz. Ali'nin erdem ve faziletini açıklamıştır. İşte bu şikayet olayı Hz. Rasûlullah'ın hac yolculuğundan çok önce vuku bulmuştur. İkinci olarak da Hz. Ali'ye ilişkin bu şikayet Mekke'de değil Medine'de meydana gelmiştir. Bu konunun detayını ilerleyen bölümlerde hadisleri sunarken arz edeceğiz.

İmam Ali'nin ikinci Yemen seferi ise yargıçlıkla alakalıdır. Şöyle ki Yemen ahalisi İslam Dinini benimsedikten sonra Hz. Rasûlullah (s.a.a.) aralarında hüküm versin ve Yemen'de yargıçlık yapsın diye İmam Ali'yi göndermiştir. İmam Ali'nin bu seferine ilişkin bir şikayet söz konusu olmamıştır veya en azından biz rastlayamadık. Aslında bu husus dikkat çekici. Hz. Ali'nin sahabe ile birlikte gittiği Yemen seferlerinde bir şikayet söz konusu oluyor, ancak Ali'nin (a.s.) tek başına gidip yargıçlık yaptığı Yemen seferinde bir problem ile karşılaşılmıyor. İnsan sormadan edemiyor, Hz. Ali aynı Ali, problemin nedeni ne acaba!?

İmam Ali'nin üçüncü Yemen seferi sadaka mallarını toplamak içindir. İmam Ali (a.s.) bu üçüncü seferinde emir ve komutan olarak atanmış, görevini yerine getirdikten sonra Veda Haccını eda etmek için Hz. Peygamber'e (s.a.a.) katılmış ve veda haccını yerine getirmiştir. İşte ordusunda bulunan bazı kimseler İmam Ali'yi şikayet edince Hz. Rasûlullah (s.a.a.): “أيها الناس، لا تشكوا علياً، فو الله إنه لأخشن في ذات الله وفي سبيل الله /Ey insanlar! Ali'yi şikayet etmeyiniz. Kuşkusuz Ali, Allah'ın zatı hakkında ve Allah yolunda şikayet edilemeyecek kadar tavizsiz bir kimsedir.”[7]

İşte bu sefere ilişkin Hz. Ali hakkındaki şikayet Mekke'de vuku bulmuştur. İlerde de ele alınacağı gibi onların bu şikayetlerinin Gadîr Hadisi ile bir bağının olduğunu söylemek güçtür.

İmam Ali'nin Yemen seferlerinin tarihsel kronolojisinin doğru olduğunu tespit edebilmek için bu alanda aktarılan rivayetleri ve hadisleri arz etmeye çalışacağız.

Öncelikle Ali'nin Yemen seferlerini şöyle taksim etmek mümkündür.

a - İslam'a davet için Yemen'e gitmesi

b - Yargıçlık için Yemen'e gitmesi

c - Zekat mallarının toplamak amacıyla Yemen'e gitmesi

HZ. Ali'nin Yemen seferleri ve rivayetleri 

A - Davetçi Ali

Buhârî'nin (H. 256) rivayeti 

Buhârî kendi Sahihinin Kitâbü'l-Meğâzîsinde biri Berâ'ya diğeri de Büreyde'ye ulaşan isnad zinciri ile iki hadisi tahriç eder:

حَدَّثَنِي أَحْمَدُ بْنُ عُثْمَانَ ، حَدَّثَنَا شُرَيْحُ بْنُ مَسْلَمَةَ ، حَدَّثَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ يُوسُفَ بْنِ إِسْحَاقَ بْنِ أَبِي إِسْحَاقَ ، حَدَّثَنِي أَبِي ، عَنْ أَبِي إِسْحَاقَ ، سَمِعْتُ البَرَاءَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، بَعَثَنَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَعَ خَالِدِ بْنِ الوَلِيدِ إِلَى اليَمَنِ ، قَالَ : ثُمَّ بَعَثَ عَلِيًّا بَعْدَ ذَلِكَ مَكَانَهُ فَقَالَ : مُرْ أَصْحَابَ خَالِدٍ ، مَنْ شَاءَ مِنْهُمْ أَنْ يُ عَقِّبَ مَعَكَ فَلْيُعَقِّبْ ، وَمَنْ شَاءَ فَلْيُقْبِلْ فَكُنْتُ فِيمَنْ عَقَّبَ مَعَهُ ، قَالَ : فَغَنِمْتُ أَوَاقٍ ذَوَاتِ عَدَدٍ

el-Berâ b. Âzib şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.a.) bizi Hâlid b. Velîd ile beraber Yemen'e göndermişti. Bundan sonra da Ali İbn Ebî Tâlib'i, Hâlid b. Velîd'in yerine gönderdi ve Ali'ye: Evvelce Hâlid b. Velîd'in beraberinde Yemene giden mücâhidlere şu emri ilân et: Onlardan seninle beraber düşman takibine gitmek isteyenler gidip takip etsinler (ve yeni ganîmetten faydalansınlar), dileyenler de gitmeyip dönsünler, buyurdu. Bu emir üzerine ben de Ali ile beraber düşmanı takip eden grup içinde yer aldım.” [8]

Buhârî aynı kıssayı bir başka tarîkle Abdullah b. Büreyde kanalıyla babası Büreyde'den tahriç eder.

حَدَّثَنِي مُحَمَّدُ بْنُ بَشَّارٍ ، حَدَّثَنَا رَوْحُ بْنُ عُبَادَةَ ، حَدَّثَنَا عَلِيُّ بْنُ سُوَيْدِ بْنِ مَنْجُوفٍ ، عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ بُرَيْدَةَ ، عَنْ أَبِيهِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، قَالَ : بَعَثَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلِيًّا إِلَى خَالِدٍ لِيَقْبِضَ الخُمُسَ ، وَكُنْتُ أُبْغِضُ عَلِيًّا وَقَدِ اغْتَسَلَ ، فَقُلْتُ لِخَالِدٍ : أَلاَ تَرَى إِلَى هَذَا ، فَلَمَّا قَدِمْنَا عَلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَكَرْتُ ذَلِكَ لَهُ ، فَقَالَ : يَا بُرَيْدَةُ أَتُبْغِضُ عَلِيًّا ؟ فَقُلْتُ : نَعَمْ ، قَالَ : لاَ تُبْغِضْهُ فَإِنَّ لَهُ فِي الخُمُسِ أَكْثَرَ مِنْ ذَلِكَ

Bureyde, şöyle demiştir: Peygamber (s.a.a.) Ali'yi ga­nimet mallarının beşte birini almak için Yemen'e, Hâlid b. Velîd'in yanına göndermişti. Bu seferde ben Ali'ye öfkeleniyordum. Çünkü Ali (ganimetten hissesine bir câriye almış, sabahleyin de) yıkanmıştı. Ben de Hâlid b. Velîd'e: ‘Şu Ali'yi görmüyor musun? (Bak ne yaptı?) dedim'

Nihayetinde Hz. Peygamber'in huzuruna geldiğimizde Ali'nin bu hare­ketini Peygamber'e zikrettim. Bunun üzerine Peygamber: ‘Ey Büreyde! Ali'ye öfkeleniyor musun?' buyurdu. Ben: Evet (öfkeleniyorum), diye tasdîk ettim.

Peygamber: Sen Ali'ye öfkelenme! Çünkü onun ganimet malının beşte birindeki hissesi, aldığı cariyeden daha çoktur, buyurdu[9]

Bu hadisle ilgili olarak ilerde şu iki olayı ele alacağız.

a - Bu şikayet Gadîr-i Hum ile mi ilgilidir?

b - Hz. Ali'nin Yemen Gazası'nda humustan cariye almış olduğunun doğruluğu ve şerîliği

İmam Ahmed (h. 241) ve Nesâî'nin rivayeti (H. 303)

İmam Ahmed Müsnedi'nde, Nesâî ise Sünen ve'l-Hasâis'in Büreyde'den şöyle rivayet etmektedir: “Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Hâlid b. el-Velîd'i bir seriye, Ali b. Ebû Tâlib'i ise başka bir seriye ile Yemen'e göndererek şöyle buyurdu: “Eğer birleşecek olursanız Ali (a.s.) insanların imamıdır. Eğer ayrılacak olursanız her biriniz kendi ordusunun imamıdır. Bizler Yemen ahalisinden Ben-i Zeyd kabilesiyle karşılaştık. Onlarla çarpıştık. Müslümanlar müşrikler karşısında galip geldiler. Savaşanlarını öldürdük. Çoluk çocuklarını esir aldı. İmam Ali (a.s.) bir kadını kendi nefsine tahsis etti.

Büreyde der ki: Hâlid b. Velîd bu durumu haber veren bir mektubu yazıp benimle Rasûlullah'a (s.a.a.) gönderdi. Ben Hz. Peygamber'in (s.a.a.) yanına gelip mektubu ona verdim. Mektup Hz. Peygamber'e (s.a.a.) okununca Rasûlullah'ın (s.a.a.) mübarek simasında öfke alametlerini görünce şöyle dedim: “Ey Allah'ın Rasulü! Bu sığınacak bir kimsenin konumudur. Beni bir adamla gönderdin ve ona itaat etmemi bana emrettin. Ben de beni kendisiyle gönderdiğin şeyi yerine getirdim.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.a.): “Ali hakkında böyle bir şeye düşme. Çünkü O bendendir; ben de Ondanım. O benden sonra sizin velinizdir. O benden, ben de Ondanım. O benden sonra sizin velinizdir. (İki defa)[10]

Müsned'in iki muhakkıkından Şuayb el-Arnavût bu hadisi Eclah el-Kindî'den dolayı zayıf sayarken, eserin diğer baskısının muhakkıkı olan Hamza Ahmed Zeyn bu hadisi “Hadisin isnadı sahihtir” diyerek hadisin sahih olduğunu belirtir.[11]

İmam Ahmed Müsnedi'nde Ebû Muâviye'den, O da Ameş'ten O da Saîd b. Ubeyde'den, O da İbn Büreyde'den; O da kendi babasından şöyle rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a.a.) bizi bir seriyye ile gönderdi.

Büreyde der ki; Biz geldiğimizde Rasûlullah: “Adamınızı nasıl buldunuz?” diye sordu. Ya ben veya benim dışımda birisi onu şikayet etti. Ben yere çokça bakan bir kimseydim. Bir ara başımı kaldırdım. Bir de ne göreyim. Rasûlullah'ın (s.a.a.) yüzü kıpkırmızı olmuş ve ‘Ben kimin velisi isem şu Ali de Onun velisidir' diyordu.”[12]

Heysemî bu hadis hakkında şöyle der: Bu hadisi Bezzâr rivayet etmiştir. Hadisin isnad zincirindeki raviler sahih hadisin ricalıdır.[13]

Mecmeü'z-Zevâid'in muhakkık ve muharrici, hadisin hem sahih isnad zincirine hem de zayıf isnad zincirine sahip olan kanallarını zikreder. Dolayısıyla bu hadisin en az birkaç geliş kanalının olduğunu bunların bir bölümünün sahih bir bölümünün zayıf olduğunu anlayabiliyoruz.[14]

Aslında bütün bu hadislere birer not düşmek gerekebilir. Rasûlullah'ın (s.a.a.) böyle bir tavırda bulunuyor olması Onun haklı ve doğru olduğunu göstermez şeklindeki bir bakış açısını Müslümanların analiz etmesini istirham ediyorum. Pekala sevdiği bir kimseyi koruma dürtüsüyle hareket etmiş olabilir ve en nihayetinde beşerdir, türünden yamuk bakış açılarıyla itiraz edilebilir. Ancak biz ötekilerin durduğu yerden değil de Rasûlullah'ın (s.a.a.) durduğu yerde durmayı ve oradan bakmayı daha sağlıklı görüyoruz. Rasûlullah (s.a.a.) bir konu ve bir mesele hakkında bir tavır ortaya koymuşsa Rasûlullah'ın (s.a.a.) tavır ve tutumuna acabalı bakmaktansa sahabenin tavır ve tutumuna acabalı bakmayı doğruya daha yakın görmekteyiz. Kitab-ı Kerim'in ifadesiyle İlahi İradenin ba's, ictiba, istıfa ve ihtiyar amellerine muhatap olan bir şahıs diğer insanlardan daha çok Adl ve Kıst (adalet, hak ve hakkaniyet) kavramlarını yansıtır.

Bu hadisi ayrıca İbn Hacer, İbn Asâkir ve Sâlih eş-Şâmî de tahriç etmişlerdir.[15]

Sâlih eş-Şâmî bu rivayetleri aktardıktan sonra kendince şu çözümü bulur: “Hz. Ali'nin cariye ile ilişkiye girmesi, içinden çıkılmaz görünebilir. Bir ihtimal ki cariye daha baliğ olmamıştı; yahut Hz. Ali'nin olduktan sonra âdet görmüş, bir gün ve geceden sonra temizlenmiş, Hz. Ali de onunla ilişkiye girmişti. Yahut cariye özür sahibiydi. Hz. Ali'nin kendisine pay ayırması da problem gibi görünebilir. Bazıları, ayırdığı payda ona ortak olan kimselerden fazla bir pay almasının caiz olduğunu söylemişlerdir.[16]

İlerleyen bölümlerde hem bu rivayetin hem de yukarıda geçen İbn Ebî Şeybe'nin rivayetinin üzerinde duracağız. Gerçi bu rivayette her ne kadar Yemen sözcüğü geçmemişse seriyye kelimesinin kullanılmış olmasını diğer rivayetlerle birlikte değerlendirdiğimizde kolaylıkla kast edilenin Yemen seriyyesi olduğu anlaşılır.

C - Taberânî'nin (H. 360) rivayeti 

Taberânî kendi isnadıyla İbn Büreyde kanalıyla Büreyde'den şöyle rivayet etmektedir: “Rasûlullah (s.a.a.) İmam Ali'yi Yemen'e; Hâlid b. Velîd'i ise Cebel'e emir olarak göndererek şöyle buyurdu: Eğer ikiniz bir araya gelecek olursanız Ali (a.s.) insanların emiridir. İki birlik bir araya geldiler ve benzeri görülmemiş ganimetler ele geçirdiler. Ali (a.s.) humustan bir cariye aldı. Hâlid b. Velîd, Büreyde'yi çağırarak şöyle dedi: “Ali o cariyeyi ganimet aldı. Ali'nin yaptığını Hz. Peygamber'e (s.a.a.) haber ver.” Ben de bunun üzerine Medine'ye gelip Mescid'e vardım. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) o esnada evindeydi. Ashabından bir grup ise Onun kapısında beklemekteydiler. “Ey Büreyde arkanda ne haber ver?” diye sordular. Ben de: “Hayırdır, Allah Müslümanlara fetih bağışladı.” Dedim. Bunun üzerine onlar: “Peki seni öyleyse Medine'ye getiren sebep nedir?” diye sorunca “Ali'nin humustan aldığı bir cariye. Bunu Hz. Peygamber'e haber vermek üzere geldim.” dedim. Onlar: “Onu haber ver. Belki de bu davranışı Onu Rasûlullah'ın (s.a.a.) gözünden düşürür.” dediler. Bu esnada Rasûlullah (s.a.a.) konuşulanları dinliyordu. Öfkeli bir şekilde çıktı ve “Ali'yi küçük düşürmeye çalışan bir kavme ne oluyor ki!? Kim Ali'yi (a.s.) kusurlu görmeye çalışırsa hiç kuşkusuz beni kusurlu görmüştür. Kim Ali'den (a.s.) ayrılırsa benden ayrılmıştır. Ali (a.s.) bendendir ben de ondanım. O benim tıynetimden yaratılmıştır. Ben de İbrahim'in (a.s.) tıynetinden yaratılmışım. Ben İbrahim'den üstünüm. İnsanlar birbirinden gelme nesiller halindedir. Allah işitendir bilendir.” Dedikten sonra şöyle devam etti: “Ey Büreyde! Ali'nin (a.s.) aldığı cariyeden daha çok paya sahip olduğunu bilmiyor musun? O benden sonra sizin velinizdir.” Ben de bunun üzerine “Ey Allah'ın Rasulü! Sahabilikle uzat elini de İslam üzere yeni baştan sana biat edeyim.” Dedim. Rasûlullah: “Ona İslam üzere biat edinceye kadar ondan ayrılmadın ki!” dedi.

Bu hadis Ebû İshak kanalından ancak bu isnad ile rivayet edilmiştir. Hüseyin el-Eşkar bu hadiste tek kalmıştır.[17]

Heysemî der ki: Bu hadisi Taberânî Mucemü'l-Evsat'ta rivayet etmiştir. Hadisin isnad zincirinde tanımadığım kimseler vardır. Hüseyin el-Eşkar'ı cumhur zayıf, İbn Hibbân ise sika olarak kabul etmektedir.[18]

D - İbn Ebî Şeybe'nin (H. 235) rivayeti

İbn Ebî Şeybe der ki; bize Affân rivayet etti ve dedi ki; bize Cafer b. Süleymân rivayet etti ve dedi ki; bana Yezîd er-Reşk, Mutarrıf'tan; O da İmran b. Husayn'dan rivayetine göre İmrân şöyle der: “Rasûlullah (s.a.a.) bir seriyye gönderdi ve başına Ali'yi emir olarak atadı. Ali bir şey yapınca seriyedekiler onun bu davranışına karşı çıktılar. Ashabtan dört kişi bunu Rasûlullah'a (s.a.a.) bildirmek üzere sözleştiler. Müslümanlar bir seferden geldiklerinde ilk iş olarak Rasûlullah'a (s.a.a.) gider, ona selam verir, ona nazar eder, sonra da kervanlarına gitmek üzere ayrılırlardı.

Bu seriyye de gelince Rasûlullah'a (s.a.a.) selam verdiler. O dört kişiden birisi ayağa kalkarak şöyle dedi: “Ey Allah'ın Rasulü! Ali'nin şöyle şöyle yaptığını görmez misin?” Rasûlullah (s.a.a.) yüzündeki öfke okunur bir haldeyken ona yönelerek şöyle dedi: “Ali'den ne istiyorsunuz? Ali'den ne istiyorsunuz? Ali bendendir ben de Alidenim. Ali benden sonra bütün müminlerin velisidir.[19]

Bu hadisi Taberânî de Mucemü'l-Kebîrinde tahriç etmiştir. Bu hadiste geçen “فصنع علي شيئاً أنكروه /Ali bir davranışta bulundu. Seriyyedeki onun bu davranışını yadsıdılar” ifadesi yerine “فأصاب علي جارية فأنكروا ذلك عليه /Ali bir cariye aldı. Onlar da onun bu davranışına karşı çıktılar.” İfadesi geçmektedir.[20]

Aynı hadisi İbn Hibbân Sahihinde[21] tahriç ederken Ahmed de Müsnedinde tahriç etmiştir. Ancak İmam Ahmed'in rivayetinde “Bu seferinde Ali bir şey ihdas etti.[22] ifadesi geçmektedir. Tirmizî de tahriç etmiş ve hadisten sonra “Bu hadis hasen garibtir. Bu hadisi sadece Cafer b. Süleymân'ın rivayeti ile bilmekteyiz.”[23] der.

İbn Kesîr ise el-Bidâye ve'n-Nihâye'de şöyle der: “Bu hadisi Tirmizî ve Nesâî Kuteybe'den; O da Cafer b. Süleymân'dan rivayet etmişlerdir. Tirmizînin anlatımı uzundur ve rivayetinde ‘O esirler arasında elde ettiği bir cariye ile cinsel ilişkide bulundu.' ibaresi vardır. Rivayetten sonra ‘Bu hadis hasen garibtir. Bu hadisi sadece Cafer b. Süleyman'ın rivayetiyle bilmekteyiz' notunu düşer.”[24]

Zehebî ise bu hadis hakkında şu notu düşer: Bu hadisi Ahmed Müsnedinde tahriç etmiştir. Tirmizî de Câmiinde tahriç etmiş ve hasen olduğunu vurgulamıştır. Nesâî de Süneninde rivayet etmiştir.[25] Hâkim el-Müstedrek'te rivayet ettikten sonra “Bu hadis Müslim'in şartına göre sahih olduğu halde tahriç etmemiştir.[26]

Zehebî'nin (H. 748) rivayti 

Zehebî de Yemen seriyesi olayını başka bir şekilde Berâ'dan nakil eder. Berâ şöyle der: “Hz. Peygamber (s.a.a.) Yemen ahalisini İslam'a davet etsin diye Hâlid b. Velîd'i Yemen'e gönderdi. Ben de Hâlid ile birlikte gidenler arasındaydım. Biz altı ay Yemen'de kalıp onları İslam'a davet ettik. Ancak onlar bu çağrıya olumlu yanıt vermediler. Hz. Peygamber (s.a.a.) daha sonra Ali'yi (a.s.) Yemen'e gönderdi. Ona, ‘Hâlid'i geri yollamasını, ancak Hâlid ile oraya gidip de Ali ile beraber -kalarak öyle- geri dönmek arzu edenlere de onunla dönebileceklerini emretmesini' söyledi.

Berâ der ki: Ben de Hz. Ali ile beraber geri kalanlardan biri idim. Biz Hemedanlılara yaklaştığımızda, onlar bize karşı saldırmak için önümüze çıktılar. Hz. Ali bize namaz kıldırıp sonra hepimizi tek bir saf haline getirdi. Ardından da önümüze geçerek onlara Peygamber'in (s.a.a.) mektubunu okudu. Hemedan kabilesinin hepsi Müslüman oldu. Hz. Ali (a.s.) de durumu bir mektupla Peygamber'e bildirdi. Rasûlullah mektubu okuyunca secdeye kapandı, sonra başını kaldırarak, ‘Hemedan'a selam olsun, Hemedân'a selam olsun' buyurdu.

Zehebî bu rivayeti aktardıktan sonra şöyle der: Bu sahih bir hadis olup, İmam Buhârî aynı isnadla bu hadisin bir kısmını rivayet etmiştir.[27]

Albânî de bu hadisi zikreder, sahih olduğunu belirtir.[28]

Şikayetlerin değerlendirilmesi 

Rivayetlerde İmam Ali'nin Yemen'e davetçi olarak çıktığı anlaşılmaktadır.

İlk nokta şudur ki İmam Ali (a.s.) Yemen'e hicretin sekizinci yılında gitmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Hz. İmam Ali'nin Yemen'e gazi olarak gidişi Mekke'nin Fethi'nden sonra ve Veda Haccı'ndan iki yıl öncedir. Gerçi Hafız Zehebî Târîhü'l-İslâm'ında bunu hicretin onuncu yılının olayları arasında “بعث خالد ثم علي إلى اليمن /İlk Önce Hâlid'in ardından Ali'nin Yemen'e Gönderilmesi” başlığı altında kaydederken Zeynî Dahlân Siretinde bu olayın sekizinci yılında olduğunu açıkça belirtir. Zımnen Zehebî'nin yanılgısına da işaret eder. O bu konuda şöyle der: “Şöyle ki Ali'nin (a.s.) Hemdanlılara gönderilmesi Hicretin onuncu yılında olmamıştır. Ali (a.s.) Benî Mezhiclilere hicretin onuncu yılında gönderilmiştir. Hz. Ali'nin Hemdânlılara gönderilmesi Mekke'nin Fethinden sonra hicretin sekizinci yılında vuku bulmuştur. Böylece Hz. Ali'nin Yemen'e iki defa gittiği anlaşılmaktadır.[29]

Hadisler hakkında dikkate değer bir nokta da şudur ki bu şikayetin Medine'de vuku bulması hadise tesir etmez. Şöyle ki bu rivayetler hep aynı olayı konu etmektedir. Veda Haccından önce Medine'de İmam Ali (a.s.) hakkında bir şikayet söz konusudur. Bunun da öyle zannedildiği gibi Gadîr Olayıyla da bir bağlantısı yoktur. Taberânî'nin rivayetinde bu açık bir şekilde görülebilmektedir: “Ali'nin (a.s.) yaptığı Hz. Peygamber'e haber verildi. Ben de Medine'ye geldim. Mescide girdim. Rasûlullah (s.a.a.) da o esnada evindeydi. Ashaptan bir grup ise onun kapısının önünde beklemekteydi.[30]

Beri taraftan İbn Ebî Şeybe'nin rivayetindeki şu ifadeler de “Müslümanlar bir seferden geldiklerinde ilk iş olarak Rasûlullah'a (s.a.a.) gider, ona selam verir, ona nazar eder, sonra da kervanlarına gitmek üzere ayrılırlardıaçık bir şekilde şikayetin Medine'de olduğunu göstermektedir. Zira bu ifadeler ancak Medine ile uyuşmaktadır Mekke ile değil. Her halükarda bu şikayet Gadîr Hadisi'ne etki etmemektedir.

Göze çarpan üçüncü husus: Sahabe arasında Ali (a.s.) karşıtı tutumun yaygın bir hal alması. Aziz İslam'ın ilk anından itibaren risaletin her aşamasında karşımıza çıkan bir şahsiyettir Ali. Yalpalamadan, tökezlemeden, tavizsiz yapısı ile parlak bir güneş ve ışıldayan bir çerağ gibi ortadadır. Kusursuz yapısı ve paklığı ile gözlerimizi kamaştırmaktadır. Bedir Savaşı'ndaki cengaverliği ve müşriklerin kodamanlarının üstesinden gelmesi, Hendek Savaşı'nda Amr b. Abdüvudd'un düello için adam istemesi esnasında kimse meydana çıkmaya cüret ve cesaret edemezken meydana çıkan kimsedir Ali. Aşiret ve akrabalık bağlarının çok güçlü olduğu bir zaman diliminde Mekke'nin bir çok kodamanını keskin kılıcıyla öldürdükten sonra Mekke'nin Fethi'nden önce veya hemen sonra Müslüman olanların Ali'ye (a.s.) karşı olumsuz tutum ve tavırlarının olmasını ve böyle bir tablonun olmasını normal karşılamak gerek. Dolayısıyla zan ve itham altında kalacak olan bir şahıs olacaksa bu Ali değil; Ali'ye karşı garezkar bir tutum içinde olan kimselerdir. Bu garzkarlık burada da kalmamış, Hz. Rasûlullah'ın Dâr-ı Bekâ'ya irtihalinden sonra da devam etmiş, hatta şiddetli bir hal almıştır. 

Taberânî'nin Büreyde'den aktardığı hadiste geçen “فأخبره فإنّه يسقطه من عين رسول اللّه /Onu derhal Rasûlullah'a (s.a.a.) haber ver. Umulur ki bu tutumu Onu Rasûlullah'ın gözünden düşürür”[31] ifadeler de bu olumsuz tutumun bir yansımasıdır. 

İbn Ebî Şeybe'nin rivayetinde de ve diğer rivayetlerde geçen dört kişilik bir grubun bir komplo ve plan içerisine girmesi de bir diğer delildir. “فتعاقد أربعة من أصحاب رسول اللّه - صلي اللّه عليه وسلم - إذا لقينا النبي أخبرناه بما صنع علي /Rasûlullah'ın (s.a.a.) sahabesinden dört kişi ‘Eğer Peygamberin huzuruna çıkarsak Ali'nin (a.s.) yaptığını Ona haber vereceğiz' diye sözleştiler.[32]

İbnü'l-Esîr ise şöyle der: “واستعمل عليهم علي بن أبي طالب فمضي في السرية، فأصاب جارية، فأنكروا عليه، فتعاقد أربعة من أصحاب النبي صلي اللّه عليه وسلم /Ali b. Ebî Tâlib'i onların üzerine amil olarak atadı. Ali (a.s.) seriye ile harekete geçti. Bir cariye ile münasebette bulundu. Sahabe de onun bu davranışına karşı çıktılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in ashabından dört kişi şikayette bulunacaklarına dair sözleştiler.[33]

Zehebî de şöyle der: “Cafer b. Süleyman ed-Dubaî, Yezîd er-Raşek -Mutarrif b. Ab­dullah yoluyla İmrân b. Husayn'dan şöyle rivayet eder: Rasulullah (s.a.a.) bir müfrezeyi cihada yolladı ve başlarına Hz. Ali'yi tayin etti. Müslümanlar bir seferden veya bir gazadan gelirlerse evlerine gitmeden önce doğruca Rasulullah'a gelip ziyaret ederler ve yolculukta geçen olayılar anlatırlardı. Hz. Ali bu seferde bir cariyeyi kendine almıştı. Arkadaşlarından dört kişi bu cariye olayını Peygambere haber vereceğiz diye kesin sözleştiler. Müfreze cihaddan gelip Nebi'nin (s.a.a.) huzuruna gidip yolculuklarını anlattılar. Bu dörtten biri kalkıp ‘Ey Alah'ın Rasulü! Ali bir cariye ile cinsi temasta bulundu.' dedi. Rasulullah yüzünü öte çevirdi. Sonra üçüncüsü de aynı şeyi tekrarladı. Ardından dördüncü şikayetini yaptı. Peygamber (s.a.a.) onlara öfkeyle dönüp: ‘Siz Ali'den ne istiyorsunuz. Ali benden, ben ondanım. O benden sonra bütün müminlerin velisidir.' buyurdu. Bu hadisi İmam Ahmed Müsnedinde, Tirmizî Câmiinde, Nesâî de Süneninde rivayet ediyorlar. Tirmizî: ‘Bu hadis hasen dereceli bir hadistir.' diyor[34]

Dördüncü nokta: Hz. Peygamber'in .azı sahabeye öfkelenmesi: Bu rivayetlerde Ali'nin (a.s.) şikayet edilmesi olayına Hz. Peygamber'in (s.a.a.) öfkelendiğini de mülahaza etmekteyiz. Hz. Peygamber'in bu öfkelenmesi;

a - İmam Ali'nin tutumunun Allah'ın emir ve nehyine muhalif olmadığını ve Ali'nin Allah'ın buyruğuna karşı gelmediğine delalet eder.

b - Onu şikayet edenlerin İlahî emir ve buyruğu anlamadıklarına ve şikayetlerinin İlahî iradeye aykırı olduğuna delalet eder.

c - İsrafil Hoca'nın zannettiği gibi Peygamber'in (s.a.a.) İlahî iradeye rağmen bir haksızlığı ve yanlışlığı örtbas etmeye çalışmasına ve şikayette bulunanların haklılığına delalet etmez. İlahî iradenin hak ve adaletinin tecellisi Peygambere rağmen sıradan insanlar asla olamaz.

d - Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle rauf ve rahim olan, hilmi deryalar kadar bir şahsiyetin hilmi devre dışı bırakılmış, yüzü öfkeden kızaracak bir duruma gelmişse kimse kusura bakmasın söz konusu Ali (a.s.) aleyhindeki şikayet olayının ne kadar korkunç ve iğrenç olduğunu ortaya koyar. فرأيت الغضب في وجه رسول الله صلي الله عليه وسلم /Ben Rasûlullah'ın simasındaki öfkeyi gördüm.”[35]

Hasâis'in muhakkıkı Ahmed Mîrîn el-Belûşî hadisin sahih olduğunu anane yoluyla Ameş'ten nakil edilmesinin hadisin sıhhatine zarar vermeyeceğini belirtir.

Taberânî'nin rivayetinde ise şöyle geçmektedir: “فخرج مغضباً، وقال: ما بال أقوام ينتقصون علياً، من ينتقص علياً فقد تنقّصني، ومن فارق علياً فقد فارقني /Rasûlullah (s.a.a.) öfkeli bir halde dışarı çıktı ve şöyle buyurdu: Ali'yi kusurlu ve eksik göstermeye çalışan kimseler ne oluyor!? Kim Ali'yi kusurlu ve eksik görmeye çalışırsa beni kusurlu görmeye çalışır. Kim Ali'den ayrılırsa benden ayrılmış olur.”[36]

İbn Ebî Şeybe'nin rivayetinde “فأقبل إليه رسول الله صلي الله عليه وسلم يعرف الغضب في وجهه /Rasûlullah (s.a.a.) simasında öfke alameti belir bir halde ona yöneldi” ve İmam Ahmed'in Müsnedinde ise “فإذا النبي (ص) قد احمرّ وجهه /Bir de ne göreyim. Rasûlullah'ın (s.a.a.) siması öfkeden kıpkırmızı olmuş” olarak geçmektedir.[37]

Beşinci nokta: Hadis İmam Ali'nin imamet, hilafet ve vesayetine delildir.

Taberânî'nin rivayetinde öfkenin sebebi de açıklanmaktadır: “يا بريدة، أما علمت أنّ لعلي أكثر من الجارية التي أخذ، وأنه وليّكم من بعدي /Ey Büreyde! Ali'nin payının aldığı cariyeden daha fazla olduğunu ve Onun benden sonra veliniz olduğunu bilmiyor musun?” sözüne Büreyde “إلاّ بسطت يدك حتي أبايعك علي الإسلام جديداً /Elini uzatmaz mısın da sana İslam üzere yeniden biat edeyim.”[38] Diyerek mukabelede bulunması konunun ne derece ehemmiyetli olduğunun göstergesidir. Bu diyaloglar Ali'nin;

a - Rasûlullah'ın diliyle konumunu

b - Ali'nin sahip olduğu kişisel hasletlerle bu makamı hak edişini ortaya koymaktadır.

İbn Ebî Şeybe'nin ve diğerlerinin rivayetinde ise “وعلي ولي كل مؤمن بعدي /Ali benden sonra bütün müminlerin velisidir.”[39]

Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde ise “فإذا النبي صلي الله عليه وسلم قد احمرّ وجهه، قال: وهو يقول: من كنت وليه، فعلي وليّه / Bir de ne göreyim. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) siması öfkeden kıpkırmızı olmuş ve ‘ben kimin velisi isem de Ali de onun velisidir.' Buyurmaktadır.” Şeklinde geçmektedir.[40]

Heysemi'nin bu hadis hakkındaki değerlendirmesi ise “Bu hadisi Bezzar rivayet etmiştir. Hadisin ricalı sahih hadisin hadisin ricalıdır.”[41]

Bir nükte 

Biz bazen kendi inanç ve kanaatlerimize aykırı olsa da muhataplarımızın kanıt ve delil olarak kabul ettiği verilere dayanmak zorundayız. Bu açıdan çalışmamız boyunca istinad ettiğimiz hadislerin Ehl-i Sünnet'in rical, cerh ve tadil ilmine göre sahih olmasına dikkat etmekteyiz. Bu noktada da şu iki hususu vurgulamak istiyoruz.

A - Bir hadis sadece Şiîlikten dolayı tazif ediliyorsa bunu kabul etmemiz mümkün değildir. Evet başka gerekçelerden örneğin suu'l-hıfz, hadis uyduruculuğu gibi nedenlerden dolayı zayıf ve merdut olan hadisleri biz de merdut olarak kabul ederiz. Ancak sırf bir ravi Şiî'dir dolayısıyla da bu hadis zayıf veya uydurmadır türündeki rivayetleri ret edecek olursak beri taraftan bir şahıs Sünnî olduğundan dolayı rivayeti ret ederiz aksülameli ortaya çıkar. Böylece ortak zemin diye bir alan kalmamış olur. Rivayetlerin kabulü ukalâî bir konu olup akıllıların rivayetler kabulde tespit ettikleri ilkelere bakmak gerek. Bu hususta da;

a - şahsın hafızasına

b - şahsın ahlaki erdemine bakılması gerekir.

Bu açıdan Sünnî ve Şiî olduğuna bakılmaksızın ravi bu iki özelliği taşıyorsa o rivayeti kabul ederiz. Yukarıda alıntıladığımız rivayetlerin bir bölümünde kimileri bazı hadisleri zayıf sayarken zayıf sayma nedeni olarak Şiî'dir şeklindeki değerlendirmeleri devre dışı bıraktık.

B - Biz Ehl-i Beyt Mektebi'nin genel kabullerinden birisi imam Ali'nin (a.s.) Hz. Zehra hayatta iken diğer herhangi bir kadın ile evlilik girişiminde bulunmadığı ve cinsel münasebet gerçekleştirmediğidir. Ancak Ehl-i Sünnet bunu mümkün gördüğünden dolayı da biz de onların ilke ve dayanakları üzerinden tartıştığımızdan bunu şu anlık kabul edip tartışmamızı öyle sürdürüyoruz. Aynı durumu Hz. Rasûlullah (s.a.a.) için de kabul etmekteyiz. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Hz. Hadîce annemiz hayatta iken hiçbir kimse ile evlenmemiş ve evlenme girişiminde de bulunmamıştır. Bu bağlamda Hz. İmam Ali'nin (a.s.) Hz. Zehra'nın hayatta iken başka bir kadınla evlilik girişiminde bulunduğuna dair rivayetleri Ali'nin düşmanları tarafından uydurulmuş rivayetler olarak bakıyoruz. Özellikle de İmam Ali'nin Ebû Cehil'in kızını istediğine dair rivayetler her ne kadar Ehl-i Sünnet açısından sahih gibi görünse de yapılacak yerinde bir analizle isnat zincirindeki bazı kimselerin Ali hakkında garezkar düşüncelere sahip olduğu görülecektir. Bu konu şu an makalemizin konusunun dışında kaldığından bu konuya girmek istemiyoruz. Sadece şu kadarını söyleyelim ki nötr bir şekilde bakılacak olursa Ehl-i Sünnet ‘biz o rivayeti bizim rical ilmi açısından değerlendirdiğimizde sahih olarak kabul etmekteyiz ve bu rivayetlerde herhangi bir sakınca görmüyoruz' derse biz de ‘Ehl-i Beyt Mektebi açısından aynı rivayeti sıkıntılı görüyoruz' diyerek cevaplamak istiyoruz ve şimdilik kapatmak istiyoruz.

C - Ehl-i Beyt mektebinin maarifi açısından evlilik ve bu evlilikten dünyaya gelecek çocukların bir bölümü açısından iki şekilde değerlendirilmektedir. Yani evlilikler bir açıdan ikiye ayrılmaktadır. Şöyle ki kimi evlilikle genel anlamda takdir-i ilahi gereği birer sınamadır. O aile, aileler ve ailelerin ürünleri olan çocuklar özel makam ve mansıba sahip olmayan normal birer evliliktir. Ancak bazı evlilikler ve evlilikten dünyaya gelecek olan bazı bireyler ilahî bir statüye sahiptir, bunlar örnek evliliklerdir ve ancak o makamı hak eden kimselere verilebilir. Bu hususta Ehl-i Beyt Mektebi Hz. Meryem'in ve Hz. İsa'nın anne ve çocuk ilişkisini ilahî bir makam ve ilahî iradenin özel tecellisi olarak kabul etmektedir. Şöyle ki Hz. İsa ancak ilahî inayet ve ilahî kefalet altında yetişecek bir anneden dünyaya gelebilir. Hz. Meryem'in annesinin doğumdan önceki duası, Meryem'in bakımı için Zekeriya'nın görevlendirilmesi, Hz. Zekeriyya'nın gözetiminde yetişmesi, meleklerle konuşması, ilahî irade tarafından seçilmesi hep Hz. İsa Mesih'in dünyaya gelmesi içindir. İsa Mesih'i deyim yerindeyse doğurma ve dünyaya getirme sorumluluğu ancak o sorumluluğu yüklenecek manevî makama sahip bir kadına nasip olabilir. Bu evlilik diğer evliliklerden farklıdır.

İşte aynı durum Hz. Hadice ve Hz. Fatıma için de geçerlidir. Hz. Fâtıma'ya annelik yapacak birisi ancak o makama manevi olarak erişen ve o sorumluluğu yüklenecek birisine verilebilir.

Nitekim Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) Aişe ile aralarında vuku bulan diyalogda geçen şu ifadeler de -Allah bilir- bu boyuta yöneliktir.

ورزقني الله عزّ وجلّ ولدها إذ حرمني أولاد النساء /Kadınların beni çocuklarından mahrum bıraktığı zaman Allah, onun evladını bana nasip etti”[42] ve “ورزقت منها الولد وحرتموه مني/Siz kendinizi benden çocuğa hamile kalmaktan mahrum bırakmışken ben Hatice'den çocukla rızıklandırıldım.”[43]

Bu cümlelere itiraz seslerinin yükseldiğini duyar gibiyim. Çocuk vermek Allah'a aittir. Allah dilediğine erkek veya kız çocuk verir dilediğini de kısır bırakır. İlahî irade bu noktada hikmet gereği bazılarına çocuk bağışlar ve bazılarını da böyle bir nimetten mahrum eder diye itiraz seslerinin yükseldiğini Şura Suresinin 49 ve 50. ayetlerinin de görüşlerini desteklemek üzere okunduğunu tahmin ediyorum. Ancak Kur'an ayetleri birbiriyle çelişip çatışmayacağına göre Şura suresinin ilgili ayeti genel evlilik düzeniyle bağlantılı iken belirttiğimiz husus ise başka bir alanla ilgilidir. Hz. Meryem –İsa-Zekeriya (a.s.) ilişkisinin Kur'an'da konu edinilmesi özellikle manidardır. Bir mana ve bir gerekçe için Kitab-ı Kerim'de geçmiş olmalıdır ki biz bunun Hz. Fatıma ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) makamına telmihen bulunduğu kanaatindeyiz. Hz. Meryem'in, tathir, istifa, tezkiye ve tahdis (meleklerle konuşma) ameliyesinin Kur'an'da konu edinilip Hz. Muhammed ümmetinde böyle bir şeyin bulunmadığını söylemek oldukça yavan durmaktadır. Kur'an'ın hayat kitabı olduğu söylenilecek ancak beri taraftan bu olay Hz. Muhammed ümmeti için de söz konusu olabilir mi sorusuna hayır cevabı verilecek. 

D - Büreyde kıssası bu açıdan mektebî olarak bakıldığında düzmece olduğuna inandığımız rivayetlerdendir. Bu rivayet de Hz. Ali'nin Hz. Zehra üzerine evlilik girişiminde bulunduğuna dair aktarılan rivayetler gibi en azından bir boyutuyla düzmece olan rivayetlerdendir. Rivayette geçen “Ey Büreyde seni getiren neden nedir, diye sorduklarında Büreyde: Ali'nin humustan aldığı cariyedir. Ben de bunu Hz. Peygamber'e (s.a.a.) haber vermek üzere geldim. Onlar ‘Bunu hemen ona haber ver. Umulur ki bu davranışı Onu Rasûlullah'ın gözünden düşürür” ifadesi de bu kanaatimizi pekiştirmektedir.

Aynı olay Ehl-i Beyt kaynaklı siretlerde de geçmektedir: Büreyde'nin Ömer ile karşılaştığı Ömer'in ona “امض لما جئت له، فإنّه سيغضب لابنته مما صنع علي /Bunu git Rasûlullah'a (s.a.a.) anlat. Umulur ki O kızından dolayı Ali'nin yaptığına öfkelenir.”[44]

Yalnız kuvvetle muhtemeldir ki İmam Ali'nin aldığı bu cariye kimi Ehl-i Sünnet bilginlerinin zikrettiği Ali b. Ebî Tâlib'in Yemen'den getirdiği Muhammed el-Hanefiyye'nin annesi olan Havle'dir. Nitekim Hz. Ali Havle'yi Yemen'den getirip Hz. Fâtıma annemize bağışlamıştır. Ebû Nasr'ın dediği Hz. Fâtıma onu Mükmil el-Gıffari'ye bağışlamış. O da Mükmil'e Avne adında bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. İşte bu Avne, Muhammed el-Hanefiyye'nin anne bir kız kardeşidir. Hâlid'in Yemen'den getirdiği cariyeler arasında olması doğru değildir.[45]

Dolayısıyla ortada bir cinsel münasebet olayı bulunmamaktadır. Hz. Ali'nin Yemen'den getirip Hz. Fâtıma annemize bağışladığı bir cariyeden söz edebiliriz.

E - Kimileri açısından zorlama bir yorum gibi gelse de bizim de çağrışım düzeyinde katıldığımız bir tefsiri aktarmak istiyoruz. Şöyle ki İnsan Suresi'nin giriş bölümü Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasaneyn ve hizmetkarları hakkında nazil olmuştur. Olay meşhur olduğundan dolayı uzun uzadıya anlatmak istemiyoruz. Ehl-i Beyt'in adağını, oruçlarını ve iftarlıklarını yetim, yoksul ve esire bağışlarını konu edinen bu ayetlerden hemen sonraki bölümde etraflıca cennet nimetlerinden bahseder. Cennet nimetlerinden olan “vildan/cennet gençlerinden” bahs ettiği halde Allame Alûsî'nin de dediği ilginçtir ki Hur-u Iyn'den bahs etmez. Allame Alûsî işi biraz daha ileri götürüp Hz. Zehra'nın tabiî gıyretinin ve hürmetinin Allah azze ve celle tarafından gözetilerek huru'l-iynin söz konusu edilmediğini tasrih ifadesiyle dile getirir. [46]

Bu yorum bu ayetler özelinde Hz. Zehra'nın özel bir konuma sahip olduğu düşüncesini destekler mahiyettedir. Zira Ahiret dünyanın batını olduğuna göre ve bu ayetler grubu da özel de Ehl-i Beyt'ten bahs ettiği göz önüne alındığında o esnada Hz. Ali'nin tek eşli olması gerektiğine yönelik bir telmihi barındırıyor olması uzak bir olasılık değildir. Bunun konumuzla bağlantısı da şöyledir. Hz. Ali (a.s.) ne Ebû Cehil'in kızıyla evlenme girişiminde bulunmuş ne de cariye ile münasebette bulunmuştur.

Bu konuda Ehl-i Sünnet kaynakları sizin iddianızın aksini ispatlamaktadır denilecek olursa o kaynaklar Ehl-i Sünnet'i bağlar. Biz de kendi görüşümüzü destekleyecek Ehl-i Beyt kaynaklarından aktarılan rivayetleri ve delilleri sunarak bu da sizi bağlasın diyebilir miyiz? Hayır! Zorunlu olarak bu konuda kendi kaynaklarından ortaya koyacağı görüşler kendileri için delildir.

Kur'an bu noktada ne söylüyor diyerek kendince görüş ortaya koymaya kalkışanlar için de bir çift sözümüz olsun. O söyleyeceğiniz sözler en iyi olasılıkla metni okuma veya bu konu özelinde kendince bir yorumlama çabasından öteye geçmez. Dolayısıyla da Kur'an salt tek boyutlu ve anlam katmanlarını içinde barındırmayan bir kitap olmadığından zihinsel farklılıklar farklı ve hatta birbiriyle çelişen ve çatışan anlamları ve sonuçları ortaya koyacaktır. Bu çelişen ve çatışan anlam ve sonuçların bütünü Kur'an olmayacağına göre zorunlu olarak o ayetin içerdiği anlamların sunulması zorunluluk arz etmektedir ki biz buna Kuran'ın müşahhas ve mücessem hali olan Ehl-i Beyt diyoruz.

Konuyu dallanıp budaklandırmadan ne söylemek istediğimizi bir iki cümleyle söyleyelim. Hz. Fatıma özel bir konuma sahip olduğundan ve bu evlilik de özel bir evlilik olduğundan özel bir takım şartları içinde barındırmaktadır. Bu şartlardan birisi de Ali'nin Fatıma (a.s.) hayatta iken başka bir kadınla evlenmeye teşebbüs etmediği ve münasebette bulunmadığı kanaatine bizi yönlendirmektedir ki gerçekten Ali'nin Hz. Fatıma ile evliliği boyunca oldukça kuşkulu olan ve Ali hasımlarının kokusunun sindiği belli olan Ebû Cehil ve bu cariye olayından başka herhangi bir girişim söz konusu değildir. 

Ali'nin Yemen'e yargıç olarak gitmesi 

Hz. Peygamber'in (s.a.a.) Hz. Ali'yi Yemen'e yargıç olarak gönderdiğine ve bu işle görevlendirdiğine dair de bir çok sahih rivayet bulunmaktadır. Ama yargıçlık için gönderildiği bu Yemen seferinde Allah'a hamd olsun ki bir şikayet söz konusu olmamıştır. Bu rivayetlerden bazılarına değinelim.

A - İmam Ahmed'in Müsnedi'nde Ali'den tahriç ettiği şu hadis. Rasûlullah (s.a.a.) beni Yemen'e gönderdi. Ben de bunun üzerine: “Ey Allah'ın Rasulü! Siz, beni benden yaşça daha büyük olan kimselerin bulunduğu bir kavme gönderiyorsun. Halbuki ben bir gencim ve yargılama konusunda basiret sahibi değilim.

Rasûlullah (s.a.a.), elini göğsüme koydu ve şöyle dedi: Allahım, Ali'nin lisanına sebat ver, kalbini hidayete ilet. Ey Ali, iki hasım senin meclisine gelip otururlarsa, birinciden ifade aldığın gibi diğerinden almadıkça aralarında hüküm verme. Eğer ikisinin de ifadesini alırsan hüküm verme yolu sana açıkça belli olur.

Bu sözlerden sonra Ali, hasımlar arasında hüküm verip ve yargıçlık yaparken hiçbir sorun ile karşılaşmadı.”

Şeyh Ahmed Muhammed Şakir bu hadisi isnad açısından değerlendirirken şöyle der: Bu hadisin isnadı sahihtir.[47]

B - İkinci hadis: Yine İmam Ahmed'in Müsnedi'nde Ali'den tahriç ettiği şu hadis. “Rasûlullah (s.a.a.) beni Yemen'e gönderdi. Ben de bunun üzerine ‘Ey Allah'ın Rasulü! Sen beni, aralarında yargıçlık yapayım diye benden yaşça daha büyük olan bir kavme gönderiyorsun.' deyince Rasûlullah: Git. Allah (c.c.) dilini sabit kılacak kalbini de hidayete iletecektir, buyurdu.”

Ahmed Muhammed Şakir: Bu hadisin isnadı sahihtir.[48]

C - Üçüncü hadis: İbn Mâce'nin İmam Ali'den tahriç ettiği şu hadis. Resûlullah (s.a.a.) beni Yemen'e (kadı olarak) gönderdi. Beni göndereceği zaman ben:

‘Ey Allah'ın Rasulü! Beni gönderiyorsun. Halbuki ben (tecrübesiz) bir gencim, onlar arasında hükümler vereceğim, hüküm nedir, bilmem.' dedim. Ali demiştir ki: Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.a.), mübarek elini göğsüme vurdu, sonra:

‘Allahım! Bunun kalbine hakkaniyetle hüküm etmek hidaye­tini ver ve dilini (doğru sözlülük üzerine) sabit kıl' buyurdu. Ali de­miştir ki:

Bu duadan sonra iki kişi arasında hüküm vermek hususunda hiç bir tereddüd duymadım.

Sünen-ü İbn Mâce'nin iki baskısının muhakkıkları olan Allame Albânî ile Râid b. Sabrî hadisin sahih olduğunu belirtirler.[49]

Ali'nin (a.s.) bu Yemen seferi ile ilgili olarak herhangi bir sorun aktarılmamıştır.

Ali'nin bu seferinde bir takım olaylar ve verdiği hükümler de aktarılmıştır.

Biz bunlardan en meşhur iki veya üç tanesini aktaracağız.

أن نفرا وطئوا امرأة في طهر، فقال علي: لاثنين أتطيبان نفسا لذا؟

فقالا: لا، فأقبل على الآخرين.

فقال: أتطيبان نفسا لذا؟

فقالا: لا.

فقال: أنتم شركاء متشاكسون.

فقال: إني مقرع بينكم فأيكم قرع أغرمته ثلثي الدية، وألزمته الولد.

قال: فذكر ذلك للنبي ﷺ فقال: «لا أعلم إلا ما قال علي».

İmam Ahmed b. Hanbel, Süfyân b. Uyeyne kanal ile Zeyd b, Erkam'm şöyle dediğini rivayet eder:

Birkaç kişi, temizlik dönemindeki bir kadınla cinsel ilişkide bu­lundular. Kadının doğurduğu çocuğun kime ait olduğu hususunda birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Ali, onlardan iki kişiye: ‘Bu çocuğun karşınızdaki iki kişiye ait olması hususunda rızanız var mıdır?' diye sordu.

Onlar da: ‘Hayır' diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Hz. Ali, diğer iki kişiye yönelerek: ‘Bu çocuğun karşınızdaki iki kişiye verilmesine razı olur musu­nuz' diye sordu. Onlar da: ‘Hayır' diye cevap verince bu defa Hz. Ali, hepsine hitaben şöyle dedi: ‘Siz müşkülpesent ortaklarsınız. Aranızda kura çekeceğim. Kura hanginize çıkarsa çocuğun diyetinin üçte ikisini ödemesine ve çocu­ğun da kendisine verilmesine hükmedeceğim.'

Hz. Ali'nin bu hükmü, Peygamber'e (s.a.a.) anlatıldığı zaman o şöyle buyurmuştu: ‘Ali'nin söylediğinden başka çıkar yol bilmiyorum.

بعثني رسول الله إلى اليمن، فانتهينا إلى قوم قد بنوا زبية للأسد، فبينما هم كذلك يتدافعون إذ سقط رجل فتعلق بآخر ثم تعلق آخر بآخر حتى صاروا فيها أربعة، فجرحهم الأسد، فانتدب له رجل بحربة فقتله، وماتوا من جراحتهم كلهم، فقام أولياء الأول إلى أولياء الآخر فأخرجوا السلاح ليقتتلوا، فأتاهم علي على تعبية ذلك فقال: تريدون أن تقاتلوا ورسول الله ﷺ حي، إني أقضي بينكم قضاء إن رضيتم فهو القضاء، وإلا أحجز بعضكم عن بعض حتى تأتوا النبي ﷺ فيكون هو الذي يقضي بينكم، فمن عدا بعد ذلك فلا حق له، اجمعوا من قبائل الذين حضروا البئر ربع الدية، وثلث الدية، ونصف الدية، والدية كاملة، فللأول: الربع، لأنه هلك، والثاني: ثلث الدية، والثالث: نصف الدية، والرابع: الدية، فأبوا أن يرضوا فأتوا النبي ﷺ وهو عند مقام إبراهيم، فقصوا عليه القصة، فقال: «أنا أحكم بينكم».

فقال رجل من القوم: يا رسول الله إن عليا قضى علينا فقصوا عليه القصة، فأجازه رسول الله ﷺ. /

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebû Saîd kanalı Hz. Ali'nin şöyle dediği­ni rivayet eder: “Rasûlullah (s.a.a.), beni Yemen'e gönderdi. Aslan yakalamak için çukur kazmış bir kavmin yanına vardık. Vardığımızda onların birbir­leriyle davalaştıklarını, itişip kakıştıklarını gördük. Bir adam o çuku­ra düşmüştü. Bir başkası ona takılmış, sonra bir başkası da diğerine takılmış, böylece dört kişi birlikte o aslan çukuruna yuvarlanmışlar­dı. Aslan onları yaralamıştı. Adamın biri de mızrağını fırlatıp aslanı öldürmüştü. Ancak o dört kişinin tümü de aslanın darbesi neticesin­de ölmüşlerdi. Çukura ilk yuvarlanan adamın velileri, diğerlerinin velilerine karşı çıkmış ve savaşmak için silah çekmişlerdi. Onlar bu halde iken ben yanlarına vardım. Onlara şöyle dedim:

- Rasûlullah (s.a.a.) henüz hayatta iken bir birimizle savaşmak mı istiyorsunuz? Ben aranızda hüküm vereceğim. Eğer hükmüme razı olursanız, bu hükmüm kesinleşir. Aksi takdirde sizi birbirinizden uzak tutarım. Peygamber'in (s.a.a.) yanına varıncaya kadar birbirinizle kavga etmenize, vuruşmanıza müsaade etmem. O zaman Rasûlul­lah, sizin aranızda hükmünü verir. Onun hüküm vermesinden sonra kim haddini aşarsa, onun haddi aşmaya hakkı olmayacaktır. Şimdi benim size vereceğim hüküm şudur:

Aslan için çukur kazmış olan kabilelerden dörtte bir, üçte bir, iki­de bir ve bir tam diyet toplayın. Çukura ilk düşen ve ölen kişiye dört­te bir diyeti verin. Çünkü o ölmüştür. Çukura düşen ve ölen ikinci şahsa üçte iki diyet verin. Çukura düşüp ölen üçüncü şahsa ikide bir diyet verin. Çukura düşüp ölen dördüncü şahsa ise tam diyet verin.

Davacılar, bu hükme razı olmadılar. Peygamber'in (s.a.a.) yanma geldiler. O, Makam-ı İbrahim'de bulunuyordu. Meseleyi kendisine an­lattılar. O da:

- Ben aranızda hüküm vereceğim, dedi. Oradakilerden biri dedi ki:

- Ey Allah'ın Rasulü, Ali hakkımızda hüküm vermiştir.

Böyle dedikten sonra meseleyi olduğu gibi kendisine anlattılar, Rasûlullah (s.a.a.) da Ali'nin vermiş olduğu hükmü kabul etti

Zekatların toplanması için gönderilmesi 

A - İbn İshâk'ın Ebû Rükâne ve Ebû Saîd el-Hudrî'den tahriç ettiği şu hadis: “Ali b. Ebî Tâlib Mekke'de Rasûlullah'ın (s.a.a.) maiyetinde olmak üzere Yemen'den acilen ayrıldı ve askerlerinin başına adamlarından birini vekil olarak tayin etti. Adam Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) zimmetinde bulunan elbiseleri bazı adamlara giydirmeye yeltendi. Askerler Mekke'ye yaklaşınca Ali onları karşılamaya çıktı. Ali (a.s.) elbiseleri görünce adama “Bunlar da neyin nesi?” diye sordu. Adam: “Geldiklerinde insanlar onları güzel kıyafetler içinde görsünler istedim.” dedi. Ali: “Rasûlullah (s.a.a.) ile karşılaşmadan hemen elbiseleri çıkart” dedi. Bunun üzerine adam elbiseleri topladı ve tekrar yerine koydu. Ancak askerler, kendilerine yapılandan ötürü rahatsızlıklarını ifade ettiler.[50]

İbn İshak dedi ki; bana Abdullah b. Abdurrahman b. Mame b. Hazm, Muhammed b. Ka'b b. Ucre'den; O da halası Ebû Saîd el-Hudrî'nin zevcesi Zeyneb b. Kab'dan; O da Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet etti ve dedi ki; İnsanlar Ali'yi Rasûlullah'a (s.a.a.) şikayet ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.a.) bize hutbe vermek üzere kalktı ve bir hitabede bulundu. Ben onun şöyle buyurduğunu işittim: “Ey insanlar! Ali'yi şikayet etmeyin. Vallahi O Allah'ın zatı veya Allah yolunda en tavizsiz kimsedir.[51] Hz. Rasûlullah (s.a.a.) hac vecibesini yerine getirmek üzere yoluna devam etti. İnsanlara bu ibadetin ne şekilde icra edileceğini ve hacclarının yöntemlerini gösterdi. İnsanlara önemli konuları beyan ettiği bir de hutbe verdi. …[52]

İmam Ahmed bu içerikte bir hadisi Müsnedinde SüleymÂn b. Muhammed b. Kab b. Ucre'den; O da halası Ebû Saîd el-Hudrî'nin eşi Zeyneb b. Kab'dan; O da Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet etmektedir: “İnsanlar Ali'yi şikayet ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.a.) hitap etmek üzere kalktı. Onun şöyle buyurduğunu işittim: Ali'yi şikayet etmeyiniz. Vallahi O Allah'ın zatı veya Allah yolunda en tavizsiz kimsedir.[53]

Hadislerde geçen “Rasûlullah (s.a.a.) sonra hac vecibesini icra etmek üzere…” ifadeleri bu olayın Hac menasikinden önce Mekke'de vuku bulduğuna delalet etmektedir.

B - Beyhakî'nin rivayeti: Beyhakî Delâil'inde muteber bir isnad zinciri ile şöyle rivayet etmektedir: Bize Ebü'l-Hüseyin Muhammed b. el-Hüseyin b. Fazl el-Kattân Bağdad'da haber verdi ve dedi ki: Bize Ebû Sehl b. Ziyad el-Kattan haber verdi ve dedi ki; bize Ebû İshâk İsmâîl b. İshak el-Kadi rivayet etti ve dedi ki: bize İsmail b. Ebi Uveys rivayet etti ve dedi ki: Bize kardeşim, Süleyman b. Bilal'den O da Saîd b. İshak b. Ka'b b. Ucre'den O da halası Zeyneb b. Ka'b b. Ucre'den O da Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet etti ve dedi ki: “Rasûlullah (s.a.a.), Ebû Tâlib oğlu Ali'yi Yemen'e gönderdi. Ali ile birlikte gidenlerden biri de bendim. Zekat develerini aldığımız za­man Ali'den kendi develerimize istirahat verip zekat develerine binme talebinde bulunduk. Çünkü develerimizin yorgun düştüklerini görmüştük. Ne var ki Ali (a.s.), bu isteğimizi kabul etmedi ve: diğer Müslümanlar kadar sizin bu develerde payınız vardır. Başkaca bir hakkınız yoktur, dedi.

Ali, işini tamamlayıp Yemen'den dönüş yoluna koyulduğu zaman başımıza bir adamı emir tayin etti. Kendisi acele gitti ve hacca ka­vuştu. Haccını tamamladığı zaman Rasûlullah (s.a.a.), ona: ‘Arkadaşlarına dön ki, onları getiresin' dedi.

Biz, Ali'nin (a.s.) vekil bıraktığı adamdan da aynı talepte bulunduk. O, bu talebimizi uygun karşıladı. Ali (a.s.) yanımıza döndüğünde zekat deve­lerine binilmiş olduğunu ve binme izlerinin develerin sırtında bulun­duğunu görünce vekil bıraktığı adamı huzuruna çağırtıp kınadı. Ben de: ‘Eğer Medine'ye gelirsem, Allah'a söz veriyorum ki, bu olup biten­leri ve Ali'den (a.s.) gördüğümüz kabalığı, baskıyı Rasûlullah'a anlatacağım' dedim.

Medine'ye geldiğimizde yemin ettiğim şeyi yerine getirmek için Rasûlullah'm yanma gittim. Ebû Bekir'in, Rasûlullah'ın yanından çıkmakta olduğunu gördüm. Ebû Bekir beni görünce yanımda dura­rak; ‘Hoş geldin' dedi. Hal hatır sordu. Ben de hal hatır sordum. ‘Ne zaman geldin?' diye sordu. Ben de: ‘Dün geldim' dedim. Benimle birlikte dönüp Rasûlullah'ın yanı­na geldi. İçeri girdi ve: ‘Sa'd b. Mâlik b. Şehid (Ebû Saîd el-Hudrî) yanınıza girmek istiyor' dedi. Rasûlullah da: ‘İzin ver' dedi. Ben de içeri girdim. Rasûlullah'a selam verdim. Selamımı aldı. Bana yöneldi. Hal hatır sordu. Bu hususta tekrar tekrar soru sordu. Ben de dedim ki: ‘Ey Allah'ın Rasûlü, bir bilsen, Ali'den (a.s.) ne kadar kabalık, kötü arka­daşlık ve baskı gördüğümüzü'.

Rasûlullah (s.a.a.) ağırlaştı, ağır davrandı. Ben de Ali'den gördü­ğümüz eziyetleri sıralamaya başladım. Sözlerimin ortasına geldiğim­de Rasûlullah bacağıma vurdu. Ben yakınında duruyordum. Bana şöyle dedi: ‘Ey Sa'd b. Mâlik b. Şehid, ağır ol bakayım, sözlerinin bir kısmını kardeşin Ali'ye bırak. Allah'a yemin ederim ki, onun Allah yolunda tavizsiz oldu­ğunu anladım.

Ben de kendi kendime dedim ki: ‘Anan seni kaybetsin ey Sa'd b. Mâlik.'

Artık o günden sonra Ali'nin hoşuna gitmeyecek bir davranışta bulunduğumu sanmıyorum. Allah'a yemin ederim ki, artık onu ne gizli, ne de açık olarak kötülükle yad etmedim.”[54]

Bu hadisi İbn Kesîr de el-Bidâye'sinde naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisin isnadı ceyyid/sahihtir. Nesâî'nin şartına göre sahihtir. Ancak Kütüb-ü Sitte müelliflerinden hiçbirisi tahriç etmemişlerdir.[55]

İşte Ali (a.s.) hakkındaki itirazlar geneli bu türden. Bir başka ifadeyle Ali'nin (a.s.) Allah yolundaki tavizsizliği ve Rıza-ı İlahî'yi elde etme yolundaki gayretkeşliği. Fakat Müslümanların zihin dünyası ta ilk dönemlerden itibaren hak ve adaletten uzak ve ırak bir yapıda oluşu Ali'ye karşı hasımane ve düşmanca tutumların sergilenmesine neden olmuştur.

C - Amr b. Şaş el-Eslemi: İmam Ahmed b. Hanbel Müsnedinde şöyle der: Bize Yakûb b. İbrahim rivayet etti ve dedi ki: bize babam rivayet etti ve dedi ki: bize Muhammed b. İshak, Ebân b. Sâlih'ten; O el-Fazl b. Makıl b. Sinân'dan; O Abdullah b. Neyaz el-Eslemî'den; O Amr b. Şâş el-Eslemî'den –ki bu şahıs Hudeybiye ashabındandır- şöyle rivayet etmektedir: “Ben, Rasûlullah'ın (s.a.a.) Yemen'e gönderdiği süvariler arasında Ali b. Ebî Tâlib ile beraberdim. Hz. Ali bana biraz sert davrandı. Ona karşı biraz kırgınlık hissettim. Medine'ye geldiğimde her mecliste ve karşılaştığım her kimse nezdinde Ali'nin (a.s.) şikayetini yaptım. Bir gün mescide gittim. Baktım ki, Rasûlullah orada oturuyor. Gözlerine baktığımı görünce o da bana baktı. Gidip yanına oturunca bana şöyle de­di: ‘Doğrusu yemin ederim ki, ey Amr b. Şâs, sen bana eziyet ettin' Ben de bunun üzerine: ‘Rasûlullah'a eziyet etmekten Allah'a ve İslâm'a sığınırım' dedim. Rasûlullah (s.a.a.): ‘Ali'ye eziyet eden, bana da eziyet etmiştir' dedi.”[56]

Bu şikayeti zorunlu olarak karinelerle değerlendireceğiz.

a - Hadiste geçen “فجفاني علي بعض الجفاء / Ali bana biraz sert davrandı.” Cümlesi zekat toplama olayıyla ilgilidir diyebiliriz.

b - “فلما قدمت أظهرت شكايته في المسجد / Medine'ye geldiğimde her mecliste ve karşılaştığım her mahfilde onu şikayet ettim” cümlesi ise bu şikayetin açık ve net bir şekilde Medine'de vuku bulduğunu göstermektedir.

Rivayetin sıhhati hakkında ise Heysemî şöyle der: Bu hadisi Ahmed, Taberânî (özetleyerek), Bezzâr (daha da özet bir tarzda) rivayet etmişlerdir. Ahmed'in isnad zincirinde bulunan şahıslar sikadır.[57]

Hâkim ise daha da ileri gider ve şöyle der: Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahih olduğu halde tahriç etmemişlerdir.[58]

Bir üçüncü değerlendirmeyi ise Müsnedin muhakkıkı Hamza Ahmed Zeyn'den aktaralım. Bu hadisin isnadı hasendir… Bu hadisi İbn Ebî Şeybe de Fezâil'de, İbn Hibbân… Hâkim Müstedrek'te sahih olduğunu belirterek rivayet etmiştir. Zehebî de onun bu yargısına muvafakat etmiştir.[59]

Hadisin içeriği ve metni hakkında birkaç şey söylemek gerekirse, şikayete konu olan olay noktasında hadis mücmellik ve müphemlik barındırmaktadır. Ben ‘Ali de haksız olabilir, şikayet de haksız olabilir' diyebilirsiniz. Ama İlahî irade tarafından seçilen şahsın durduğu yerde duruyor, Onun hak ve adaletine o derecesine, Allah azze ve celle'nin hak ve adaletin sıfatının tecellisi olduğuna o derece inanıyorum ki O, artık İmam Ali'yi tezkiye ediyorsa karşı şahsın haklılık payı sıfıra iniyor. Bir de Hz. Rasûlullah'ın “Ali'ye eziyet eden, bana da eziyet etmiştir” hadisi belki de haklılık, davranış ve siret açısından Rasûlullah ile İmam Ali'nin aynîleştiğinin göstergesidir ve bir diğer kanıtıdır.

D - Vâkidî'nin rivayeti: Rasûlullah (s.a.a.) hicretin onuncu yılının Ramazan ayında Ali b. Ebî Tâlib'i gönderdi. Rasûlullah (s.a.a.) ona Kubba'da karargah kurmasını kendisine emretti. Hz. Ali de verilen emir gereği ashabı kendisine uysun diye Kubba'da karargahını kurdu. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) o gün bir sarığı bir kargının başına bağladı ve ‘işte sancak böyledir' buyurdu ve onu Hz. Ali'ye verdi. Hz. Ali'nin başına da, üç bürgülü bir sarık sardı. Sarığın bir ucunu bir zira kadar önüne, öteki ucunu da bir karış kadar arkasına sarkıttıktan sonra:

‘Sarık böyle sarılır, böyle!' buyurdu.

Vâkidî devamında şöyle der: “Bana Üsâme b. Zeyd, babasından; O Ata b. Yesâr'dan; O, Ebû Râfi'den şöyle rivayet etmektedir: “Rasûlullah (s.a.a.) Ali'yi gönderince şöyle dedi: Hiçbir tarafına bakmadan ilerleyip git!

Bunun üzerine Hz. Ali: ‘Ey Allah'ın Rasulü! Nasıl davranacağım?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.a.): Meydanlarına varıp konduğunda seninle çarpışmaya kalkmadıkça onlarla çarpışma! Eğer seninle çarpışmaya kalkarlarsa, sizden birini öldürünceye kadar onlarla çarpışma! Sizden öldürürlerse, bir müddet ne yapacaklarını beklemeden onlarla çarpışmaya kalkma! Sonra onlara: ‘Sizler Lâ ilahe illallah' kelimesini söylemek ister misiniz, diye sor. Eğer ‘Evet!' derlerse, onlara: ‘Siz, mallarınızın sadaka ve zekatını çıkarıp fakirlerinize vermeyi kabul eder misiniz?' diye sor. ‘Evet' derlerse, artık onlardan bundan başkasını isteme! Vallahi senin elinle Allah'ın bir tek adamı hidayete, doğru yola eriştirmesi, senin için, üzerine güneşin doğduğu veya battığı her şeyden daha hayırlıdır! Hz. Ali, üç yüz süvariye komuta ederek yola çıktı. Onların bu süvari birliği bu yurda giren ilk atlı birlik idi.[60] Nihayet, süvarilerin öncüleri Mezhiçlerin yurduna yaklaştılar.

Hz. Ali ordusunu bölüklere ayırdı.

Bunlar, yaptıkları akınlar neticesinde birçok kadın, erkek, çocuk esir aldılar. Deve, davar, vesair ganimet mallan ele geçirip getirdiler.

Hz. Ali, ganimet mallarının başına Büreyde b. Husayb'ı görevlendirdi.

Hz. Ali, daha sonra Mezhiclerin bir grubuyla karşılaştı. Onları İslâma davet etti ve gerektiği şekilde de teşvik etti. Ancak Mezhicliler İslâmiyete girmeye yanaşmadılar, İslâm mücahidlerini oka ve taşa tuttular. Bunun üzerine, Hz. Ali, eline sancak verip Mes'ud b. Sinân es-Sülemî'yi ileri gönderdi. Mezhiclerden bir adam meydana çıkıp düello için adam istedi. Onun karşısına Esved b. Huzâî es-Sülemî çıktı. İki süvari bir müddet birbirlerine saldırdılar. Nihayetinde Esved b. Huzâî onu öldürüp elbise ve silahlarını aldı. Sonra, İmam Ali, yanındaki süvarilerle birlikte hücuma geçti. Mezhiclerden yirmi kişi öldürülünce, Mezhicler dağılıp hezimete uğradılar. Sancaklarını da orada bıraktılar. Hz. Ali, onları takip etmekten vazgeçip kendilerini tekrar İslâma davet etti. Mezhicler hemen icabet edip Müslüman oldular. Hatta liderlerinden bazıları gelip Hz. Ali'ye İslâmiyet üzerine biat ettiler ve: ‘Bizler, arkamızdaki kavmimiz adına da biat ediyoruz! İşte, zekat ve sadakalarımız! Onların içinden, Allah'ın hakkını da al!' dediler.”[61]

Vâkidî devamında şöyle der: Bana Ömer b. Muhammed b. Ömer b. Ali, babasından şöyle rivayet etti: “Hz. Ali ganimet mallarını bir araya getirdikten sonra beşe ayırıp bir okun üzerine ‘Allah'a aittir!' yazısını yazıp kura çekti. İlk çıkan, Allah'a ait beşte bir hisse oldu. İnsanlardan hiçbirine özel pay ayırmadı. Halbuki ondan önceki emirler sahabelerine humustan verirlerdi. Sonra da Rasûlullah'a (s.a.a.) bu durumu haber verince Rasûlullah bunu onlara vermezdi. (yani geri alırdı). Hz. Ali'nin ordusundakiler Hz. Ali'den de böyle davranmasını talep edince O bunu kabul etmekten kaçındı ve: ‘Humusu Rasûlullah'a (s.a.a.) götüreceğim. O bu hususta uygun gördüğü şekilde davranır. İşte, Rasûlullah (s.a.a.) hacda bulunuyor. Onunla buluşuruz! O, bunun üzerinde Allah'ın kendisine gösterdiği şeyi yapar.' dedi. Dönmek üzere ayrıldı. Beşte bir hisseyi hayvanlara yükledi.

Ganimet mallarından birlikte sevk edilecekleri de sevk etti.

Hz. Ali, Futuk'a[62] varınca, Ali (a.s.), Ebû Râfi'i arkadaşlarının ve humus mallarının üzerine bırakarak, arkadaşlarından önce Mekke'ye gitmek istedi ve acele gitti. Humusun içerisinde ganimetten elde edilen kapalı balya yüklü Yemen elbiseleri ile sürüler ve zekat olarak alınan hayvanlar vardı.

Bu gazada Ali (a.s.) ile birlikte bulunan Ebû Saîd el-Hudrî şöyle dedi: Hz. Ali, zekat develerine binmemizi de yasakladı. İmam Ali'nin sahabeleri Ebû Râfi'den (humus mallarındaki cc) elbiselerden giymek üzere ikişer tane elbise istediler. O da onlara ikişer elbise verdi. O da onlarda aldıkları elbiseleri giydiler. Hz. Ali'nin askerleri Mekke'ye girdikleri ve Sidre'ye vardıkları esnada, Hz. Ali konaklayacakları yerlerine getirmek için onları karşılayıp herkesin üzerlerine ikişer ikişer elbise giymiş olduklarını görünce, elbiselerin beşte bir hisseye ait olduğunu anladı. Ebû Râfi'ye: ‘Bu ne?' diye sordu. Ebû Rafı: ‘Bunlar, benimle konuşup görüştüler. Ben de onların şikayet etmelerinden korktum ve bunun senin açından daha kolay olacağını düşündüm. Zira senden öncekiler aynı şeyi onlara yapıyorlardı, diye cevap verince Hz. Ali: ‘Benim onları bundan sakındırdığımı gördün. Sonra da kalkıp onlara verdin. Ben seni, arkamda bıraktığım şeyleri koruyasın diye bırakmıştım. Sen ise onları verdin ha!' dedi. Ali bunu yapmaktan kaçındı ve nihayet elbiselerini onların üzerinden çekip aldı. Onlar Rasûlullah'ın (s.a.a.) yanına geldiklerinde şikayetlerini ona arz ettiler. Rasûlullah (s.a.a.) İmam Ali'yi çağırıp: ‘Arkadaşlarına ne yaptın ki senden şikayetçidirler' diye sordu. Hz. Ali: ‘Ben onları rahatsız edecek bir şey yapmadım. Ele geçirdikleri ganimeti aralarında paylaştırdım. Dilediğini yapman için, sana getirmek üzere humus payını ayırdım. Komutanlar humustan istedikleri kimselere pay vermek suretiyle iş yaparlardı. Ben bu hususta uygun gördüğünü sen yapasın diye onu sana getirip teslim etmeyi münasip gördüm. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.a.) sustu.”[63]

Hadisin siretini bir nebze içinde barındıran bu hadisin girişindeki şu ifadeler dikkat çekmektedir: “Halbuki ondan önceki emirler sahabelerine humustan verirlerdi.” Bu İmam Ali (a) ile önceki komutanlar arasındaki uygulamanın farklı olduğunun açık bir itirafıdır. Peki hadise göre İmam Ali'nin uygulaması nasıl? Rivayetin bu noktadaki yanıtı şöyle: Ali kimseye özel bir pay ayırmazdı. İmam Ali'nin insanın kalbine, gönlüne ve aklına şifa veren bu tutumu sonradan maalesef hakşinaslıktan uzak bazı kimselerin ona karşı cephe almasına neden olacak, deyim yerindeyse 2. Halife döneminde başlayan sosyal tabakadaki farklılığın devamını isteyerek İmam Ali'ye savaş açacaklardır. Soru şu: kimseye ayrımcılık yapmamak, sosyal tabaka ayrımcılığına set çekmek mi İslam'ın ve insanî erdemlerin ruhuna uygundur, yoksa bir sosyal tabaka oluşturmak mı İslam'ın ruhuna ve erdemlere uygundur? Bu tutumu ile Ali, Allah azze ve celle'nin ve Hz. Rasûlullah'ın hoşnutluğunu talep etmiş, rıza makamına uygun davranmıştır. İslam ve insanî erdemlerle çatışan diğer uygulamaların İslam'ın ruhuna ve insanî erdemlere aykırı olduğunu söylemek çok da zor olmasa gerek.

Vâkidî der ki; bana Sâbit'in mevlası Sâlim, Ebû Cafer'in mevlası Sâlim'den şöyle rivayet etmektedir: “Hz. Ali (a.s.) düşman karşısında zafer kazanıp da onlar İslam'a girince, ganimet olarak ele geçirdiklerini topladı ve onların başına Büreyde b. Hasîb'i atadı. Büreyde onların arasında ikamet etti. Ayrıca Ali (a.s.) bir mektup yazıp Abdullah b. Amr b. Avf el-Müzenî ile gönderdi. Rasûlullah'a (s.a.a.) Ben-i Zebîd ve diğer Yemen kabilelerinden topluluklar ile karşılaştığını, onları İslam'a davet ettiğini, Müslüman olurlarsa kendileriyle çarpışmaktan el çektiğini bildirdiğini, bunu yanaşmayanlarla çarpışmak zorunda kaldığını da belirtti. Ali (a.s.) mektupta ayrıca şunları da söyledi: Allah-u Teâlâ'nın kendisine zafer ihsan ettiğini, onlardan öldürülenlerin öldürüldüğünü, sonra teklif olunduk­ları şeyi kabul edip İslâm dinine girdiklerini ve zekat vermeye boyun eğdiklerini ve kendilerinden bazı kimselerin geldiklerini ve onlara Kur'ân-ı Kerîm okumayı da öğrettiklerini bildirdi. Bunun üzerine Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Hz. Ali'ye, hac mevsi­minde gelip Mekke'de kendisiyle buluşmasını emretti. Abdullah b. Amr b. Avf bu durumu Ali'ye bildirmek üzere harekete geçti.[64]

Vâkidî'nin rivayetlerinden çıkartılacak dersler 

Vâkidî'nin rivayetinden çokça ders çıkartılabilirse de biz sadece konumuzla bağlantılı olanlara değineceğiz.

a - Bu rivayete göre şikayet Mekke'de gerçekleşmektedir.

b - Bu rivayetten hareketle Yemen halkının bütününün aynı anda Müslüman olmadığını söyleyebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki bu kabilelerin bir bölümü henüz daha Müslüman olmamıştı. Bundan dolayı Ali (a.s.) Yemen kabilelerinden Müslüman olanlardan zekat mallarını toplamak üzere harekete geçti. Bu esnada Müslüman olmayan kabilelerle de karşılaştı ve onlarla savaşmak zorunda kaldı. Savaşın akabinden bu kabileler de İmam Ali'nin eliyle Müslüman oldular.

c - Öyle anlaşılıyor ki bu rivayetin bazı bölümlerinin içerdiği “hac mevsiminde bulunmak” “onuncu yıl” gibi karineler üçüncü çıkışı ile uyum göstermektedir. Nitekim rivayetin bazı bölümleri de Hz. Ali'nin davetçi ve gazi olarak çıktığı ilk Yemen seferiyle uyum içindedir. Hem de bu rivayette Zebîd ile savaştan ve onların Müslüman olmalarından bahs edilmiştir. Özetle burada bir karmaşa söz konusu. Rivayetin bazı bölümleri birbiriyle bütünüyle çelişkili gibi görünüyor.

d - Ali'nin tavizsizliği, Rasûlullah'a (s.a.a.) bağlılığı eşsiz ve mümtaz şahsiyetinin birer yansımasıdır.

E - İbnü'l-Esîr'in rivayeti: İbnü'l-Esîr el-Kâmil fi't-Tarih adlı eserinde “ذكر بعث رسول الله صلي الله عليه وسلم أمراءه علي الصدقات / Rasûlullah'ın zekat amirlerini göndermesi” diye bir başlık atar.

Bu başlıkta şöyle der: “Rasûlullah (s.a.a.) bu yıl içerisinde zekât emir ve âmillerini (tahsildar) göndermişti. Bunlar arasında Muhâcir b. Ebî Umeyye b. el-Muğîre'yi San'a'ya göndermişti, el-Ansî orada bulunuyordu ve ona karşı çıktı!

Ensâr'dan Ziyâd b. Lebid'i Hadramut'a zekâtlarına emir olmak üze­re gönderdi. Adiy b. Hatim et-Tâ'î'yi Tayy ve Esed oğullarının zekâtla­rını, Mâlik b. Nüveyre'yi de Hanzala oğullarının zekâtlarını toplamakla görevlendirdi. ez-Zibrekân b. Bedr ile Kays b. Âsım'ı da Sa'd b. Zeyd Menat b. Tenimlerin zekâtını toplamakla görevlendirdi.

el-Alâ' b el-Hadramî'yi Bahreyn'e gönderirken, Ali b. Ebî Tâlib'i (a.s.) de Necrân'a hem zekâtlarını, hem de cizyelerini toplayıp geri dönmek üze­re gönderdi. Hz. Ali bunları toplayıp geri dönünce, Rasûlullah'ın (s.a.a.) Mekke'de Veda Haccı'nda olduğunu gördü. Bunun üzerine Hz. Ali, ken­disinin yerine arkadaşlarından birisini askerlerin başına geçirip Pey­gamber'in (s.a.a.) yanına, onlardan daha önce varmak üzere gitti ve onunla Mekke'de karşılaştı. Hz. Ali'nin askerlerin başına bıraktığı kim­se, askerlerin her birisine Hz. Ali'nin (Necrânlılardan topladığı) elbise­lerden birer elbise giydirdi. Askerler yaklaşınca, Hz. Ali (a.s.) de onları kar­şılamak üzere çıktığında, onların elbiseleri giymiş olduklarını görünce, üzerlerinden aldı. Bu sefer askerler onu Rasûlullah'a (s.a.a.) şikâyet edince, onlara şöyle dedi: ‘Ey insanlar Ali'yi (a.s.) şikayet etmeyiniz. Allah'a yemin ederim, O, Allah'ın zatında ve Allah'ın yolunda tavizsiz bir kişidir.' diye buyurdu.”[65]

Bu rivayetin zekatları toplamak hakkında olduğu bu seferin hicretin onuncu yılında vuku bulduğu İmam'ın zekatları topladıktan sonra döndüğü ve Rasûlullah (s.a.a.) ile Mekke'de karşılaştığı ve şikayetin de Mekke'de vuku bulduğu açıktır.

İmam Ali'nin bu üçüncü Yemen seferi ile ilgili akla takılan sorular:

1 - İmam Ali (a.s.) Yemen'e ne zaman gönderildi? Mekke'ye gelmek için nereden acele etti?

Vâkidî ve İbnü'l-Esîr'in yukarıda geçen rivayetlerinden öyle anlaşılıyor ki İmam Ali'nin Yemen'e bu üçüncü seferi hicretin onuncu yılında vuku buldu ve Mekke'de Rasûlullah (s.a.a.) ile buluştu.[66]

2 - İmam Ali'yi şikayet edenler kimler?

Bu rivayetlerde şikayet edenler hakkında çeşitli lafızlar kullanılmıştır.

İfadelere bir bakalım.

a - İnsanlar. İbn İshâk, Ahmed b. Hanbel, İbn Abdülberr'in Ebû Saîd el-Hudrî'dan rivayetlerine göre genel bir ifade kullanılarak insanlar. “اشتكي الناس علياً رضوان اللّه عليه /İnsanlar Ali'yi şikayet ettiler.”[67]

b - İmam Ali'nin ordusunda bulunan ashabı ve askerleri. Vâkidî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayetinde bunu görebiliyoruz. “فلما قَدِموا علي رسول الله صلي الله عليه وسلم شكوه، فدعا علياً، فقال: ما لأصحابك يشكونك؟ / Onlar Rasûlullah'ın (s.a.a.) yanına geldiklerinde şikayetlerini ona arz ettiler. Rasûlullah (s.a.a.) İmam Ali'yi çağırıp: ‘Arkadaşlarına ne yaptın ki senden şikayetçidirler' diye sordu.”[68]

c - Ordu. Nitekim İbn Hişâm'ın Yezîd b. Talha b. Yezîd b. Rükâne'nin rivayetinden bunu elde edebiliyoruz: “وأظهر الجيش شكواه لما صنع بهم /Ordu kendilerine yapılan uygulamadan şikayetçi olduklarını izhar ettiler.”[69]

d - Amr b. Şaş Eslemî. Şikayet eden kimsenin ismini vermiştir. Amr b. Şaş şöyle der: Ali'nin (a.s.) Yemen seferinde ben de onunla birlikteydim. Ali bana biraz sert davrandı. Ona karşı biraz kırgınlık hissettim. Medine'ye geldiğimde mescitte ona şikayetimi izhar ettim.[70]

Heysemî şöyle der: Bu hadisi Ahmed, Taberânî (özetleyerek), Bezzâr (da daha çok özetleyerek) rivayet etmişlerdir. Ahmed'in ricalı sikadır.[71]

Ebû Saîd el-Hudrî b. Mâlik b. Sînân. Bir diğer rivayete göte şikayette bulunan kimse Ebû Saîd el-Hudrî'dir. Nitekim Beyhakî'nin rivayetinde şöyle geçmektedir: “Medine'ye geldiğimizde Rasûlullah'ın yanına vardım…. Dedim ki; ey Allah'ın Rasulü! Ali'den (a.s.) kabalık, kötü arkadaşlık ve baskı gördük.”[72]

Özetle rivayetler şikayette bulunanın ismini belirleme noktasında ittifak halinde değildirler. Rivayetlerden de görüldüğü gibi şikayetçi olanların isimleri hakkında bir ihtilaf söz konusudur.

3 - Şikayetin nerede vuku bulduğu ve nerede yapıldığı. Acaba şikayet Mekke'de mi vuku bulmuştur yoksa Medine'de mi?

Yukarıda Amr b. Şaş ve Ebû Saîd el-Hudrî'nin şikayetlerinin Medine'de gerçekleştiği geçmişti. İnsanların veya ordunun şikayetine gelince ise öyle anlaşılıyor ki bu şikayetler Mekke'de vuku bulmuştur. Nitekim Vâkidî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayetinde bunu elde edebiliyoruz: “Hz. Ali'nin askerleri Mekke'ye girdikleri ve Sidre'ye vardıkları esnada, Hz. Ali konaklayacakları yerlerine getirmek için onları karşılayıp herkesin üzerlerine ikişer ikişer elbise giymiş olduklarını görünce…[73]

İbnü'l-Esîr ise şöyle der: “ Pey­gamber'in (s.a.a.) yanına, onlardan daha önce varmak üzere gitti ve onunla Mekke'de karşılaştı. Hz. Ali'nin askerlerin başına bıraktığı kim­se, askerlerin her birisine Hz. Ali'nin (Necranlılardan topladığı) elbise­lerden birer elbise giydirdi. Askerler yaklaşınca, Hz. Ali de onları kar­şılamak üzere çıktığında, onların elbiseleri giymiş olduklarını görünce, üzerlerinden aldı. Bu sefer askerler onu Rasûlullah'a (s.a.a.) şikâyet edince…[74]

İbn İshâk ve Taberî'nin rivayetleri: “Askerler Mekke'ye yaklaşınca Ali onları karşılamaya çıktı. İmam Ali onların üzerinde elbiseleri görünce adama “Yazıklar olsun sana bunlar da neyin nesi?” diye sordu. Adam: “Geldiklerinde insanlar onları güzel kıyafetler içinde görsünler istedim.” Dedi. Ali: “Rasûlullah (s.a.a.) ile karşılaşmadan hemen elbiseleri çıkart.” Dedi. Bunun üzerine adam elbiseleri topladı ve tekrar yerine koydu. Ancak askerler, kendilerine yapılandan ötürü rahatsızlıklarını ifade ettiler.[75]

Taberî ve İbn İshâk'ın rivayetinden şikayetin Mekke'ye yaklaştıkları esnada ordu tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır.

Yani şikayet

a - Mekke yakınlarında

b - Ordu tarafından

4 - Şikayetin tam zamanı. Yani şikayet Mekke'de vuku bulmuşsa hac menasikinden önce mi sonra mı vuku buldu?

Şikayetin hacdan önce vuku bulduğuna delalet eden pasajlar:

İbn İshak ve Taberî'nin rivayetlerinde söz konusu şikayetin hac menasikinin tamamlanmasından önce olduğuna delalet etmektedir. Çünkü her iki kaynakta da ordunun şikayette bulunmasından ve Rasûlullah'ın “Ey insanlar! Ali'yi şikayet etmeyiniz” dedikten sonra Hz. Rasûlullah (s.a.a.) hac vecibesini yerine getirmek üzere yoluna devam etti. İnsanlara bu ibadetin ne şekilde icra edileceğini ve hacclarının yöntemlerini gösterdi. İnsanlara önemli konuları ...”[76]

Şikayetin hacdan sonra vuku bulduğuna delalet eden pasajlar:

Vâkidî ve İbnü'l-Esîr'in rivayetinden ise hac menasikinin tamamlanmasından ordunun şikayet ettiği anlaşılmaktadır. Vâkidî der ki; “Hz. Ali konaklayacakları yerlerine getirmek için onları karşılayıp herkesin üzerlerine…”

İbnü'l-Esîr ise “Ordu yaklaşınca onları karşılamak üzere çıktı.”[77]

Açıktır ki Ali'nin orduyu karşılamak üzere çıkabilmesi ancak hac menasikinin bitmesine bağlıdır. Çünkü rivayetlere göre Hz. Ali (a.s.) hedefi Rasûlullah'a ulaşıp hac menasikini onunla birlikte yapmaktı. Bundan dolayı da ordudan önce davranmış, acele etmiş, hac menasikini Hz. Peygamber (s.a.a.) ile birlikte yapabilmek için acele etmiştir.

Beyhakî'nin rivayetinde ise şöyle geçmektedir: “Ali'nin kendisi acele edip hacca gitti. Haccını tamamladığı za­man Peygamber (s.a.a.), ona: ‘Arkadaşlarının yanına dön, onları da ge­tir.' dedi. Biz daha önce Ali'ye ilettiğimiz isteğimizi bu defa başımıza emir tayin edilen adama ilettik.

Açıklama 

Yemen vakasıyla ilgili bunca ön bilgi ve rivayetleri insanların Ali'den şikayetini bu vakanın doğru bir analizini yapmak, olayı etraflıca kuşatabilmek ve bu şikayetin Mekke'de vuku bulsa dahi Gadîr-i Hum meselesiyle bağlantılı olmadığını göstermek için takdim ediyoruz. Gadîr Hadisi'nin İmam Ali'nin Yemen seferindeki bir takım uygulama ve davranışlarına ilişkin şikayetlerden ötürü söylendiğini belirten söz konusu zevat için eldeki bütün rivayetleri eklemeksizin veya çıkarmaksızın sunduk. Şimdi Allah aşkına rivayetleri kısarak, bir bölümünü atarak, tümünü sunmaksızın kafasında bir tablo oluşturup izleyici (İsrafil Balcı) ve okuyucuya Gadîr Hadisi şikayetler üzerine Rasûlullah (s.a.a.) tarafından irad edilmiştir izlenimini vermek ile bu rivayetlerden elde edilen sonuç neredeyse uzaktan yakından birbiriyle uyuşmuyor diyebiliriz.

Ama yine de birkaç cevap vermeye çalışalım:

A - Şikayetin Hac menasikinin tamamlanmasından önce vuku bulması 

Eğer insanların ve orduda yer alan askerlerin şikayeti –Taberî ve İbn İshâk'ın rivayetinden anlaşılan budur- hac menâsikinin tamamlanmasından önce olmuşsa her iki tarihçinin de aktarımına göre şikayetin hemen akabinden sonra Rasûlullah (s.a.a.) cevaplarını vermiş ve haccına devam etmiştir. Şikayette bulunanlar da bir daha bunu getirmemişler ki devam ettiğinden ve bir polemik halini aldığından bahsedelim ve diyelim ki Gadîr Hadisi bundan dolayı irad edilmiş olsun. Zaten Hz. Rasûlullah (s.a.a.) ilk şikayet yapıldığı esnada cevabını vermiş ve “Ey insanlar! Ali hakkında şikayette bulunmayınız. Vallahi o Allah'ın zatı hakkında insanların en tavizsizidir” demiştir. Araya uzunca bir zaman girdikten sonra Rasûlullah'ın kalkıp o şikayet üzerine Gadîr Hadisi'ni irad etmesi hikmet sahibi bir şahsın tavrına benzememektedir. Rasûlullah (s.a.a.) şikayetin verdiği cevaba rağmen hala insanların konuşmaya devam ettikleri varsayımına gelince rivayetlerde böyle bir varsayım için;

a - Bir emare yok.

b - Emare olduğunu kabul edecek olursak bu sahabeyi daha kötü pozisyona sokar ki Peygamber'in sözleri onları tatmin etmemiş gibi bir tablo ile karşı karşıya kalırız.

Hz. Rasûlullah'ın bu sözleri hac menasikinin tamamlanmasından ve Hz. Peygamber'in Mekke'yi terk edip az sayılmayacak bir mesafe kadar Mekke'den uzaklaşıp Medine'ye yöneldiği esnada irad edilen Gadîr Hutbesi'nden çok öncedir.

B - Rasûlullah'ın sözünün delaleti 

Rasûlullah'ın “Ey insanlar! Ali hakkında şikayette bulunmayınız. Vallahi o Allah'ın zatı hakkında insanların en tavizsizidir.” buyruğunun üzerinde biraz durulduğunda olayın cariye olmadığı ve İmam Ali'nin ilahî vecibeleri uygulamadaki tavizsizliği olduğu görülecektir. Yani deyim yerindeyse Ali'nin (a.s.) sorumluluk bilinci ve ilahî aşkı şikayete konu olmuştur ki bu da Ali'nin (a.s.) makamının ne derece büyük olduğunun göstergesidir. Bu durumda iki olasılık söz konusudur:

a - Sahabe kuşağının salih bireyler olması. Şikayet eden sahabenin salih ve takvalı bireyler olduğunu kabul etsek dahi onların takvasıyla İmam Ali'nin ilahî muhabbeti karşılaştırıldığında Süreyya yıldızı ile yeryüzünün karşılaştırılması gibidir. Bunu defaatle belirtmişiz. Olay, niza ve bakış açılarında bir tarafta Rasûlullah (s.a.a.) diğer tarafta da ne kadar yüce olursa olsun bir sahabe varsa ben inanç ve kabulüm gereği her zaman Rasûlullah (s.a.a.) tarafından olaya bakarım. Rasûlullah'a (s.a.a.) rağmen hakikatin kabulü zihin dünyam açısından mümkün görülmemektedir. Kitab-ı Kerim'in ifadesiyle Ruhu'l-Kudus tarafından teyid edilen bir şahsın yanlışa ve yanılgıya düşüp böyle bir ruh tarafından desteklenmeyen ancak ruhu'l-iman sahibi olan bir bireyin hakikate eriştiği kabulü zorlamadır ve pek mantıkî durmamaktadır. Ama İsrâfîl Hoca Peygamber'e çekinmeden bir tarafgirliği boca edebilme cüretinde bulunabilmektedir.

b - Sahabe kuşağının takvaya aldırış etmeyen bireyler olması. Şikayette bulunan bireylerin fısku fücura dalan günahlarla hemhal olan sahabeden olması. Bu durumda yine Ali ile onlar kıyas kabul etmez.

C - Hac menasikinden hemen sonra şikayetin vuku bulması 

Yukarıda geçen Beyhakî ve İbnü'l-Esîr'in rivayetlerinin içeriğinden şikayetin hac menasikinin bitiminden sonra olduğu anlaşılmaktadır. Böyle olsa dahi yine Gadîr Hutbesi ile bağlantılı değildir. İlk varsayım için sunduğumuz cevap mahiyetindeki sebepler bu itiraz için de geçerlidir. Çünkü rivayetlerden öyle anlaşılıyor ki şikayet hac menasikinin tamamlanmasından hemen sonra ve Hz. Peygamber'in Medine'ye doğru harekete geçmesinden önce vuku bulmuş ve Rasûlullah (s.a.a.) da cevabını vermiştir.

D - Şikayetin Medine'de vuku bulması 

Üçüncü sınıf rivayetlerin şikayetin meydana geldiği yer hakkında iki kısma ayrıldığını görebilmekteyiz. Bunların bir bölümü şikayetin Mekke'de bir bölümü ise Medine'de yapıldığını belirtmektedir. Her halükarda şikayetin Medine'de yapıldığını ifade eden Ömer b. Şaş el-Eslemî'nin “Medine'ye geldiğimde mescitte onu şikayetimi izhar ettim.[78] İçeriği ile Ebû Saîd el-Hudrî'nın rivayetinde geçen “Medine'ye geldiğimde Rasûlullah'a vardım… ‘Ey Allah'ın Rasulü Ali'den ne kadar kabalık, kötü arka­daşlık ve baskı gördüğümüzü…' dedim.[79] Cümlelere bakıldığında şikayet olayı ile Gadîr hadis hakkında herhangi bir bağın olmadığı net bir şekilde görülmektedir.

Şikayetin yapıldığı yere ilişkin bu görüş ayrılığı rivayetin aslını bütünüyle kabulde bir sıkıntı oluşturmaktadır. Çünkü şikayet olayının bir Medine'de bir Mekke'de vuku bulduğunu belirten bu çatışma rivayeti bütünüyle tasdik etmeye engeldir.

E - Maide Suresinin nüzulü ile ilgili idda

 Aslında bu konuyu bağımsız bir şekilde ele almak isterdim. Ancak çok kısa bir şekilde ele almaya çalışacağım. İsrafil Hoca konuşmasında Maide Suresinin nüzulünün hicretin en geç altıncı yılında olduğunu belirtmekte ve bunu da kesin hakikatlerdenmiş gibi sunmaktadır.

En basitinden:

1 - Uzun süreler hatta orta uzunluktaki süreler içerisinde dahi bir defadan inen sureler azdır.

2 - Maide Suresinin altıncı yılda indiğini söylesek dahi bu sürenin bütün ayetlerinin hicretin altıncı yılında indiği anlamına gelmez.

3 - Dahası olay İsrafil Hoca'nın kesin hakikatlerdenmiş gibi sunduğu tarzda da değil. Çünkü Suyuti'nin de el-İtkan'da belirttiği gibi Maide Suresinin en son inen sure olduğuna kanaat getirenler de bulunmaktadır. Ama öyle olmasa da Mâide suresi en son inen surelerdendir ve Mâide 67. ayet de şimdi sahih rivayetlerle de ortaya koyacağımız gibi Gadîr olayıyla bir bağlantısı var.

4 - Ayetin siyak-sibak, Kur'an bütünlüğü içinde metni değerlendirildiğinde de ilginç bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz.

Şimdi bu maddeleri biraz açıklamaya çalışalım.

İsrafil Hoca Maide Suresinin en geç altıncı yılında indiğini söylemektedir ve bu noktada bir istisnada koymamaktadır. Yani anlatım tarzından öyle anlaşılıyor ki Maide Suresinin hiçbir ayeti hicretin altıncı yılından sonra inmiş değildir.

Uzun süreler zaman itibariyle genellikle uzun bir zaman dilimi içinde inen surelerdir. Örneğin Bakara Suresinin kıble ve orucu konu edinen ayetleri hicretin henüz başlangıç dönemlerinde nazil olmuşken faiz, talak ve nikah ile ilgili ayetleri çok çok sonraları nazil olmuştur. Hatta kimi bilginlere göre surenin 281. ayeti Kur'an'ın en son inen ayetidir.

Ebû Meysere el-Mâide sûresi son inen buyruklardandır. O sûrede mensûh bir hüküm yoktur. Yine bu sûrede, başka sûrelerde bulunmayan onsekiz farz hüküm vardır ki, bunlar şu buyruklarda ifade edilmektedir.[80]

Peygamber'den (s.a.a.) Veda Haccı esnasında el-Mâide sûresini okuyup şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ‘Ey insanlar, şüphesiz ki Mâide sûresi (Kur'ândan) nazil olan son bölümlerdendir. O bakımdan onun helâl bildir­diğini helâl belleyiniz, haram bildirdiğini de haram belleyiniz'[81]

Kur'an ilimleri sahasının başvuru kaynaklarından olan el-İtkan “Marifetu Ahiri Ma Nezele” başlığı altında şu ifadeler geçmektedir: ‘Mâide sûresinin «...bugün dininizi tamamladım....' üçüncü âyetidir. Bu âyet Veda Haccı arafesinde nâzil olmuştur. Ayetin manasından anlaşıldığına göre, daha önce inen bütün hüküm ve farzlar tamamlanmış olmaktadır. Bunu, bir kısım ulema açıkça belirtir. Bu ulemadan biri olan Suddî şöyle der: Bu âyetten sonra helâl ve haramla ilgili ahkâm inmemiştir.” [82]

Gerçi Suyûtî Merhum Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebu Hüreyre'den aktarılan Maide Suresinin 67. ayetinin Kur'an'ın en son inen ayeti olduğu görüşünü ikisi de sahih değildir[83] diyerek ret etse de bu ret etme;

a - Maide Suresinin en azından bir bölümünün son inen ayetlerden olduğunu,

b - Bu konuda Maide Suresinin ilgili ayetinin en son inen ayet olduğuna dair rivayetlerin dolayısıyla da görüşün olduğunu bunu öyle İsrafil Hoca'nın iddia ettiği gibi Şia'nın uydurması olmadığı gerçeğini,

c - Suyûtî'nin sahih değildir cümlesinde dahi bir mücmellik söz konusudur. Acaba söz konusu iki rivayet için mi sahih değildir diyor yoksa bu görüş mü sahih değildir diyor bir belirsizlik söz konusudur. Her halükarda buradan Maide Suresinin en son inen surelerden veya sure olduğu görüşünde olan ve Şiî olmayan bilginlerin olduğunu çıkartabiliyoruz.

Gelelim ayetin siyak-sibakına ve Kur'an bütünlüğüne. Şimdi Maide Suresinin 67. ayetine bir bakalım.

Ayetin meali oldukça açık. Peygamber'den her ne ise bir buyruğun veya buyrukların tebliği isteniliyor hatta emrediliyor. Beri taraftan Allah'ın kendisini koruyacağı vaat ediliyor. İşin ilginci ise bu ayet Ehl-i Kitab ile ilgili bir pasajın içinde geliyor.

Bu ayetten önceki iki ayete bakalım. “Şayet Ehl-i kitap iman edip günahtan sakınma çabası göstermiş olsalardı, kuşkusuz biz de kötülüklerini yüzlerine vurmaz ve onları nimeti bol cennetlere koyardık. Şayet onlar Tevrat'ı, İncil'i ve rableri tarafından onlara indirileni doğru dürüst uygulamış olsalardı göğün ve yerin türlü türlü nimetlerinden yararlanırlardı. İçlerinde aşırılığa kaçmayan bir zümre var; çoklarının yaptıkları işler ise pek kötüdür.” (5/el-Maide/65-66)

Şimdi bu ayetten sonra Maide Suresinin 67. ayetini bu ayetle birlikte okuyup anlamaya çalışalım.

Rasûlullah'ın tebliğ etmesi istenen ve karşılığında korunacağı belirtilen bir mesaja bakınız. Lütfen “Ey Ehl-i siz Tevrat'ı, İncil' ve rabbiniz tarafından size indirileni doğru dürüst uygulayınız.” Buyruğunda ne tür bir hayatî konu var ki Rab Teala korunacağını söylüyor? Kur'an Peygamber'in tehlikeler girdabında olduğu bir ortamda dahi ilahi korumadan bahsetmemişken kalkıp siz Tevrat'ı ve İncil'i uygulayacak olursanız size şöyle şöyle ilahî nimetler var demenin ne gibi bir mantıklı açıklaması var. Tarihi açıdan bakıldığında Ehl-i Kitab'ın en tehlikeli kesimi olan Yahudilerin tehlikesi hicretin henüz başlangıç dönemleri için söz konusuydu. Rab Teala böyle bir ortamda dahi bir korumadan bahsetmiyorken neredeyse işlerinin bittiği artık Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının yapıldığı bir dönemden sonra "ey Peygamber onlara şunu şunu tebliğ et yoksa risaletini tebliğ etmemiş olursun ve bu konuda da kimseden çekinme" demenin nasıl bir mantığı var? Aradaki mantığı çözebilen varsa buyursun açıklasın da dinleyelim.

Dahası bir önceki ve bir sonraki ayetlerin vurgu tonlarına bakıldığında bir tehdit ifadesinden daha teşvik ve özendirme ifadelerinin olduğu rahatlıkla görülmektedir.

Kur'an bütünlüğüne bakıldığında da karşımıza çıkan tablo biraz daha farklılık arz etmektedir. Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) ve sahabelerinin bin bir türlü sıkıntı ve mihnet içinde olduğu Mekke döneminde veya Mekkeli müşriklerle savaşların yapıldığı hicretin ilk yıllarında hem de muhataplar Yahudilerden daha azgın ve daha taşkın iken dahi emredileni söyle ifadeleri bulunmasına rağmen bir korumadan bahsedilmemektedir.

Konuyu uzatmak istemiyorum. Ancak birkaç cümle ile meramımı da ifade etmek istiyorum:

a - Ayetin ifade tarzı ve vurgu tonlaması taltif ve tekrimden daha ziyade bir tehdidi ve zorundalığı ifade ediyor.

b - Rasûlullah'ın (s.a.a.) tebliğ edeceği her ne ise risaletin fonksiyonu ile doğrudan bağlantılı oldukça önemli bir konu.

İşin ilginç yanı Şia'yı ve Ehl-i Beyt Mektebi'ni kişi üzerine kurulu bir mekteptir diye eleştirenlerin kendileri de eleştirilerini yine kişi üzerinden ortaya koymaktadırlar. İsrafil Hoca örneğinde olduğu gibi öyleyse Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in tutum ve tavırlarını nereye koyacağız türündeki bir itiraz ilkeden hareketle yapılmış bir itiraz değil şahıstan yola çıkılmış bir itirazdır.

Bu bağlamda inanç ve kanaatimizi kısaca belirtecek olursak Gadîr olayı İlahî emir gereğince vuku bulmuştur. Bu olayın Yemen'e gönderilen ordunun şikayet etmesiyle veya cariye olayıyla bir bağlantısı yoktur. Kaldı ki cariye olayı bize göre sıhhatten de yoksun bir olaydır. Artık şimdi ifade edeceğim cümle benim kanaatimi ve inancımı ifade etmektedir. Aklın ve kalbimin beni getirdiği nokta da budur. Ancak bu inancı benimsemeyen bir kimseyi de asla tekfir etmem, sadece yanlış düşünüyorlar derim. Onlar da benim görüşüme yanlış düşünüyor deme hakkına sahiptirler. Düşüncemi büyük harflerle yazacağım: “ALLAH AZZE VE CELLE HZ. RASÛLULLAH'A (s.a.a.) İMAM ALİ'NİN HİLAFETİNİ VE İMAMETİNİ ÜMMETE TEBLİĞ ET DİYE EMRETMİŞTİR.” Nitekim bu kanaate sahip olmamı sağlayan aklî deliller olduğu gibi sahih rivayetler de söz konusudur.

İşin aklî deliller kısmını şimdilik bir tarafa bırakacağım. Sadece rivayetleri sunup makalemizi sonlandıracağım.

Ebû Hatim kendi tefsirinde sahih isnad zinciri ile Atiyye el-Avfî'den O da Ebû Saîd el-Hudrî'dan şöyle rivayet etmektedir:

Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” Ayeti Ali b. Ebî Tâlib hakkında nazil olmuştur.[84]

Salebi ise dört kanal ile bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: Bu ayet nazil olunca Rasûlullah (s.a.a.) Ali'nin elini tutup kaldırarak “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” buyurdu.[85]

Hatîb el-Bağdâdî ise Abdullah b. Ali b. Muhammed b. Bişran'dan tahriç ettiğine göre o şöyle der: bize Ali b. Ömer b. el-Hafız haber verdi ve dedi ki: bize Ebu Nasr Habşun b. Musa b. Eyyub el-Hallal rivayet etti ve dedi ki: bize Ali b. Saîd er-Remli rivayet etti ve dedi ki: bize Damre b. Rebia el-Kureşi, İbn Şavzeb'den O da Matar el-Verrak'tan O da Şehr b. Havşeb'ten O da Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre O şöyle der: “Zilhiccenin onsekizinci gününde –ki bugün Gadîr-i Hum günüdür- oruç tutan kim­seye altmış ay oruç tutmuşçasma sevap yazılır. Hz. Peygamber (s.a.a.) Ali b. Ebî Tâlib'in elini tutup ‘ben müminlerin velisi değil miyim?' diye sordu. Sahabe: “Sen müminlerin velisisin ey Allah'ın rasulü!” dediler. Rasûlullah: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.” Dedi. Bunun üzerine Ömer: “Bravo sana bravo sana ey Ebu Talib'in oğlu! Sen benim ve bütün Müslümanların mevlası oldun.” Dedi. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ “İşte bugün size dininizi tamamladım” (5/el-Maide/3) ayetini indirdi.[86]

Rivayetin sıhhat değeri: Bu rivayetin geliş kanalı sahihtir. Şöyle ki İbn Bişra Hatîb el-Bağdâdî'nin şeyhlerindendir. Hatib onun hakkında “Ben ondan hadis yazdım. Onun semaı sahihtir” der.[87]

İsnad zincirinde geçen Ali b. Ömer el-Hafız'a gelince meşhur sünen sahibi Dârekutnîdir. Dârekutnî'nin hadis sahasının otoritelerinden olduğu malumdur. Zehebî Siyer-u Alâmi'n-Nübelâ'sında Onun hakkında şöyle der: “Dârekutnî yaşadığı dönemin eşsiziydi…. Hadis ilimleri onda zirveye ulaşmıştı. Hadisin illetlerini ve ricalın isimlerini sika ve sadık olanlarıyla birlikte bilirdi.”[88]

İsnad zincirinde bulunan üçüncü isim Habşun el-Hallâl hakkında Hatîb el-Bağdâdî şöyle der: “Sikadır, Basra'da otururdu. Hafîz ed-Dârekutni Onun saduk olduğunu söylerdi.[89]

Ali b. Saîd er-Remlî'ye gelince bu şahıs Ali b. Ebî Hamledir. Zehebî, Mizân'ında onun hakkında şöyle der: “Onun hakkında sakıncalı herhangi bir şey bilmiyorum. Onun hakkında şimdiye kadar olumsuz konuşan bir kimse de görmedim. O durumu salih olan bir zattı. Güvenilir olmasına rağmen kütüb-ü sitte sahiplerinden hiçbirisi ondan rivayette bulunmamıştır.[90]

Kimsenin hakkında olumsuz bir şekilde konuşmadığı bu kimse hakkında İbn Hacer şöyle der: “Sika olduğu ve kimsenin de aleyhinde konuşmadığına bir kimseyi biz nasıl zayıf raviler arasında sayabiliriz ki[91]

Bir diğer cerh ve tadil alimi Zehebî ise Mîzânü'l-İtidâl adlı eserinde onun hakkında “O işini sağlamlaştırırdı. Saduk gibidir.[92]

Hadisin isnad zincirinde bulunan Damre b. Rabîa hakkında ise Ahmed b. Hanbel şöyle der: “Memun ve sika kişilerden olup salih bir adamdı. Hadisleri de uygundu. Şam'da ona benzer bir adam bulunmamaktaydı.”[93]

Hadisin isnad zincirinde bulunan Abdullah b. Şavzeb hakkında İbn Hacer şöyle der: Basra ve Şam'da yaşadı. Saduk ve abid bir şahsiyetti.[94]

Matar el-Verrâk'a gelince Zehebî Onun hakkında şöyle der: “Ebû Recâ b. Tahmân el-Horâsânî, İmam, zahid ve sadık bir şahsiyettir. Basra'da yaşamıştır…. İlmi ile amel eden ulemadandır. Mushaflar yazardı ve bu işi sağlamca yerine getirirdi.[95] Zehebî bir başka eseri olan Mîzânü'l-İtidâlında onun Müslim'in ricalinden olduğunu belirtir.[96]

Şehr b. Havşeb ise meşhur bir ravi olup Müslim'in ricalindendir. İmam Ahmed Onu sika olarak kabul eder. İmam Buhari ise ‘Şehr hasenü'l-hadistir. Hadis sahasındaki işi de kuvvetlidir.' diyerek onun sikalığını ifade eder.[97]

Ebû Hüreyre'denn sunduğumuz bu hadisin isnad zincirinde herhangi bir sıkıntı bulunmamaktadır. Aklî bir arka planı bulunan ilahî mesajın devamlılığı anlamına gelen imamet olgusunun bir örneği olan Gadir olayını kalkıp Yemen ordusu şikayetiyle bağlantı kurulması pek insaf ve adalete uymuyor gibi.

F - Peygamber'in, Gadir Hadisi'nde Yemen şikayetine değinmemesi. 

Eğer Hz. Peygamber (s.a.a.) söz konusu şikayet Gadir Hadisi'nin söylenmesine ve irad edilmesine neden olsaydı;

a - Bir şekilde de Hz. Rasûlullah (s.a.a.) tarafından işaret edilmesi gerekirdi.

b - Yahut da hutbeden sonra şikayette bulunanların pişman olduğuna dair elimizde bir veri söz konusu olurdu. Halbuki elde buna dair hiçbir işaret bulunmamaktadır. Beri taraftan İmam Ali'nin Yemen seferiyle bağlantılı olarak Medine'de şikayet edildiğini konu edinen İbn Büreyde, Malik vb rivayetlerde şahısların pişman olduklarına dair açık ifadeleri rivayetlerde görebiliyoruz.

Örneğin Amr b. Şâs'ın rivayetinde Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) “يا عمرو، والله لقد آذيتني /Ey Amr Vallahi sen bana eziyette bulundun” sözünden sonra Amr'ın şöyle dediğini görüyoruz: “أعوذ باللّه أن أوذيك يا رسول الله، قال: بلي من آذي علياً فقد آذاني /Ey Allah'ın Rasûlu! Sana eziyet etmekten Allah'a sığınırım.”

Akabinden Hz. Rasul de o meşhur sözü söyler: “Evet, kim Ali'ye (a.s.) eziyet ederse bana eziyet etmiş olur.”[98]

Aynı durum Ebû Saîd el-Hudrî'nin rivayeti için de söz konusu. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Sa'd b. Mâlik'e (Ebû Saîd el-Hudrî'ye) “Ey Sa'd b. Malik b. Şehid, ağır ol bakayım sözlerinin bir kısmını kardeşin Ali'ye bırak. Allah'a yemin ederim ki, onun Allah yolunda tavizsiz oldu­ğunu anladım.” Dedikten sonra Sa'd b. Mâlik'in şu sözleri.

Ben de kendi kendime dedim ki: ‘Anan seni kaybetsin ey Sa'd b. Malik.'

Artık o günden sonra Ali'nin (a.s.) hoşuna gitmeyecek bir davranışta bulunduğumu sanmıyorum. Allah'a yemin ederim ki, artık onu ne gizli, ne de açık olarak kötülükle yad etmedim.[99]

İbn Kesîr bu hadis hakkında şöyle der: “Bu hadisin isnadı ceyyiddir.”[100]

G - Gadir Hadisi direkt olarak imamete delalet etmektedir.

Aslında Gadir Hadisi her halükarda hangi olayla ilişkilendirilirse ilişkilendirilsin direkt olarak imamete delalet etmektedir. Varsayalım ki İmam Ali'nin (a.s.) Yemen Seferinde bir takım tutum ve davranışları orduya katılan ve onunla birlikte olan sahabenin hoşnutsuzluğuna neden oldu. Bunlar da Mekke'ye gelip hac mevsiminde hac yapan Hz. Rasûlullah'a (s.a.a.) İmam Ali'nin bu tutumlarını şikayet ettiler. Bu durumda Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a) olayı nasıl değerlendirdiğini öğrenebilmemiz için O'nun olayla ilgili kullandığı sözlere odaklanmamız gerekiyor. Bir başka ifadeyle Hz. Rasûlullah'ın sözlerinin delaleti önemlidir. Onun sözleri sadece bu şikayetin yersiz veya haksız olduğunu mu yoksa daha derin manaları mı içermektedir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için siretten meşhur bir örneği aktaralım.

Cabir anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.a.) Huneyn dönüşünde bir adam yanına geldi. Bu sırada Bilâl'in eteğinde gümüş para vardı. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) bundan avuç avuç alıp insanlara dağıtıyordu. Gelen adam: ‘Ey Muhammed! Adil ol!' deyince Hz. Peygamber (s.a.a.): ‘Yazıklar olsun sana! Ben de adil olmazsam kim adil olabilir? Eğer adil olmazsam zarara ve hüsrana düşerim!' buyurdular.[101]

Bu hadisten hareketle Hz. Peygamber'in hadisini sadece olayla bağlantılı olarak değerlendirebilen birisi şöyle derse ne kadar gülünç olur değil mi: Birisi Hz. Peygamber'in dağıtımına itiraz ediyor ve adalete uygun olmadığını belirtiyor. Hz. Peygamber (s.a.a.) de bu dağıtımının hak ve adalete uygun olduğunu söylüyor. Halbuki hadisin metnine baktığımızda metinden daha derin bir anlamın elde edilebildiğini görebiliyoruz. Hz. Peygamber (s.a.a.) adil değilse yeryüzünde adil olmayan bir kimse yok. Yani Hz. Peygamber (s.a.a.) adaletin en üst düzey masadakı.

Burada da benzer bir durum söz konusu. İmam Ali (a.s.) hakkında şikayet söz konusu olduğunu varsayalım. Hz. Peygamber (s.a.a.) kalkıp “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” cümlesi sadece, şikayetiniz haksız anlamına mı gelmektedir yoksa bunun ötesinde daha derin anlamlar mı taşımaktadır?

Aslında Kâdî Abdülcebbâr'ın şu sözleri olayın doğru değerlendirilmesi noktasında bize ışık tutmaktadır: “Şeyhimiz Ebü'l-Hüzeyl Gadir hadisi hakkında şöyle der: Eğer bu rivayet sahihse hadisten murad dinde muvalat olur.'

Kimi ilim ehli ise hadisi şöyle yorumlamışlardır: Ali'nin bir takım tutumlarından ötürü bir grubun ondan intikam almak istemiştir. Onun hakkında sözleri açığa çıkınca Hz. Ali (a.s.) fitne korkusunu bertaraf etmek için Ali'nin konum ve velayetine delalet eden ifadeler kullanmıştır.”[102]

Selam, muhabbet ve dua ile.

 

-----------------------------------------------------------------------------------------------

KAYNAKÇA

el-Alûsî, Şihâbüddîn Seyyid Mahmûd, Rûhu'l-Meânî fi Tefsîri'l-Kur'ani'l-Azîm ve's-Sebi'l-Mesânî, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrût

el-Beyhakî (h. 458), Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin b. Ali b. Mûsâ, el-İtikad ve'l-Hidaye İla Sebili'r-Reşad, Talik ve takdim: Abdürrezzâk el-Afîfî ve Abdurrahman b. Sâlih Mahmud, Darü'l-Fadîle, 1. Baskı, 1420, Riyad

      es-Sünenü'l-Kübrâ, Muhammed Abdülkadir Ata, Dârü'l-Kütübü'l-İlmiyye, Beyrut- 1424

      Delâilü'n-Nübüvve ve Marifetü Ahvâli Sahibi'ş-Şerîat, Tahric ve talik: Doktor Abdülmuti el-Kalacî, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut-1408

İbn Hişâm (h. 218), Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hîşâm b. Eyyûb el-Himyerî, Tahkik, zabt ve talik: Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd, Matbaatü'l-Medenî, 1383-Kahire  

İbn Kesîr (h. 774), Ebü'l-Fidâ İsmâîl b. Kesîr ed-Dımaşkî (h. 774), el-Bidâyetü ve'n-Nihâyetü, Tahkik, tetkik ve talik: Ali Şîrî, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, 1. Baskı, 1408

       Es-Sîretü'n-Nebeviyye, Tahkik: Mustafâ Abdülvâhid, Dârü'l-Marifet, 1396-Beyrut

el-Mekkî, İbn Hacer, es-Savâiku'l-Muhrika, Thk: Abdurrahman b. Abdullah et-Türkî, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut, 1997

Mîlânî, Seyyid Ali Hüseynî, Nefehâtü'l-Ezhâr fî Hulâsati Abakâti'l-Envâr, Matbaatü Mihr, 1414, 1. Baskı

Nîsâbûrî (h. 405), Hâkim Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah, el-Müstedrek Ala's-Sahîhayn, Tahkik: Muhammed Abdülkadir Ata, 2. Baskı, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1422

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâîl, Sahîhü'l-Buhârî, Dârü İbn Kesîr, 1. Baskı, 1423, Beyrut

Ahmed (241), İbn Hanbel, Müsned, Tahkik: Şuayb el-Arnavût, Adil Mürşid, Cemâl Abdüllatif, Saîd Lahhâm Müessesetü'r-Risâle, 1. Baskı, 1421, Beyrut

Ahmed, İbn Hanbel b. Muhammed, Müsned, Tahkik: Hamza Ahmed Zeyn ve Ahmed Muhammed Şâkir, Dârü'l-Hadîs, 1. Baskı, 1416, Kahire

          Kitâbü'l-İleli ve Marifeti'r-Ricâl, Tahric ve tahkik: Doktor Muhammed b. Vasiyullah Ahmed, el-Mektebü'l-İslâmî, Beyrut, 1408

Nesâî, (h. 303) Ebû Abdurrahmân Ahmed b. Şuayb, Hasâisü Emirî'l-Müminîn, Tahkik: Ahmed Milîn el-Belûşî, Mektebetü'l-Muallâ, 1. Baskı, 1406- Kuveyt

        Es-Sünenü'l-Kübrâ, Tahkik ve tahric: Hüseyin Abdülmunim Şelebî, Müessesetü'r-Risâle,1. Baskı, 1421- Beyrut

Heysemî (h. 807), Ebü'l-Hasan Ali b. Ebî Bekir b. Süleymân eş-Şâfiî, Mecmeü'z-Zevâid ve Menbeü'l-Fevâid, Tahkik: Hüseyin Selim Esed ed-Dârânî, Mürhif Hasan Esed, Dârü'l-Minhâc, 1436- Cidde

Askalânî (h. 852), Ahmed b. Ali b. Hacer, Fethü'l-Bârî bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Muhammed Fuâd Abdülbakî, el-Mektebetü's-Selefiyye

              Lisânü'l-Mizân, 2. Baskı, Müessesetü'l-Alemî, Beyrut-1390

              Takrîbü't-Tehzîb, Tahkik: Mustafa Abdülkâdir Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2. Baskı, Beyrut-1415

İbn Asâkir (h. 571), Ebü'l-Kâsım Ali b. el-Hasan b. Hibetullah b. Abdullah eş-Şâfiî, Târihü Medîneti Dımaşk ve Zikru Fadliha ve Tesmiyetu min halliha mine'l-Emâsil Evictaze bi Nevâhihâ Min Vâridîha ve Ehlihâ, Tahkik ve Edit: Ali eş-Şirî, Dârü'l-Fikir, 1. Baskı, 1417-Beyrut 

Şâmî (h. 942), Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî, Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd fî Sîreti Hayri'l-İbâd, Tahkik ve talik: Abdülkerim el-Garbâvî, 1. Baskı, 1418-Kahire

El-Bağdâdî (h. 571), Ebü'l-Kâsım Ali b. el-Hasan b. Hibetullah b. Abdullah eş-Şâfiî, Târîhü Medîneti Dımaşk

Taberânî (h. 360), Ebü'l-Kasım Süleymân b. Ahmed, el-Mucemü'l-Evsat, Tahkik: Ebû Muâz Ebü'l-Fadl Târık b. İvezullah b. Muhammed- Ebü'l-Fadl Abdülmuhsin b. İbrâhîm el-Huseynî, Dârü'l-Haremeyn, 1415

          El-Mucemü'l-Kebîr, Tahkik ve tahric: Hamdî Abdülmecîd es-Selefî, Mektebetü İbn Teymiyye, Kâhire

İbn Ebî Şeybe (h. 235), Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed İbrâhîm, Musannef, Tahkik: Muhammed Abdullah el-Cuma-Muhammed b. Abdullah Lehîdân, Mektebetü'r-Rüşd, 1. Baskı, 1425-Riyâd

İbn Hibbân (h. 739), Alâüddîn Ali b. Bilbân el-Fârisî, Sahîhü İbn Hibbân bi Tertîbi İbn Bilbân, Tahkik, tahriç ve talik: Şuayb el-Arnavût, Müessesetü'r-Risâle, İkinci baskı, 1414 

Tirmizî, Ebû İsa Muhaammed b. İsâ b. Sûre b. Musâ b. Dahhâk, Sünen, Tahkik: Râid b. Sabrî, Dârü'l-Hadâre, 2. Baskı, 1436, Riyad ,

Zehebî (h. 748), Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân, Târîhü'l-İslâm ve Vefiyyâtü'l-Meşâhîri ve'l-Alâm, Tahkik: Doktor Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Dârü'l-Kütübi'l-Arabî, 2. Baskı, Beyrut- 1410

            Siyerü Alâmi'n-Nübelâ, Tahkik ve tahric: Allame Şuayb el-Arnâvut, Müessesetü'r-Risâle, 9. Baskı, 1413- Beyrût.

            Mîzânü'l-İtidâl fî Nakdi'r-Ricâl, Tahkik: Ali Muhammed el-Becâvî, Dârü'l-Marife, Beyrut, 1382

Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, İrvâü'l-GAlil fî Tahrîci Ehâdîsi Menâri's-Sebîl, el-Mektebü'l-İslâmîy, 1. Baskı, 1399- Beyrut

Dahlân, Ahmed b. Zeynî, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Dârü'l-Kalemi'l-Arabî, 1. Baskı, 1417- Haleb

İbnü'l-Esîr (h. 630), İzzüddîn Ebü'l-Hasan Ali b. Ebü'l-Kerem, Üsdü'l-Gâbe, İntişârâtü İsmâîlîyan, Tahran

        el-Kâmil fi't-Târîh, Ebü'l-Hasen Ali b. Ebü'l-Kerem Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerim b. Abdülvâhid eş-Şeybânî, Ebü'l-Fidâ Abdullah el-Kâdî, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrut-1407

Müfid (h. 413), Ebu Abdullah Muhammed b. Numân b. Numân el-Akberî el-Bağdâdî, el-İrşâd fî Marifeti Hücecillahi Ala'l-İbâd, Tahkik: Müessesetü Âli'l-Beyt li İhyâi't-Türâs, 2. Baskı, 1429- Beyrut

El-Buhârî (h. 341), Ebû Nasr Sehl b. Abdullah b. Dâvûd b. Süleymân, Sırrü Silsileti'l-Aleviyye, Takdim ve talik: Muhammed Sâdık Bharu'l-Ulûm, el-Mektebetü'l-Haydariyye, 1382, Necef

İbn Mâce (h. 273), Muhammed b. Yezîd b. Mâce el-Kazvînî, Sünen, Tahkik: Râid b. Sabrî b. Ebî Alafe, 2. Baskı, 1436 Riyad

Taberî (h. 310) Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Târîhü'l-Ümem ve'l-Mulûk, Müessesetü'l-Alemî, 4. Baskı, 1403- Beyrut

Vâkidî (h. 207), Muhammed b. Ömer b. Vâkıd, Kitâbü'l-Meğâzî, Tahkik: Doktor Marsden Jones, Alemü'l-Kütüb, Müessesetü İsmâîliyân, Tahran,

Suyûtî (h. 911), Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekir, Târîhü'l-Hulefâ, Edit: Muhammed Gassân Nûsuh Azkul el-Hüseynî, 2. Baskı, Katar-2013

İbn Ebî Hâtem (h. 327), Abdurrahmân b. Muhammed b. İdrîs er-Râzî, Tefsîrü'l-Kurani'l-Azîm Müsned An Rasûlillahi ve's-Sahâbeti ve't-Tâbiîn, Tahkik: Esad Muhammed et-Tayyîb, 1. Baskı, Mekke- 1417

Salebî (h. 427), Ebû İshak Ahmed, el-Keşf ve'l-Beyân, Tahkik: Ebu Muhammed b. Aşûr, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut- 1422

Müslim (h. 261), Müslim b. Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî, Sahîh, Tahkik: Râid b. Sabrî b. Ebî Alefe, Dârü'l-Hadâre, 2. Baskı, 1436- Riyad

Kadî Abdülcebbâr (h. 415), Ebü'l-Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed b. Abdülcebbâr el-Esedâbâdî, Tahkik: Doktor Hıdır Muhammed Nebha, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye



[1] “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayetinde geçen halife ile ilgili genelde iki yaklaşım bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan birisi Kur'an ayetlerindeki halife, halaif gibi kelimeleri ve kullanıldığı ayetleri göz önüne alarak sözcüğün ardıl anlamına geldiği, halifetullah kavramının tevhidi zedelediği böyle bir anlamın mümkün olamadığı görüşüdür.

Diğer görüş ise halifenin “halifetî/benim halifem” anlamına geldiğidir. Halbuki ayet içinde bulunduğu pasaj ile birlikte değerlendirildiği zaman, bu ayette geçen halife sözcüğünün cinlerin veya meleklerin ardından gelen varlık şeklinde bir anlamı ifade etmediği, Tanrı'nın sıfat ve isimlerini tecelli ettirecek varlık olduğu, hatta meleklere öğretmenlik ettiği görülecektir.

Biz bu ayete ilişkin Allâme Alûsî'nin açıklamalarını sunacağız.

“Allah sırlarını mukaddes eylesin kavmin sözlerinden ise anlaşıldığına göre bu ayetten murad en dakik ve en kamîl bir şekilde hilafetin hikmetini beyan etmektir. Sanki Allah azze ve celle şöyle demektedir: İsimlerim ve sıfatlarım ile zahir olmak istiyorum. Ancak sizin yaratılmanızla bu kemale ermiyor. Sizin istidatlarınızın eksik ve kabiliyetinizin noksan oluşundan dolayı bilemediğiniz şeyleri biliyorum. Benim isim ve sıfatlarımın bütününü zahir etmeye elverişli değilsiniz. Sizinle benim tanınmam tamamlanmıyor ve sizde kenzimi izhar edemiyorum. Bundan dolayı istidadı tam ve kabiliyeti kâmil olanları izhar etmem gerekiyor. Ta ki benim için bir tecelli edici, isimlerim ve sıfatlarım için bir ayna olsun… Benimle işitsin, benimle görsün…” el-Alusî, Rûhu'l-Meânî, c. 1, s. 223.

[2] el-Beyhakî, el-İtikâd, s. 497.

[3] el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 5, s. 122

[4] Age, c. 5, s. 208

[5] El-Mekkî, İbn Hacer, es-Savâiku'l-Muhrika, c. 1, s. 109,

[6] Mîlânî, Seyyid Ali Hüseyni, Nefehâtü'l-Ezhâr, c. 9, s. 292,

[7] En-Nîsâbûrî, el-Müstedrek Ala's-Sahîhayn, Kitâbü Marifeti's-Sahabe, c. 3, s. 145,Hds no: 4654.

Nisaburi hadisi tahriç ettikten sonra şöyle der: Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahih olduğu halde tahriç etmemişlerdir.

[8] Sahîhü'l-Buhârî, Kitabü'l-Meğâzî, Babu Ba'si Ali b. Ebi Talib (a.s.) ve Halid ibni'l-Velid (ra.) İle'l-Yemeni Kable' Hacceti'l-Veda', hds no: 4349

[9] Age, agb, hds no: 4350

[10] Müsned, c. 38, s. 117-118, hds no: 23012; Hasâis, s. 110, ‘Babu Aliyyun Veliyyukum Badî' hds no: 90 

[11] Müsned, c. 16, s. 497, hds no: 22908.

[12] Müsned, c. 16, s. 481, hds no: 22857, (Kahire baskısı); Heysemî, Mecmeü'z-Zevâid, c. 18, s. 226, hds no: 14640

[13] Heysemî, Mecmeü'z-Zevâid, c. 18, s. 227

[14] Hadisin geliş kanallarının sıhhati için bkz: age, agy, haşiye bölümü

[15] Fethü'l-Bârî, c. 8, s. 66 (hds no: 4350); Târîhü Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 192; Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd, c. 6, s. 358

[16] Sübülü'l-Hüdâ, c. 6, s. 361

[17] Mucemü'l-Evsat, c. 6, s. 162-163, hds no: 6085,

[18] Mecmeü'z-Zevâid, c. 18, s. 294-295

[19] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 11, s. 151, hds no: 32657, Kitâbü'l-Fedâil, Bab no: 18

[20] Mucemü'l-Kebir, c. 18, s. 128-129

[21] İbn Hibbân, Sahîh, c. 15, s. 373-374

[22] Müsned, c. 4, s. 437-438

[23] Tirmizî, Cami, Ebvâbü'l-Menâkıb, Bâbü Menakıbı Ali b. Ebi Talib, hds no: 3725

[24] El-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 7, s. 381

[25] Târîhü'l-İslâm, c. 3, s. 630- 631

[26] El-Müstedrek Ala's-Sahihayn, c. 3, s. 119

[27] Zehebî, Târîhü'l-İslâm, c. 1, s. 690-691; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, c. 2, s.516, bab no: 466, hds no: 3932; El-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 2, s. 122

[28] İrvâü'l-Ğalîl, c. 2, s. 229-230

[29] Dahlân, es-Sîretü'n-Nebeviyye, c. 2, s. 371,

[30] Mucemü'l-Evsat, c. 6, s. 163, hds no: 6085

[31] Mucemü'l-Evsat, c. 6, s. 163, hds no: 6085

[32] el-Musannef, c. 11, s. 151, hds no: 32657

[33] Üsdü'l-Ğâbe, c. 4, s. 27

[34] Zehebî, Târîhü'l-İslâm, c. 3, s. 630

[35] Nesâî, Sünenü'l-Kübra, c. 7, s. 440, Babu Babu kavlü'n-nebiyyi aliyyu veliyyu külli müminin badi' hds no: 8420; Hasâis, 97-98, hds no: 80 ‘Babu kavlü'n-nebiyyi men kuntu veliyyuhu fe aliyyu veliyyuhu'

[36] Mucemü'l-Evsat, c. 6, s. 163 hds no: 6085

[37] el-Musannef, c. 11, s. 151, hds no: 32657; Müsned, c. 5, s. 350

[38] Mucemü'l-Evsat, c. 6, s. 163 hds no: 6085

[39] el-Musannef, c. 11, s. 151, hds no: 32657; Mucemü'l-Kebir, c. 18, s. 128-129; el-Müstedrek, c. 3, s. 119

[40] Müsned, c. 38, s. 65-66, hds no: 22967

[41] Heysemî, Mecmeü'z-Zevâid, c. 18, s. 226, hds no: 14640; Fethü'l-Bârî, c. 8, s. 66 (hds no: 4350);

[42] Müsned-ü Ahmed b. Hanbel, c. 38, s. 59, hds no: 22961

[43] Siyerü Alami'n-Nübela, c. 2, s. 112,

[44] Şeyh Müfid, İrşad, c. 1, s. 160- 161

[45] Ebu Nasr el-Buhârî, Sırrü Silsileti'l-Aleviyye, s. 81

[46] Alûsî, Rûhu'l-Meânî, c. 29, s. 158

[47] Ahmed, Müsned, c. 2, s. 224, hds no: 882

Allame Şuayb el-Arnâvut'un bu hadis hakkındaki hükmü hasen li ğayrihi iken Müsned'in diğer baskısının muhakkıkı Ahmed Muhammed Şâkir sahihtir kaydını düşer. (Ahmed Muhammed Şâkir, Müsned, c.1, s. 544)

[48] Age, agy. C. 2, s. 451, hds no: 1342

[49] İbn Mâce, Sünen, Kitâbü'l-Ahkâm, Bâbu Zikri'l-Kudât, hds no: 2310 Muhakkık Raîd b. Sabrî ve c. 2, s. 520, Muhakkık Allame Nasırüddîn Albânî

[50] İbn Hişâm, Sîretü'n-Nebeviyye, c. 4, s. 1021; Tarîhü't-Taberî, c. 2, s. 401; İbn Kesîr, Siretü'n-Nebeviyye, c. 4, s. 415

[51] Taberi'deki rivayette Onun Allah yolunda bulunduğu halde şikayet edilmesinden korkarım olarak geçmektedir.

[52] İbn Hişâm, c. 4, s. 1022; Tarîhü't-Taberî, c. 2, s. 402.

[53] Müsned, c. 18, s. 337 hds no:11817

[54] Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvvet, c. 5, s. 398-399

[55] Bidâye ve'n-Nihayet, c. 5, s. 106

[56] Müsned, c. 25, s. 320-321, hds no: 15960

[57] Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 129

[58] El-Müstedrek, c. 3, s. 122

[59] Müsned, Ahmed Zeyn'in notlandırmasıyla, c. 12, s. 392

[60] Öyle görünüyor ki kast edilen yurt Mezhic yurdudur. Şöyle ki Hemdân ve Ben-i Zeyd bundan önce İslam Dinine girmişlerdir. Akla bir diğer olasılık daha gelmektedir ki o da şudur: Vâkidî Hz. Ali'nin Yemen'e gazi olarak çıkması ise sadakaları toplamak için çıkmasını birbirine karıştırmıştır. 

[61] Vâkidî, Megâzî, c. 3, s. 1079

[62] Taif'e yakın bir köydür.

[63] Vâkidî, c. 2, s. 1081

[64] Age, c. 2, s. 1081

[65] el-Kâmil fi't-Târîh, c. 2. S. 169

[66] Meğâz3i, c. 2, s. 1081; el-Kâmil fi't-Târîh, c. 2. S. 169

[67] Biz bu ifadenin geçtiği bazı kaynakları aktaracağız.

İbn Hişâm, Siret, c. 4, s. 1021; Müsned, c. 18, s. 337 hds no:11817; el-İstiab, c. 4, s. 1857; Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 129; Müstedrek, c. 3, s. 145 hds no: 4654 (Hakim; bu hadis sahih isnad zincirine sahip olduğu halde Buhârî ve Müslim tahriç etmemişlerdir); Târîhü Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 200; Alûsî, Rûhu'l-Meânî, c. 6, s. 194; Târîhü'l-İslâm, c. 3, s. 631; Bidâye ve'n-Nihâye, c. 5, s. 122; İbn Kesîr, es-Siretü'n-Nebeviyye, c. 4, s. 415; Suyûtî, Tarihü'l-Hulefa, s. 293

[68] Meğâzî, c. 2, s. 1081

[69] İbn Hişâm, Siretü'n-Nebeviyye, c. 4, s. 1021; Tarihü't-Taberî, c. 2, s. 401; İbn Kesîr, Siretü'n-Nebeviyye, c. 4, s. 415

[70] Müsned, c. 25, s. 320-321, hds no: 15960

[71] Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s: 129

[72] Delâilü'n-Nübüvve, c. 5, s. 398-399; İbn Kesîr, es-Siretü'n-Nebeviyye, c. 4, s. 201; El-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 5, s. 101 ve c. 7, s. 382 (İbn Kesîr hadisi rivayet ettikten sonra şu notu düşer: Bu hadis Nesâî'nin şartına göre ceyyiddir. Kütüb-ü Sitte müelliflerinden hiçbirisi bu hadisi tahriç etmemiştir); Târîhü Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 201

[73] Megâzî, c. 2, s. 1081

[74] el-Kâmil fi't-Târîh, c. 2. S. 169

[75] İbn Hişâm, c. 4, s. 1021; Tarihü't-Taberî, c. 2, s. 401; İbn Kesîr, Sîretü'n-Nebeviyye, c. 4, s. 415

[76] İbn Hişâm, c. 4, s. 1022; Tarihü't-Taberî, c. 2, s. 402.

[77] El-Kâmil fi't-Tarih, c. 2, s. 301

[78] Müsned, c. 25, s. 320-321, hds no: 15960

[79] Delâil, c. 5, s. 398-399

[80] El-Kurtubi, e-Cami li Ahkami'l-Kur'an, c. 7, s. 244, Thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türki, Müesesesetü'r-Risâle, 2006, Beyrut

[81] Age agy (Kurtubi bu hadisi Ebu Ubeyd'in Fadailü'l-Kur'an adlı eserinden nakletmiştir.)

[82] Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'an s. 40, Dârü'l-Fikir, 1429- Beyrut

[83] Age, s. 26

[84] İbn Ebî Hatem, Tefsir, c. 4, s. 1172, hds no: 6609

[85] Salebi, Tefsir, c. 4, s. 92

[86] Hatîb el-Bağdâdî, Tarîhü Bağdâd, c. 8, s. 289, Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut.

[87] Age, c. 10, s. 14

[88] Siyerü Alâmi'n-Nübelâ, c. 16, s. 452

[89] Tarihü Bağdâd, c. 8, s. 285

[90] Mizânü'l-İtidâl, c. 3, s. 125, 5833. Nolu tercüme-i hal.

[91] Lisânü'l-Mizân, c. 4, s. 227

[92] Mîzânü'l-İtidâl, c. 3, s. 131

[93] Ahmed b. Hanbel, İlel, c. 2, s. 366, 2624. Nolu tercüme-i hal.

[94] Takrîbü't-Tehzîb, c. 1, s. 501, 3397. Nolu tercüme-i hal.

[95] Siyerü Alâmi'n-Nübelâ, c. 5, s. 452

[96] Mîzânü'l-İtidâl, c. 4, s. 126

[97] Târihü'l-islâm, c. 6, s. 387

[98] Müsned, c. 25, s. 320-321, hds no: 15960

[99] Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvvet, c. 5, s. 398-399

[100] Bidâye ve'n-Nihayet, c. 5, s. 106; es-Siretü'n-Nebeviyye, c. 4, s. 205

[101] Müslim, Sahîh, Kitâbü'z-Zekât, Bâbü Zikri'l-Havârici ve Sıfâtihim, bab no: 47, hds no: 1063; Sahîhü'l-Buhârî, Kitâbü fardi'l-Humus, bab no: 15, hds no: 3138

[102] El-Muğni, c. 20, 1. Kısım, s. 170