Sapkın Emevi kader anlayışı: Kerbela şehitlerini Allah mı öldürdü?
insanın-iradesi.jpg
İbn Ziyâd: “Allah'ın kardeşine ve ailene ne yaptığını gördün mü?” diye sorunca Zeyneb: “Ben güzellikten başka bir şey görmedim. Görüldüğü gibi Kerbelâ şehitlerini Allah'ın öldürdüğünü söyleyerek faturayı Allah'a çıkarmaktadır. Aynı olay ve iki farklı yaklaşım. Risaletin menbaından kana kana içen Hz. Zeyneb mesajında tekvini ve teşriî iradeye birlikte vurgu yapıyor.

Sapkın Emevi kader anlayışı: Kerbela şehitlerini Allah mı öldürdü?

Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)

Açıkçası son günlerde Hz. İmam Hüseyin'in (a.s.) kıyamı çerçevesinde olumsuz bir takım yazılar, açıklamalar ve imalar okuyunca ve bu yelpazenin giderek genişlemesiyle insan huzursuz oluyor. Öncelerde de bu tür yazılar okurdum. Ancak şüyuu vukuundan beter ilkesi çerçevesinde pek değer de görmezdim. Çünkü böyle bir bakış açısının varlığı münferit birkaç olaydı ve toplumda pek makes de bulmuyordu. Ancak Neo-Emevîlik'in artık çabası mı diyelim yoksa onların düşüncelerinin karşılık bulması mı diyelim bu yıl çok farklı bir tablo var. Hz. İmam Hüseyin'in Yezid ile eşitlenmeye çalışması veya amacının dünyevî saltanat olduğu bir çok kimse tarafından dile getirilmeye ve dillendirilmeye çalışıldığı müşahede edilmektedir. Bu ayrı bir çalışma konusu. Sadece burada şu iki hususa değinmek istiyorum. Kadim dönemlerden beri İmam Hüseyin'in kıyamının amacı hep dışsal bir tanımlama ile sunulmaya çalışılmaktadır. Halbuki kıyamının hedefine ilişkin kendisinin açık ifadeleri var. Bu ifadeler rahatlıkla tarih kitaplarından görülebilir ve mütalaa edilebilir. Fakat bu sözler sunulmadan genellikle değerlendirmeler yapılmakta. İkinci gördüğüm eksiklik “Fehmü mantıki ilmi't-Tarih/tarih ilminin doğru anlaşılması” bağlamında olayların analizinde de çok eksiklik var.

Her halükarda bu yazıyı yazma amacım bir örnekle bir hakikati –kendi perspektifimden- ortaya koymaktır.

Kuran-ı Kerim'den Mekke müşriklerinin cebr düşüncesine sahip olduklarını, yanlışlarını Allah'a nispet etmeye çalıştıklarını görebiliyoruz.

Bu hususta sadece iki ayet sunacağım.,

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلَا آَبَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ حَتَّى ذَاقُوا بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِنْدَكُمْ مِنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِنْ تَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ أَنْتُمْ إِلَّا تَخْرُصُونَ” “Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık, ne de atalarımız ortak koşardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan önce yalanlayanlar da böyle söylemişlerdi de sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: "Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz."” (6/el-Enam/148)

Ayet açık bir şekilde Mekke müşriklerinin inanç ve düşünce olarak şirk koşmalarının ve haram kılmalarının Allah'ın meşieti olduğunu söylemektedir. Yani Mekke müşrikleri bu açıdan cebriyye düşüncesine sahipler.

وَإِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُوا وَجَدْنَا عَلَيْهَا آَبَاءَنَا وَاللَّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاءِ” “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti." derler. De ki: "Allah kötülüğü emretmez.” (7/el-Araf/28)

Bu ayette de Mekke müşrikleri kötülüklerinin ve hayasızlıklarının Allah tarafından emir edildiğini dile getirmektedir. Allah da teşri olarak kötülüğü emretmediğini belirterek bu düşünceyi ve inancı ret ediyor. Peki, İslam inancının kaldırmaya çalıştığı bu düşünce noktasında İslam ümmeti nasıl bir sınav vermiştir.

Böyle bir düşünceye sahip olanın en azından Kur'an'ın bu mesajını anlamadığı izahtan varestedir. Diğer olasılığı hiç düşünmek dahi istemiyorum. Kur'an ile taban tabana zıt olan bu düşünceyi bile bile yerleştirmeye çalışma olasılığını ve bunu hakim kılmaya çalışma çabasını aklımın ucuna getirmek dahi istemiyorum.

Peki, İslam ümmeti bu düşünce karşısında nasıl bir sınav vermiştir?

İkinci Halife örneği: Vâkidî, el-Meğâzî'sinde şöyle rivayet etmektedir: Ümmü'l-Hâris el-Ensâriyye, eşi Ebü'l-Hâris'in Micsâr adlı devesinin dizginini tutmaktaydı. Ümmü'l-Hâris: “Ey Hâris! Hz. Râsulullah'ı öyle yüz üstü mü bırakıp kaçıyorsun?” diye sordu. Ebü'l-Hâris ise bu esnada hezimete uğrayıp kaçışanlara yetişmek arzusundaydı.

Ümmü'l-Hâris devamında şöyle der: Derken Ömer b. el-Htattâb (r.a.) bana uğradı. Ben: ‘Ey Ömer! Nedir bu hal?' diye sorunca O cevaben şöyle dedi: “Allah'ın emri!” dedi. Ümmü'l-Hâris şöyle demeye başladı: Ey Allah'ın Rasûlü! Kim benim devemi geçecek olursa onu öldür. Vallahi ben bugün gibi şu kavmin (Benî Süleym ve hezimete uğrayan Mekke ahalisini kast etmekteydi) bize yaptıklarını görmüş değilim.”[1]

Görüldüğü gibi Ömer'in kaçış eylemini Allah'ın emri olarak telakki etmektedir. Yani bu hezimette Müslümanların zaaf göstermelerinin sebebi yoktur demeye getiriyor.

Birinci Halife: el-Lâlekâî, es-Sünnet adlı eserinde İbn Ömer'den şöyle rivayet etmiştir: Bir adam Ebû Bekir'e gelerek şöyle dedi: “Sen zinanın kader olduğu görüşünde misin?” Ebû Bekir: “Evet” dedi. Bunun üzerine adam: “Öyleyse Allah benim hakkımda bir şeyi takdir edecek sonra da bana azap edecek ha!” deyince Ebû Bekir: “Evet ey İbn'l-Lehna (ey cinsel organı kokan kadının oğlu! İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab çev.)-  Vallahi şu an yanımda bir insan olsaydı ona senin burnunu kesmesini emrederdim” dedi.[2]

Müslümanların yönetim dizginini elinde tutacak bir şahıs sıradan bir Müslümanın bir itirazına cevap veremiyor. Bir defa daha Müslümanlar şunu düşünmelidirler. Hz. Rasûlullah'ın halifesi olacak şahıs ve Onun yerine geçecek şahıs Onun nitelik ve özelliklerini yansıtmak zorunda değil midir? Dahası, insanların başta yönetim ihtiyaçları olmak üzere düşünsel, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak ve insanların Kıyamet gününde itiraz edebilecekleri bir kapı kalmasın diye bu ihtiyaçları seçilmiş bir elçi ile karşılayan Allah azze ve celle, bu ihtiyaç ondan sonra da sürmekte iken bu işi ümmetin kendisine tevdi etmesi bu açıdan tezatık teşkil etmiyor mu? Halife'ye itiraz eden şahıs iki yıl önce aklına bu soru takılacak olsak ve Rasûlullah'ın yanına varacak olsaydı Halife'nin verdiği cevabı mı alır ve Rasûlullah'tan söz konusu tehdide mi maruz kalırdı. Bu kabul evrensel olduğuna inandığımız İslam'a halel getirmiyor mu?

Ebû Bekir belki İslam Ümmetinin çoğunluğunun onayını almakla makbul bir yönetici olabilir, ama halifeliğinin İlahî iradenin onayından geçmesi anlamındaki meşruluğuna sıra gelince bu çok su götürür.

Benzer bir bakış açısına Ümmü'l-Müminîn Aişe'de de rastlamak mümkündür. Hâtîb el-Bağdâdî'nin Katâde ile Ümmü'l-Müminîn Aişe arasında Cemel Savaşı çerçevesinde aktardığı şu anekdot Câhiliyye düşüncesinin kader inancının zihinlerden kolay kolay gitmediğini göstermektedir. …Aişe “Benimle Ali arasında (a) geçenler hakkı söylememe mani olmayacak. Ben Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim: Ümmetim iki fırkaya ayrılacaktır. Bunların içerisinden başlarını traş eden, bıyıklarını silen ve izarları bacaklarının yarısına kadar uzanan bir fırka türeyecektir. Okudukları Kur'an gırtlaklarını geçmeyecektir. Onları (ümmetimin) bana ve Allah'a en sevimli gelenleri öldürecektir.” Deyince Ebû Katâde el-Ensârî: “Ey Müminlerin annesi! Madem öyle bütün bunları bildiğin halde senden sadır olan o fiiller de neyin nesi!” diye sordu. Aişe: “Ey Ebû Katâde! Allah'ın emri muhakkak yerine gelecek bir takdirdir ve kaderin de sebepleri vardır.”[3]

Muâviye, Yezîd ve Emevî halifelerinin bu anlamdaki cebr düşüncesine sahip olduklarına dair örneklere gelince, tonlarcası var. İki üç örnek vereceğim. İslam'ın inanç sistemiyle tabana tabana zıt olan insanlara İslam Halifesi demek ne derece doğru. Hem İslam adına başına gelecekler, hem de İslam'ın hiç tasvip etmediği düşünce ve uygulamalara başvuracaklar ve bizler de bunu onayacak ve kabul edeceğiz öyle mi?

Hak Halife'ye karşı çıkan Muâviye (l.a.) ile başlayalım. Yezîd'in Müslümanların başına geçirilmesi sadedinde İbn Kuteybe el-İmâme ve's-Siyâse'de Muâvîye'nin şu sözünü aktarır: “Yezîd'in durumu (yöneticiliği) Allah'ın yargısıdır. İnsanların bu konuda seçim hakkı yoktur.”[4]

Aynı cevabı Muâviye, İbn Ömer'e de verir.[5]

Muâviye, Yezîd'in veliaht olarak atanması konusunda İmam Hüseyin ile aralarında bir diyalog geçer. Diyalogun bir yerinde İmam Ali ile aralarındaki savaşa değinirken şu ifadeleri kullanır: Ancak şu var ki onun babası senin babanla muhakemeleşti. Allah senin babanın aleyhine Onun babasının lehine hüküm etti.[6]

Yezîd'in Kufe valisi İbn Ziyâd ile Kerbelâ'nın mesajını sonraki kuşaklara taşıyan Hz. Zeyneb arasında geçen diyalogun bir bölümünde şu ifadeler geçmektedir: İbn Ziyâd: “Allah'ın kardeşine ve ailene ne yaptığını gördün mü?” diye sorunca Zeyneb: “Ben güzellikten başka bir şey görmedim. Onlar öyle bir topluluk idi ki Allah Teâlâ onlar için ölümü takdir etmişti, onlar da şehit düşecekleri yere gittiler. Ey İbn Ziyâd! Allah ahirette seninle onları bir araya getirecek. Allah'ın huzurunda muhakeme olunacak, davalaşacaksınız. Bak bakalım o gün zafer kime ait olacak. Ey İbn Mercâne! Annen yasına otursun” dedi. …Hz. Zeyneb: “Sen benim yetişmiş yiğitlerimi öldürdün!  Ailemin en şereflilerini, büyüklerini, yükselen dallarını, kollarını kestin, biçtin! Soyumu, kökümü kopardın, kuruttun! Eğer senin bunlarla derdin iyileşiyorsa, sen şifana kavuştun” dedi. [7]

Görüldüğü gibi Kerbelâ şehitlerini Allah'ın öldürdüğünü söyleyerek faturayı Allah'a çıkarmaktadır. Aynı olay ve iki farklı yaklaşım. Risaletin menbaından kana kana içen Hz. Zeyneb mesajında tekvini ve teşriî iradeye birlikte vurgu yapıyor. Konuşmasının ilk bölümü tekvini iradeye yönelik iken ikinci bölüm de teşriî iradeye yönelik. Yani ilahî yasak varken siz bütün bunları yaptınız, dolayısıyla bu fiillerin failleri sizlersiniz.

Yezid ise Kerbelâ olayı hakkında şu ifadeleri kullanır: “Yezîd daha sonra meclisine yöneldi ve şöyle dedi: “Bu, bana karşı böbürleniyor ve ‘Babam, Yezîd'in babasından, annem onun annesinden, dedem onun dedesinden, ben de Yezîd'den daha hayırlıyım' diyordu.  İşte bu anlayışı onu öldürdü. Onun ‘Benim babam, Yezîd'in babasından daha hayırlıdır' şeklindeki sözüne gelince babam onun babası ile muhakeme etti. Allah onun babasının aleyhine benim babamın lehine hükmetti.”[8]

Kerbelâ'ya gelen esirleri gören Şamlı bir yaşlı ise esirlere yönelerek şöyle der: “Sizi öldüren, sizi helak eden, halkı şerrinizden rahatlatan, Müminlerin Emiri'ni size karşı galip kılan Allah'a hamd olsun!” dedi.”[9]

Ve'l-veznü yevmeizin el-hakku: Ali

Halka kadar sirayet eden bir bakış açısı ve zihinleri kurcalayan böyle girift bir konu hakkında elbette hak din olan İslam'ın hak bir cevabı olmalı. Meseleyi biraz değiştirecek olursak kader konusunda Allah'a zulüm ispatında bulunmamak için kulun kendi fiilinin halıkı olduğunu savunan Mutezile mi haklı yoksa onları alemi şirk bataklığına sürüklemekle suçlayan Eşariler mi haklı! Her ikisi de aynı kitaptan kendilerine delil getiriyorlar. Böyle bir soru ve sorun karşısında imamet inancını reddeden bakış açısından hareketle kimin haklı olduğunu bulabilmek için dünyada başvurabileceğimiz bir merci olmadığından Ahiret'i beklemekten başka bir çıkar yolumuz yok. İşte tam da bu noktada soru ve sorunlar için Allah azze ve celle tarafından seçilen, Kitab'a hakimiyeti ve nüfuzu tam olan bir Zat olmalıdır, bulunmalıdır, bunun cevabını bulabilmek için Ahiret'i beklemek ve bu dünya hayatında böyle bir yanıta ulaşamamak lütfü ilahî ile çelişmektedir diyen ve akla ve nakle dayanarak adres gösteren bir akım var: İmamiyye.

Bu mesele özelinde soruya Nübüvvet ve risalet kurumunun devamının bir bireyi olan ve hiçbir soru karşısında yalpalamadan hak yanıtı veren Ali'den birkaç cevapla yanıtı verelim. Ali ile diğerlerinin karşılaştırmasını okuyucuya bırakalım.

Emir-ül-Müminin Ali b. Ebu Talib (a.) Sıffin'den dönünce, onun saflarında savaşa katılmış bulunan yaşlıca bir adam, yanına gidip şöyle dedi: Ey müminlerin emiri, bize haber ver; bu başımıza gelenler Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca mı oluyor?' Emirü'l-Müminîn şöyle dedi: ‘Evet, ey ihtiyar! Allah'a ant olsun ki, aştığınız her tümseği, geçtiğiniz her vadiyi Allah'ın kazâ ve kaderi uyarınca aşarsınız, geçersiniz'. Bunun üzerine yaşlı adam şöyle dedi: Öyleyse katlandığım zahmetleri, yorgunluklarımı Allah'ın hesabına yazıyorum".

Emîrü'l-Müminîn şöyle buyurdu: Yavaş ol, ihtiyar! Herhâlde sen kazâyı kesin ve kaderi zorlayıcı sanıyorsun. Eğer öyle olsaydı, sevap, ceza, emir, nehiy ve azap geçersiz olurdu. Müminlere yönelik vaat ve kâfirlere yönelik azap tehdidi bir anlam ifade etmezdi. Kötülük yapan kınanmaz ve iyilik yapan övülmezdi. İyilik yapan kötülük yapandan daha çok kınanabilirdi. Kötülük yapan iyilik yapandan daha çok övülebilirdi. Bu tür sözler, putperestlere, Rahman olan Allah'a karşı çıkanlara ve bu ümmetin Kadercileri ve Mecusilerine aittir. Ey ihtiyar, Allah isteğe bağlı olarak yükümlülük vermiş ve sakındırma amacı ile yasaklama getirmiştir. Az amele çok ödül vermiştir. Yenik düşürülerek O'na isyan edilmez; zorla da kendisine itaat edilmez. Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıkları boşuna yaratmamıştır. Bu sadece kâfirlerin kuruntusudur. Cehennem azabı karşısında kâfirlerin vay hâline...[10]

Kulun irade sahibi olduğunu yaptıklarından sorumlu ve mükellef olduğunu, ama bunun ilahî kaza ve kaderince gerçekleştiğini belirten bir pasaj.

Peki, ya şu pasaj:

Abâye b. Rib'î el-Esedî, istitâat (güç yetirebilme) hakkında Emirü'l-Müminîn'den sorunca O şöyle buyurdular: ‘Sen bu güce Allah'la birlikte mi sahipsin? Yoksa ondan ayrı mı?' Abâye b. Rib'î sustu, İmam Ali (a.s): ‘Söyle, ey Abâye' deyince Abâye: ‘Ne söyleyeyim ey Emirü'l-Müminîn?' dedi. Hz. Ali şöyle buyurdu: ‘Ona Allah sayesinde sahibim ve O ben olmadan ona sahiptir, dersin. Eğer Allah onu sana verdiyse, bu, O'nun sana yönelik bir bağışıdır. Eğer onu senden aldıysa, bu da, O'nun sana yönelik bir sınamasıdır. O, seni malik kıldığı şeyin malikidir; O, seni kadir kıldığı şeye kadirdir...'[11]

Ne söylenebilir ki Mutezile'nin şirk kokan kader anlayışından ve Cebriyye (Eşariye'nin) zulüm kokan kader anlayışından beri ve uzak, istikamet eksenli bir görüş. Bu konu çerçevesinde diğer Ehl-i Beyt İmamlarından da dakik ve sadre şifa doyurucu cevaplar bulunmaktadır. En azından aklın girift meselelerinden olan bu mesele çerçevesinde Ali ile diğerlerini karşılaştıracak olursak: Ali gökyüzünde ışıldayan bir yıldız, ziya saçan bir çerağ gibi durmaktadır.

En başa dönecek olursak İslam Dinine ve ilkelerine inanan bir kimse başarının ölçütlerini doğru belirleyebilmelidir. Hakimiyetin dizginlerini elinde bulundurmak ve ele geçirebilmek başarının ölçüsü değildir. En azından Kitabı Kerim ne olursa olsun hakimiyetin dizginlerini elinizde bulundurun, bunun için her şey mubahtır demiyor. Hüseyin mi?! Ta en baştan belirtmişti kıyamının nedenini! Sünneti ihya etmek yani ilahî değerler manzumesini tekrar diriltmek için harekete geçiyorum, taşkınlıkta bulunmak ve despot olmak gibi bir amacım yok. Bunu başardı mı? Alasıyla!

a - Sapkın din anlayışının karşısında alternatif bir din seçeneğini sundu ve 'Emevî İslamı'nın karşısında hakikat taliplileri için kaynağı rahmet ve adalet olan bir din anlayışının ayakta kalmasına ve peygamberlerin çektiği o sıkıntılarına boşa gitmemesine vesile oldu. Toplumsal tabakalaşmanın hakim olduğu ve hatta iliklere kadar işlendiği, yöneticiye her türlü tasarruf yetkisinin verildiği, arap-mevali ilişkisi gibi ırkçılığa dayalı bir ayrımın olduğu, temettü haccı, es-salatu hayrun mine'n-nevm gibi ibadetlere dıştan müdahaleler yapılıp dinin içine boca edildiği ve bütün bunların kanıksandığı bir toplumda sessizliklere bürünen bir toplumda harekete geçti ve bu değerlerin sorgulanmasına en azından alternatif bir anlayış oluşmasına vesile oldu. Bu bile başlı başına bir başarıdır.

b- İnsanlığın vicdanının sesi oldu. Kerbela olayında yaşananlar hakkında gözü nemlenmeyenler insanlıklarını sorgulamalıdır.

c- İnsanlığı ve ümmeti diri tutacak olan bu olayın anlatımı ve diri tutulması birileri istemese ve rahatsız olsa da Kıyamet gününe kadar devam edecektir bi İznillah.

Selam, muhabbet ve dua ile.

 


[1] El-Vâkıdî (h. 207), Kitâbü'l-Meğâzî, c. 3, s. 904, Huneyn Gazvesi babı. Darü'l-Alemî, Beyrut-1989 (1409)

[2] Es-Suyûtî, Târîhü'l-Hulefâ, s. 189, 2. Baskı, 1413, Katar

[3] Hatîb el-Bağdadî(h. 463), Tarîhü Bağdad, c. 1, s. 172, Tahkik: Mustafa Abdülkadir Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1. Baskı, 1417- Beyrut

[4] El-İmâmetü ve's-Siyâse, c. 1, s. 205 Muhakkık Ali eş-Şîrî, İntişârâtü şerîf er-Razî, 1. Baskı, İran, 1413

[5] Age, c. 1, s. 210

[6] İbn Asem, el-Fütûh, c. 2, s. 365, çev: Mehmet Cevher Câduk, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2021; el-Futûh, c. 4, s. 339, Tahkik: Ali Şîrî. Dârü'l-Edvâ, 1.baskı, 1411-Beyrut

[7] El-Futûh, c. 5, s. 122; Târihü't-Taberî, c. 4, s. 349 (Müessesetü'l-Alemî, Beyrut-Lübnan, 1983); el-Kâmil fi't-Târîh, c. 4, s. 81, Dârü Sâdır, 1965-Beyrut

[8] El-Futûh, c. 5, s. 128

[9] Age, c. 5, s. 130

[10] Şeyh Sadûk (h. 381), Uyûn-u Ahbâri'r-Rızâ, c. 2, s. 127, Tashih, takdim ve talik: Hüseyin el-Alemî, Müessesetü'l-Alemî, 1984, Beyrut-Lübnan

[11] Et-Tabersî, el-İhticâc, c. 2, s. 255-256, Talik: Muhammed Bâkır el-Horasân, Menşûrâtü Dâri'n-Numân, Necef, 1386.