İsrafil Balcı'ya cevap: Ali-Fatıma evliliği problemli miydi?
Ali_Fatima.jpg
Galiba Hz. Rasûlullah'ı (s.a.a.) kızdıran eşlerinin suçunu hafifletmek ve normal ailenin hayatının gerekleri olarak telakki etme anlayışının etkisi ile asırlara ve çağlara örnek bir evlilik olan İmam Ali'nin (a.s) Hz. Fâtıma (a.s.) evliliğini bu seviyeye düşürdüler.
Ali-Fatıma evliliği problemli miydi?
 
Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)

Bir dostun tavsiyesi üzerine İsrafil Balcı Hoca'nın bu konu ile ilgili videosunu izleme olanağı buldum. Açıkçası başlangıçta cevap verip vermemek hususunda epeyce düşündüm. Gelgitlerim çok oldu. Zira vaktin ehem konular varken bir çoğu tali ve önemsiz olan meselelerin araştırılmasında yitirilmesi endişesi böyle düşünmemde başat bir etmendi. Ancak Hoca'nın etki alanının fazlalığı, sunduğu tablonun ve vermek istediği mesajın kabul görmesi ve önemli bir bölümünün -kanaatimizce hakikate aykırı olması- bizi bu çalışmaya itti. İsrafil Hoca ta en baştan bu benim okumamdır deseydi ve farklı okuma da pekala mümkündür şeklinde bir not düşecek olsaydı biz de daha ehem bir meseleye yoğunlaşırdık. Herhalükarda çalışmamız faydadan da yoksun değildir. Kendi çapında tarihî olaylara dair bir bakış açısı vermeyi veya kazandırmayı da amaçlamaktadır.

Endişesini ve kaygısını taşıdığım bir diğer husus okuyucunun makaleden sunacağımız ve arz edeceğimiz bir takım bilgileri karşı salvolar olarak değerlendirmesidir. "İnşallah böyle bir algı oluşmaz" ümidini beslesem de yapacak pek bir şey yok. Okuyucunun bu makalenin bir bölümünü ikincil ve tali derecedeki bazı konulara dair bir araştırmayı irdeliyor ve gözden geçiriyorum anlayışıyla okumasını ümit ve arzu etmekteyiz.

Bu okumalarımız ve araştırmalarımız yanlış da olabilir doğru da olabilir. Dileyen dilediği görüşü benimseyebilir. Zihin ve düşüncelere hatta kanaat ve inançlara pranga vurulamaz. Bu makalede yazdıklarım benim kişisel kanaat ve inançlarımdır. 

Bir diğer husus bu çalışmayı Türkiye ilim dünyasına ufak bir katkı olur düşüncesiyle gerçekleştirdik.

Bir kanaatimi belirtmek zorundayım. İslam Tarihi tezatların tarihi olarak değerlendirilebilir. Nasıl bir tarih anlayışı isterseniz ona yönelik malzemeyi rahatlıkla bulabilirsiniz. Birinci Halife'yi zirveye de çıkartabilirsiniz şeytan konumuna da düşürebilirsiniz. Emevîleri İslam Dininin yılmaz savunucusu bir pozisyonuna da getirebilirsiniz, yerin dibine de batırabilirsiniz. Her halükarda her bakış açısı için elinizde yığınlarca malzeme var. İmam Ali (a.s.) de bunun dışında değildir ve bu denklemin içerisinde olması da son derece doğaldır. Dolayısıyla malzemeleri akademik ve bilimsel bir metotla analiz etmek zorundasınız. Şimdi bu çerçevede İsrafil Hoca'nın video boyunca verdiği bilgilerin zıddının olduğunun bilinmesini isteriz. Beri taraftan olaylara bakış açısı ve sunum tarzı da önemli. Farklılıkların çıkışı biraz da bu noktadan kaynaklanıyor.

Biz bu çalışmamızda okuyucuların/dinleyicilerin görebilmeleri ve değerlendirebilmeleri için karşıt noktadaki bilgileri de sunacağız ve Hoca'nın anlattığı olayların öyle müsellem birer hakikatmiş gibi olmadığını ortaya koymaya çalışacağız.

Ama yazıya başlamadan önce birkaç hususu dile getirmek zorundayım. Ben sadece Ehl-i Sünnet Müslüman kardeşlerimi değil, bu coğrafyada yaşayan diğer farklı düşüncedeki İslamî düşünce ve kanaate sahip olanları çok severim ve samimi olduklarına da inanırım. Ama düşünce, kanaat ve değerlendirmeler noktasında farklı sonuçlara varabiliyoruz ki bu da son derece normal karşılanmalıdır. Bir diğer husus açıkçası bu satırların yazarının kendi inancı var ve bu yazıları yazdığı esnada vefat edecek olursa Şia-i İmamiyye mezhebine mensup ve anti emperyalist bir çizgide ve Amerikan ve Siyonist bir karşıtı bir hatta mensup olarak vefat etmiştir. Ancak beri taraftan ne olursa olsun kişilerin düşüncelerini ortaya koymalarından rahatsız değildir. Tam aksine içinde yaşadığımız coğrafyanın aydınlanması için kişilerin görüşlerini başkalarına hakaret etmeden ortaya koymasından yanadır. Dolayısıyla da İsrafil Hoca'nın istediği şekilde görüşlerini ortaya koyma hakkı vardır ve Hoca bu noktada edep sınırlarını da aşmış değildir. Ama biz de kanaatlerimizi sınırları aşmadan ilmî ölçüler içerisinde ortaya koymaya çalışacağız. Bu düşünceler bize aittir. Yanlış da olabilir, doğru da olabilir. Kimseyi bu düşünceleri kabule de zorlamayız.

Geçelim İsrafil Hoca'nın videoda ortaya attığı iddialara...

A- Hz. Ali Hz. Fâtıma (a.s.) evliliği mutlu bir evlilik değildir. Sorunlu bir evliliktir.

B- Hz. Zeynep, Hz. Rukiyye ve Hz. Ümm-ü Gülsûm'un evlilikleri mutlu bir evliliktir. Sorunsuz bir evliliktir. Bunların evlendikleri eşler olan Ebü'l-Âs ile Osmân zengin olduklarından ötürü mutlu bir evlilikleri olmuştur. Ama Ali'nin (a.s.) malı mülkü olmadığından ötürü evlilikleri ekonomik sorunların etkisiyle sorunlu olmuştur.

C- Bu evlilik zoraki bir evliliktir. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Hz. Fâtıma'ya (a.s.) rağmen Onu Ali (a.s.)'ye vermiştir. Bu evlilik dikiş tutmamıştır. Hatta Hz. Ali (a.s.) başka bir evliliğe dahi yeltenmiştir.

D- İmam Ali'nin (a.s.) Ebûbekir ve Ömer'e kızını vermeyen bir kimse bana neden kızını versin ki, benim hiçbir şeyim yok, şeklindeki sözü.

E- Ali'nin (a.s.) Hz. Fatıma (a.s.) ile evlenmesi için Rasulullah'ın (s.a.a.) yanına birkaç defa gidip gelmesi.

F- Fatıma (a.s.), İmam Ali'yi (a.s.) sevmemekte ve ta en baştan Ali'den (a.s.) haz almamakta ve Ali'yi (a.s.) evlenilecek bir şahıs olarak görmemektedir. 

G- Ali'nin (a.s.) fiziksel bir takım özellikleri ve çirkin bir görünüme sahip olması. Örneğin saçının olmaması ve şişman bir yapıda olması.

H- Hz. Hamza'nın zil zurna sarhoş olması.

G- Ali'nin (a.s.) kırılgan bir yapıda olması. Ebu Cehil'in kızı ile evlenmeye kalkışması.

H- Ebu Turab lakabının bir kızgınlık dolayısıyla İmam Ali'ye (a.s.) verilmesi vb.

Videodaki iddiaları şimdilik bu kadarla sınırlandırıyoruz. Biz bunların tümüne cevap verme sadedinde değiliz. Bütününün detaylı bir şekilde cevaplandırılması yazının hacmini çok fazla kabartacağından bir bölümünü cevaplandırmakla yetineceğiz.

Hz. Ali'nin Hz. Fatıma (a.s.) ile evlililği mutsuz bir evlilik miydi? 

Hoca'nın sunduğu bilgilerin bir bölümünü tümdengelim yöntemiyle bir bölümünü ise tümevarım yöntemiyle ele alıp inceleyeceğiz.

Öncelikle insanların önemli bir bölümü dünyevî makamlar ve değerleri mutluluk ve saadetin ölçütü olarak kabul eder, mutlu bir evliliğin temelinde de bunların başat bir rol olduğunu sanırlar. Hoca'nın olaylara bakışının şekillenmesinde de bu bakış açısı baskın bir unsur olarak rol oynımış görülüyor.

Ancak beri taraftan akıl ve kalp eksenli düşünen, aklî ve manevî hazlardan lezzet alan ve bunu saadetin temel ölçütü olarak gören insanlar da vardır. Bu bakış açısına göre maddî etmenler (maddiyt ve makam) evlilikler için saadet ve mutsuzluğun ölçütü için birer kriter değildir. Asıl kriter insanî yapı, erdemler, aklî ve kalbî olgulardır. Bunun en güzel kanıtı bütün bir servetini İslam için feda eden Hz. Hadîce annemiz ile Hz. Rasûlullah (s.a.a.) arasında vuku bulan izdivaçtır. Hz. Hadîce annemiz koskoca servetinin yok olacağına, Kureyş kadınları içindeki konumunun alaşağı edileceğine aldırış etmeksizin ve alay konusu olacağına bakmaksızın Rasûlullah (s.a.a.) ile evlenmiştir. Hoca'nın durduğu ve bak dediği yerden bakacak olursak Rasûlullah'ın (s.a.a.) Hadîce (a.s.) ile evliliğinin de problemli olması gerekiyor.

Dahası maddiyat ve makam kriterleri bir yerde cahiliyye düşünce yapısının temel dinamiklerindendir. İslam bununla savaşmış, bunu ortadan kaldırmya çalışmış ve yerine insanların insanî erdemlere göre değer kazanacakları bir manzume oluşturmak istemiştir. Doğaldır ki sosyal olgular ve düşünceler bir defadan ortadan kalkmazlar, hatta çoğu defa hiç ortadan kalkmaz sadece sönmeye yüz tutarlar. Uygun bir zemin bulduğunda tekrar günyüzüne çıkar ve nüksederler. Hoca'dan istirhamımız evlilikleri değerlendirirken ileri sürdüğü kriterlerin doğruluk ve yanlışlığını tekrar gözden geçirmesidir. 

Maddîyatın ve makamın mutlu bir evlilik için kriter olmadığına dair delil ise bizzat kur'an'ın kendisi tarafından verilmektedir. Firavun'un eşi! Bir eli yağda bir eli balda olan O yüce kadın saray hayatını elinin tersiyle iterek Mûsâ Kelîmullah'ın (a.s.) risalet ve nübüvvetine iman ederek saadeti orada bulmuştur.

Şimdi sorumuzu soralım: Hz. Fâtıma ve Ali (a.s.) sahip olduğu nitelikler ile göz önüne alındığında maddî eksenli bir düşünceyi temel alan insanlar mıydı? Eğer maddî eksenli bir bakış açısına sahip iseler İsrafil Hoca haklıdır. Yok eğer öğle değil de aklî ve kalbî ilkeleri temel almışlarsa Hoca ta en baştan kriterleri seçmekte yanılgıya düşmüştür. Hz. Fâtıma (a.s.); Hz. Hadîce, Hz. Meryem, Hz. Asiye gibi birinci kategoriden insanlardan mıdır?

Bu noktada Hz. Fâtıma'yı (a.s.) en güzel tanıyabilmenin yolu ve yöntemi Nebevî buyruklardır. Konu hakkında nebevî buyruk varsa Fâtıma'yı (a.s.) o şekilde tanıyıp değerlendirmeliyiz. Hz. Fâtıma'nın (a.s.) hayata bakış açısını ortaya koyan örneklerle bu desteklenebilir veya çürütülebilir.

Kemale eren dört kadından biri: Fâtıma (a.s.)

Kemâle ermek kavramı neyi ifade etmektedir. Bu kavram nasıl anlamlandırılmalıdır. Maddîyat ve makam kemalin birer şubesi midir? Maddiyat kemalin bir şubesi olsaydı kuşkusuz Hz. Rasûlullah (s.a.a.) mal ve servet biriktirmek veya sahip olduğu serveti korumak için bir çaba içine girerdi. Fakat Rasûlullah (s.a.a.) böyle bir çaba içine girmediği için Hz. Hâdîce de böyle bir kaygının içine düşmemiştir. Şimdi böyle bir atmosferde yetişen Hz. Fâtıma'nın (a.s.) madde ve servete önem vermesi mi beklenir yoksa aklî ve kalbî hakikatlere mi önem vermesi beklenir? Şimdilik Hoca'nın çizdiği tablonun bu gerçeklikle aklî yönden uyuşmadığını belirtmekle yetinelim. Bu olay tarihsel bir olay olduğundan mecburen diğer açıdan sened zinciri incelemesi yapacağız ve karşıt noktadaki rivayet/ler/i de sunup tearudu'l-edille (delillerin çatışması) bağlamında bir tercihte bulunacağız.

Bu girişten sonra Rasûlullah'ın (sa.a.a.) meşhur hadisini sunalım. Kadınlardan kemâle erenler hadisine giriş yapalım.

Bize Yûnus, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini bildirdi: Rasûlullah (s.a.a.) yeryüzüne dört çizgi çizdi ve bu nedir biliyor musunuz, dedi. Orada bulunanlar; Allah ve Rasûlü en iyisini bilir, dediler. Rasûlullah (s.a.a.) buyurdu ki: Cennet ehlinden olan kadınların en değerlisi Huveylid kızı Hadîce, Muhammed kızı Fâtıma, İmrân kızı Meryem ve Firâvûn'un karısı olan Müzâhim kızı Âsiye'dir.[1]

Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: Âlemlerde ki kadınların en hayırlıları dört tanedir: İmrân kızı Meryem, Huveylid kızı Hadîce, Muhammed'in kızı Fâtıma ve Firavûn'un karısı Müzâhîm kızı Asiye.[2]

“Bana el-Müsennâ rivayet etti ve dedi ki: bize Âdem el-‘Askalânî rivayet etti ve dedi ki: bize Şu‘be rivayet etti ve dedi ki: bize ‘Amr b. Mürre rivayet etti ve dedi ki: Mürre el-Hemdânî'nin Ebû Mûsâ el-Eş‘arî'den şöyle rivayet ettiğini işittim: Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: Erkeklerden kemale erenler çoktur. Kadınlardan ise ancak Meryem, Firavun'un hanımı Asiye, Huveylid'in kızı Hadîce ve Muhammed'in (s.a.a.) kızı Fâtıma kemale ermiştir.[3]

Enes'ten rivayetine göre Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: Âlemlerdeki kadınlar arasından dördü sana yeter. İmrân kızı Meryem, Huveylid kızı Hadîce, Muhammed'in kızı Fâtıma ve Firavun'un karısı Müzâhîm kızı Asiye.[4]

Dünya kadınlarının en üstün dört tanesinden bir tanesi olması dahi fazilet olarak yeter de artar bile. Dahası var! Rasûlullah (s.a.a.) Hz. Fâtıma'nın (a.s.) daha üst mertebede ve konumda olduğunu belirtiyor. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) Fâtıma'yı (a.s.) bu dört kadının da en üstünü konumda bulunduğuna dikkat çekiyor.

Sahîhü'l-Buhârî'nin Kitâbü'l-İsti'zân'ında "İnsanların Gözleri Önünde Birisine Gizlice Birşey Söyleyen, Arkadaşının Bu Gizli Söylediği Sırrını Onun Sağlığında Hiç Kimseye Haber Vermeyen Ve Ancak O Sırrı Söyleyen Vefat Ettiği Zaman Başkasına Söyleyen Kimse" Bab başlığı altında geçen rivayet Hz. Fâtıma'nın (a.s.) ne kadar üstün bir paye ve makamda olduğunu gözler önüne seriyor. şöyle: “mesrûk'dan; o, ümmü'l—Müminîn Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber'in (vefatına sebep olan hastalığında) bütün kadınları toplu olarak yanında bulunuyorduk. Bizden hiçbir kadın ayrı bırakılmış değildi. Fâtıma (a.s.) yürüyerek bize doğru geldi: Allah'a yemîn ederim ki, Fâtıma'nın yürüyüşü Rasulullah'ın (s.a.a.) yürüyüşünden farklı değildi. Rasûlullah, Fâtıma'nın (a.s.) gelişini görünce, onu: ‘Merhaba kızım' diyerek hoş geldin sözüyle karşıladı. Sonra Fâtıma'yı sağ yanına yahut sol tarafına oturttu. Sonra ona gizlice bir şey söyledi. Bunun üzerine Fâtıma şiddetli bir şekilde ağladı. Rasûlullah onun hüznünü görünce, ona ikinci defa gizlice bir şey daha söyledi. Bunun üzerine Fâtıma (a.s.) gülmeye başladı. Kadınları arasından ben, Fâtıma'ya hitaben: ‘Rasûlullah biz kadınlar arasından yalnız sana gizli bir şey tahsis etti. Sonra sen ağlamağa başladın' dedim. Rasûlullah kalkınca ben Fâtıma'ya: Rasûlullah'm sana gizlice söylediği şey ne idi? diye sordum. Fâtıma: ‘Ben, Rasûlullah'ın karşısında O'nun gizlice söylediği sırrını ifşa edip yayacak değilim, dedi.

Rasûlullah vefat ettiği zaman, yine ben Fâtıma'ya hitaben: Senin üzerinde bulunan analık hakkım sebebiyle senden yemin ederek istiyorum ki, muhakkak bana o sırrı haber vereceksin! dedim. Fâtıma: ‘Şimdi evet' dedi ve o sırrı haber verip şöyle söyledi: Rasûlullah, birinci defasında bana gizlice söylediği zaman: ‘Cebrâîl her sene bir defa bütün Kur'ân'ı kendisiyle mukabele eder olduğunu (söyleyip) ‘Bu sene Cebrâîl Kur'ân'ı benimle iki defa mukabele etti. Bunu da ecelin yaklaşmış olmasından başka bir şey görmüyorum. Sen Allah'a dayan ve sabret. Çünkü ben senin için ne güzel bir öncüyüm!' diye haber verdi. Bunun üzerine ben o gördüğün ağlayışla ağladım, dedi.

Hz. Fâtıma (a.s.) devamla dedi ki: ‘Rasûlullah, bu sözü üzerine benim sabırsızlanıp üzüldüğümü görünce de ikinci defa bana gizlice bir şey daha söyledi ve: ‘ey Fâtıma! Sen mü'min kadınlarının seyyidesi/efendisi olmandan razı olmuyor musun yahut: Bu ümmetin kadınlarının seyyidesi olmandan razı olmaz mısın?' buyurdu[5]

Allâme Albânî'nin Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha adlı eseri.

Bab Başlığı: (Fadlü Fatımete/Hz. Fâtıma'nın Fazileti)

Hadisin metni: “Ey Fâtıma! Sen mümin kadınlarının seyyidesi olmaya razı olmuyor musun -yahut: Bu ümmetin kadınlarının seyyidesi olmaya razı olmaz mısın?

Allame Albânî daha sonra bu hadise şu notu düşer: Bu hadisi Buhârî, Müslim, Nesâî, İbn Mâce, Tahâvî, İbn Sa‘d ve İmam Ahmed çeşitli kanallarla tahriç etmişlerdir.[6]

Seyyidetü Nisai'l-Alemin/Alemlerin kadınların hanım efendisi. Hafız ed-Devlâbî'nin (310) ez-Zürriyetü't-Tâhireti'n-Nebeviyye adlı eseri. Rivayet şöyledir: “…Ben de bunun üzerine ağladım. Benim sızlandığımı görünce ey Fatıma! Bu ümmetin kadınlarının hanım efendisi veya alemlerin kadınlarının hanımefendisi olmaya razı olmaz mısın? İşte orada gördüğün gülmemin nedeni bu idi.[7]

Eserin muhakkıkı bu hadise şu dipnotu düşer: Hadisin isnad zincirindeki rical Firâs dışında sika kişilerdir. Firâs ise saduktur.[8]

Hâkim en-Nîsâbûrî'nin Fadâilü Fâtımeti'z-Zehra adlı eseri.

Hâkim en-Nîsâbûrî, “Hz. Fatıma der ki. Rasûlullah (s.a.a.) ‘Ey Fâtıma! Sen alemlerin kadının hanım efenidi, bu ümmetin kadınlarının hanım efendisi ve mümin kadınların hanım efendisi olmaya razı olmaz mısın' deyince ben de güldüm.” adlı rivayeti aktarır. Eserin muhakkıkı Ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza "Bu hadis sahihtir. Bu hadisin tahrici yukarıda geçmişti" notunu düşer.[9]

Buhârî mi Tabereî mi?

Kasıtlı olmadığını düşündüğüm ama sürekli gündeme getirilen tarih okumada bir perspektifi yansıtan bir husus var. Şöyle ki, bu iddia ve tez şu şekilde dile getirilmektedir: Tarîh ve İslâmî ilimler Abbâsîler döneminde kaleme alındı. Abbâsîler, Emevîler'e düşman olduklarından ötürü bu dönemde kaleme alınan müktesebata karşı ihtiyatlı davranmak gerekiyor. Doğal olarak bunlar Hz. Ali ve Ehl-i Beyt hakkında olumlu bir tutum içerisinde bulunacaklardır. Bu bütünüyle zihinsel bir yönlendirme olup hakikatin doğru algılanmasının önünde bir perde işlevi görmektedir. Halbuki bu şekilde düşünenlerin göz ardı ettikleri husus şudur ki; Ali ve Ehl-i Beyt aleyhindeki rivayetlerin bir bölümü Abbâsîler döneminde de kaleme alınmıştır. İkinci bir husus Abbâsîlerin kurulduğu dönemde insanlar “rıza Âl-ı Muhammed” diyerek harekete geçmiş ve Alevîlerin (Abbâsîlerin değil) hilafet makamına geçmelerini arzulamıştır. Fakat Alevîler yerine Abbâsîler başa geçince direkt olarak Alevîlerle Abbâsîler de rakip olmuş ve hak gaspı gibi bir pozisyonuna düşmüşlerdir. Sanıldığı gibi öyle Alevî taraftarlığı gibi bir durum yok. Aksine Abbâsîler Alevî ve Ehl-i Beyt'in makamını düşürecek bir tutum içine girmişlerdir. Onların hakim oldukları dönemlerde nasıbîlik varlığını çok rahat bir şekilde sürdürmüştür. İşin bir başka boyutunda ise Ali ve Fâtıma'nın (a.s.) manevî bir makama sahip olması gibi bir gerçeklik söz konusu ise böyle bir şeyin bilinmesi Abbâsîler için tehlike oluşturacağından anlatılmaması gerekir. Şimdi bunca açıklamalarımızı tasdik eden örnek bir olayı aktaracağız.

Yukarıda kadınlardan kemâle erenler hadisinin bir başka varyantı daha vardır. Bu varyant Buhârî'de ve Müslim'de geçmektedir. Biz Buhârî'de geçen varyantını ele alacağız. Gerçi Buhârî ile Müslim'in hadisi aynı. Buhârî hicrî 256 yılında ölmüştür. Yani Abbâsîler döneminde. Hadisin Buhârî'deki varyantı şu şekildedir.

“Ebu Mûsâ el-Eşari'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmuş: Erkeklerden pek çok kişi kemâle erdi. Ancak kadınlardan Firavun'un karısı Âsiye, İmrân'ın kızı Meryem kemâle erdi. Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir[10]

Buhârî'nin rivayet ettiği hadisin aynısını aynı lafızlarla Taberî de rivayet etmektedir. Bir farkla ki sahâbe aynı olmakla birlikte isnad zinciri farklı Taberî'deki rivayeti sunuyoruz:

“Bana el-Müsennâ rivayet etti ve dedi ki: bize Adem el-Askalânî rivayet etti ve dedi ki: bize Şu‘be rivayet etti ve dedi ki: bize Amr b. Mürre rivayet etti ve dedi ki: Mürre el-Hemdânî'nin, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî'den şöyle rivayet ettiğini işittim: Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: Erkeklerden kemale erenler çoktur. Kadınlardan ise ancak Meryem, Firavun'un hanımı Asiye, Huveylid'in kızı Hadice ve Muhammed'in (saa) kızı Fatıma kemale ermiştir..[11]

Buhârînin isnad zinciri şöyle “Bize Adem rivayet etti ve dedi ki: bize Şu‘be rivayet etti ve dedi ki: bize ‘Amr rivayet etti ve dedi ki: bize Şu‘be, Amr b. Mürre'den O da Ebû Mûsâ el-Eş‘arî'den haber verdiğine göre O şöyle der: Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular…”

Taberî'nin isnad zinciri şöyle: “Bana el-Müsennâ rivayet etti ve dedi ki: bize Adem el-Askalânî rivayet etti ve dedi ki: bize Şu‘be rivayet etti ve dedi ki: bize Amr b. Mürre rivayet etti ve dedi ki: Mürre el-Hemdânî'nin Ebû Mûsâ el-Eş‘arî'den…

Her iki isnad zincirinde de beş kişi var. Sahabî aynı. Aynı sahabîden birbirine zıt iki hadis. İkisinden birisinde hadis üzerinde oynamaya gidilmiş. İsrafil Hoca'dan isteğim bu iki hadisi bir edebiyatçıya gösterip hangisinin “Dad” harfini en güzel bir şekilde konuşan ve kullanan Rasûlullah'ın (s.a.a.) belagatine uygun düştüğünü sormasıdır.

Biz ise Kurtubî'nin Buhârî'de geçen hadise ilişkin mantıkî ve edebî değerlendirmelerini sunacak ve Buhârî'nin hadisindeki mantıkî ve dilsel zaafı gözler önüne sermeye çalışacağız. Buhârî İmam Ali (a.s.) ve Ehl-i Beyt ile ilgili rivayetlerinde buna sıklıkla başvurur. İlerde develerin kesilmesi ve Ebû Cehil'in kızı ile evlilik olayında da bunu ele alıp ortaya koymaya çalışacağız.

Her halükarda Kurtubî'nin açıklamalarına geçelim.

Müslim, Ebû Mûsâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a.a.) buyurdu ki: “Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem, Firavun'un karısı Âsiye'den başkası kemale ermemiştir. Ve şüphesiz ‘Âişe'nin kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir.

İlim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Kemâl en ileri noktaya varmak ve eksiksiz olmak demektir. Bu kelimenin mazisi ‘mîm' harfi hem üstün hem de ötreli olmak üzere şeklinde gelir. Muzarîsi ise mim harfi ötreli olarak diye gelir. Her şeyin kemali kendisine göredir. Mutlak kemal ise yalnızca yüce Allah'a aittir. Şüphesiz ki insan türünün en mükemmel olanları peygamberlerdir. Ondan sonra ise sıddîklardan, şehidlerden ve salihlerden oluşan Allah'ın evliyası gelir.

Durumun böyle olduğu kabul edildiğinden şöyle denilmiştir: Hadîs-i şerifte sözü geçen kemâl ile kastedilen peygamberlik olduğuna göre Hz. Meryem ile Hz. Âsiye'nin iki kadın peygamber olması gerekir. Nitekim böyle bir görüş de vardır. Sahih olan Hz. Meryem'in peygamber olduğudur. Çünkü yüce Allah önceden de geçtiği gibi, sair peygamberlere vahyettiği gibi melek vasıtasıyla ona da vahyetmiş bulunmaktadır.”[12]

Görüldüğü gibi Kurtubî Aişe'ye bir üstünlük payesi vermiyor. Gerekçe olarak mealen şöyle diyor: Aişe'nin kemale erebilmesi için ilk cümle içerisinde olması gerekirdi. Yani cümlenin şöyle olması gerekirdi: “Fakat kadınlardan İmrân kızı Meryem, Firavun'un karısı Âsiye'den ve Aişe'den başkası kemale ermemiştir.” Çünkü kemal ilk cümleye aittir.

Özetle Fâtıma'nın (a.s.) kemale eren kadınlardan, alemlerin kadınlarının en üstünlerinden hatta en üstünü olduğu ortaya çıkıyor. Rasûlullah (s.a.a.) heva ve hevesinden konuşmayacağına göre ‘kızımı da bu kategoriye koyayım' demiş olamaz. En azından Rasûlullah (s.a.a.) hakkındaki kanaatimiz bu şekildedir. Ama Hoca Gadir ile ilgili bir konuşmasında Rasûlullah'ın (s.a.a.) damadını kayırdığı gibi gayrı ahlakî bir şeyle suçlamaktadır. Alemlerin kadınlarının üstünü olan bir kadının razı olacağı kimse varsıl mı olmalıdır yoksa iman ve takva yönünden varsıl olan birisi mi olmalıdır. Hz. Hadîce ve Hz. Rasûl örneğinde olduğu gibi O da takva yönünden varsıl ve zirvede olan bir şahsı tercih eder ve ondan memnun olur?

Bir not: Sünnetin bağlayıcılığı konusu ta ilk dönemlerden itibaren bir tartışma konusudur. Bu bağlamda üzerinde tartışılan hususlardan birisi de Necm Suresinin 3 ve 4. ayetleridir. Bir taraf Hz. peygamber'in bütün eylemlerinin neredeyse vahiy olduğunu ima ve iddia ederken beri taraftan diğer taraftan ne yani Hz. Cebrâîl (a) Hz. Rasûlullah'a (s.a.a.) hergün bir liste getirip de bunu yap şunu yapma mı diyordu diyerek itiraz etmektedirler.

Ancak burada ayeti oluşturan kelimeler üzerinde durulduğunda meselenin çözüme kavuşabileceği kanaatindeyiz.

Şöyle ki vahiy, inzal ve tenzil birbirinden ayrı olgulardır. Vahyin esasa taalluk eden bir temel anlamı var ve Kur'an-ı Kerim'de bu anlamda kullanıldığı yerler de olduğu gibi, bir de mecaz ve isti‘malî olarak inzal veya tenzil anlamında kullanıldığı yerler de vardır. Ancak bu ayette biz vahyin Cebrâîl (a.s.) tarafından Hz. Peygamber'e getirilen ilahî mesaj anlamında kullanılmadığı, Hz. Peygamber'in pak kalbinin yansıması olarak kalbine gelen ilahî hakikatler ve olayların gaybî boyutu anlamında kullanıldığı yönündeyiz. “ve mâ yantıku ani'l-hevâ. İn hüve illa vahyun yûhâ” ayetlerinde mukabele sanatının olması da bu görüşümüzü desteklemektedir. Bir insan ya nefsine, heva ve hevesine uyarak konuşur yahut da heva ve hevesine uymayarak pak benliği ile konuşur. Ayetin burada verdiği mesaj da budur. Nitekim “in hüve illa vahyun yuha” şeklinde illa ile nakz edilen “in” istisna cümlesinin kullanımı da bunu destekliyor. Zira ayetin mota mot çevirisi şudur: “Onun nutk ettiği her ne varsa o kendisine söylenen bir vahiydir.” Konuyla bağlantılı olan nokta Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) dillerinden dökülen kelimeler pak ve mutayyab kalbinin semeresidir ve nebevî bir hakkın ifadesidir.  

İslam ümmetinin ikinci adamı: Ali 

İslam Ümmetinin ikinci adamı Ali'dir (a.s.). O, yaşantısı, kemali ve takvası ile bunun en güzel tanığıdır. Biz hem nebevî bir referansı hem de nebevî referansı doğrulayan iki üç örnek sunacağız.

Nebevî referansı sunmadan önce bir mantık hatasına kanaat getirdiğimiz bir hususu dile getirelim. Şöyle ki; söylenen her bir sözün muhakkak bir arka planı (sebeb-i vurûdi'l-hadîsi) ve söylendiği bir ortamı (siyaku'l-hass veye siyâkü'l-‘âmmı) vardır. Bunlar son derece önemlidir. Söylenen söz bu genel ortamla bağlantılı olarak değerlendirilir. Ama söylenen cümleyi oluşturan kelimelerin bu bağlamla da bağlantılı olması gerekir. Bu bağlamla bağlantılı olduğu halde söz başka bir gerçekliği de ifade ediyorsa cümlenin ifade ettiği anlam temel olduğundan bu anlam ışığında arka plan değerlendirilir.

Bir iki örnekle aktarmaya çalışalım. Bir hırsızlık olayı yaşansın. Hırsızlık olayından ötürü de Halit adında bir şahıs eşyası çalınan bir kimse tarafından suçlansın. Olay karakola intikal ettiğinde komiser “Ben olayı araştırdım. Halit hırsız değildir” cümlesini söylemiş olsun. Bu cümlenin ifade ettiği şey Halit'in bu olay özelinde hırsız olmadığıdır. Bu cümle başka bir hırsızlık olayı için Halit'in hırsızlık ve suçsuzluğu için delil olarak kullanılamaz. Ancak komiser: “Ben Halit'i tanıyorum. Halit o derece onurlu ve şerefli birisidir ki eli böyle bir şeye yeltenecek olsa elini kesip atacak bir şahıstır” demiş olsun. Bu durumda komiserin söylediği söz sadece bu olayla mı sınırlıdır yoksa Halit'in buna benzer bütün olaylarda kullanılabilecek bir anlama mı sahiptir. Elbette ki ikincisi.

Şimdi Buhârî ve Müslim'de geçen menzilet hadisini sebeb-i vürudunu sürekli göz önüne alarak okuyucuların gözünden cümleyi oluşturan sözcükleri ve cümlenin ifade ettiği anlamı göz ardı etmek istiyorlar. Bu ister bilerek yapılsın ister bilmeyerek yapılsın her iki durum da sıkıntılıdır.

Menzilet hadisinin birkaç defa söylendiğini dair elde veriler varsa da burasını uzatmak istemiyorum. Velev ki Tebûk Gazvesinden dolayı söylenmiş ve Tebük Gazvesinden geri kalışından ötürü Sahâbe'nin Ali'yi (a.s.) kınaması, küçümsemesi üzerine söylenmiş olsun ve böylece Rasûlullah (s.a.a.) da İmam Ali'nin (a.s.) gönlünü almak için bir cümle kullanmaya kalkışsın. Rasûlullah (s.a.a.) böyle bir cümle mi kullanır yoksa benim onu burada bırakmamın gerekçesi Medine'ye göz kulak olması, şehri kontrol etmesi, onun burada kalması sizin cihada çıkmanız gibidir şeklinde vd. bir cümle kullanması mı gerekirdi? Ama bakıyoruz Rasûlullah (s.a.a.) öyle bir cümle söylüyor ki sanki şunu diyor: “Sizin dilinize doladığınız şahıs İsrâîl oğullarının içerisindeki Mûsâ'dan (a.s.) sonraki ikinci adam konumunda bulunan Hârûn (a.s.) gibidir.”

“Ey Ali! Senin bana nazaran konumun Hârûn'un Musâ'ya nazaran konumu gibidir. Ne var ki benden sonra nübüvvet (başka bir varyanta göre nebi) yoktur.”

Bu cümlenin ifade ettiği hususlar şudur:

a- Mûsâ-Hârûn arasındaki ilişki delille istisna edilenler hariç Hz. Muhammed ile Ali (a.s.) arasındaki ilişki gibidir.

b- Mûsâ'nın bulunduğu toplumda en üstün insan Musa sonrasında da Harundur ve bunlar İlahî seçkiye mazhar olan insanlardır. Muhammed'in bulunduğu toplumda ise en üstün insan Muhammed (s.a.a.), sonrasında da Ali'dir (a.s.). Muhammed (s.a.a.) nasıl ilahî seçki ile seçilmşse de Ali (a.s.) de ilahî seçki ile seçilmiştir.

Tabi bu bizim çıkarsamamızdır. Kimseyi bu anlamı kabul etmeye zorlamayız. 

Özetle birisi Alemlerin Kadınlarının Hanım Efendisi diğeri de Muhammed Ümmetinin İkinci Adamı olan bir şahsın evliliklerine kalbî ve aklî kriterler açısından bakıldığında aralarında bir problemin olmaması gerekmektedir ki vakıa da bu şekildedir. Bu genel bir hükümdür. Bu aklî çıkarsamaya ters düşen hangi olay varsa ince elenip sık dokunulmalı.

İsrafil Hoca'nın itiraz sadedinde ileri sürdüğü her bir konuyu bağımsız olarak ele alıp değerlendireceğiz. İlmî kriterler ve sened zinciri incelemesi yaparak değerlendirmelerimizi sunacağız. Ama öncelikle şunu vurgulayalım ki İsrafil Hoca'nın ileri sürdüğü itirazların hemen hemen hepsi Teârüdü'l-Edille kapsamına giren konulardır. Bir başka ifadeyle hepsinde muhakkak karşıt noktada olayın böyle olmadığını farklı olduğunu gösteren en az bir veya birkaç rivayet vardır. Dolayısıyla Hoca'nın sunuş tarzı sanki bu noktalar kesinmiş tersine bir veya birkaç rivayet yokmuş gibi bir izlenim bırakmaktadır. Halbuki vakıa hiç de öyle değildir. Dolayısıyla konuya ilmî bir yaklaşım tarzı ve bilimsel emanet duygusuna riayet zorunluluk arz etmektedir. Keşke videonun bir yerinde de olsa farklı rivayetlerin bulunduğunu bunun kendisinin okuması olduğunu dile getirseydi de biz de bu makaleyi yazmak zorunda kalmasaydık.

Zeynep, Rukiyye ve Ümm-ü Gülsûm'un evlilikleri mutlu bir evlilikti 

Hoca zımnen bakış açısının merkezine maddiyatı koymakta, bunu evliliğin saadeti için müreffeh bir yaşamın olmazsa olmazı olarak görmekte ve bunun doğal sonucu olarak da Rasûlullah'ın (s.a.a.) diğer kızlarının zengin birer damatla evlendiklerinden ötürü problemli bir evliliklerinin olmadığını sanmakta veya bunu enjekte etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla da İmam Ali (a.s.) zengin olmadığından ve kadınlarda da mal duygusu baskın olduğundan Ali-Fâtıma (a.s.) evliliği sıkıntılı olacaktır. Bu kurguyu ve alt yapıyı olaylarda da uygulamaya çalışan İsrafil Balcı Hoca Osmân'ın evliliklerine hiç değinmeksizin Ali'nin (a.s.) evliliği ile ilgili rivayetleri sunmakta ve bu konuda da maalesef kendisinden beklediğimiz olay analizini yapmaksızın kesin bir hakikatmiş gibi sunmaktadır.

İsrafil Hoca'nın eksik bıraktığı konuları biz tamamlayalım. Osmân'ın evlilikleri gerçekte mutlu birer evlilik miydi? Tarihî veriler ve rivayetler bize Osmân'ın en azından bir evliliğinin ciddî problemler taşıdığını ortaya koymaktadır. İkisinin de problemli olma olasılığı varsa da bunlardan bir tanesi kesin problemli bir tanesi ise problemli olma olasılığı yüksektir. 

Rukiyye ile başlayalım. Yukarıda değindiğimiz bir tanesinin problemli olma olasılığı bu evlilik için söz konusudur. Zira Hâkim en-Nîsâbûrî ve İmam Ahmed bu evlilikle ilgili bir rivayet aktarmaktadır. Bu rivayetin doğru olma olasılığı bulunmaktadır. Ancak bu rivayette geçen ismin Rukiyye olmasında İmam Ahmed ve Hâkim en-Nisâbûrî tek kaldıklarından ötürü rivayet kuşkulu bir hale dönüşmüştür. Aynı olayı anlatan diğer muhaddisler bu olayda söz konusu edilen Osmân'ın hangi eşi (Rasûlullah'ın hangi kızı) olduğuna açıkça bir isim belirtmezler. Ama her halükarda bu rivayeti Osmân'ın ilk eşi değil de diğer eşi olan ümmü Gülsûm'a yorumlayacak olursak ortaya çıkan sonuç şu olur: Osmân'ın ikinci eşi olan Ümmü Gülsûm'a karşı bir cürmü, suçu söz konusudur ve ikinci eşiyle aralarında büyük bir problem vardır.

Rivayeti arz etmeden önce bir hususa değinelim. Kişinin en yakınlarından birisi eşidir. Vefatı esnasında insan ona karşı son bir defa görev(ler)ini yerine getirmek ister. Rukiyye'nin vefat tarihi hakkındaki ihtilaflara ve detaylara girmeyeceğim.

Biz Hâkim en-Nîsâbûrî'nin metnini sunacağız: Sâbit'ten; O, Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rukiyye bint Rasûlullah (s.a.a.) vefat edince Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurdular: Bu gece hanımına karşı mukarefette buluna bir kimse kabre giremez.

Böylece Osmân kabre giremedi.

Hâkim en-Nisabûrî: Bu hadis Müslim'in şartına göre sahih olduğu halde Buhârî ve Müslim tahriç etmemişlerdir.[13]

İmam Ahmed'in Müsned'inde de iki yerde geçer.[14]

İbn Hacer, Fethü'l-Bârî adlı eserinde o gece Osmân'ın cariyelerinden birisiyle cinsel münasebette bulunduğunu belirtir.[15]

Cinsel münasebette bulunup bulunmamasının helalliğini haramlığını tartışmıyoruz. Bizi ilgilendiren husus Hoca'nın öyle Osman ile eşi arasında bir saadet ve bir bağlılık varmış gibi sunmasına karşı bu hadisin bizim lehimize birer kanıt olmasıdır.

Hâkim en-Nîsâbûrî, İmam Ahmed, rivayetlere göre Rasûlullah (s.a.a.) Rukiyye'nin vefat esnasında Bedir'den dönmüş ve Onun cenaze teşyiine, en azından defnine katılmıştır. Rasûlullah (s.a.a.) burada sanki Osmân'ı faş etmek istercesine şunu der: Bu gece eşine karşı bir cürüm işlemeyen kimse kabre girmesin. Bunun üzerine Osmân kabre giremedi.

Buhârî'nin rivayetinde ise isim geçmez. Ancak kabre kimin indiğine dair bir detay verilir:

Enes ibn Mâlik şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'ın (s.a.a.) bir kızının cenazesinde hazır bulunduk. Enes dedi ki: Rasûlullah (s.a.a.) kabrin bir tarafına oturmuştu. Yine Enes dedi ki: Ben Rasûlullah'ın (sa.a.a.) iki gözünün yaş akıtmakta olduğunu gördüm. Yi­ne Enes dedi ki: Rasûlullah (s.a.a.): ‘İçinizde bu gece günah işlememiş kimse var mıdır?' diye sordu. Ebû Talha: ‘Ben varım' dedi. Rasûlullah (s.a.a.): ‘Haydi kabre in!' buyurdu.[16]

İbn Abdülberr de el-İstî‘ab da bu hadiste bir hatanın bulunduğunu bunun Rukiyye değil Ümm-ü Gülsûm olduğunu belirtir.[17]

Bu kaynaklardan sadece Hâkim en-Nisâbûrî el-Müstedrek'inde ve İmam Ahmed'in Müsned'inde Rukiyye'nin ismi geçer. Diğer kaynaklarda ise Rukiyye'nin ismi geçmez. Ama bir vakıa olarak Osmân'ın bu eşiyle arasında bir problem söz konusudur. Hanımlara ve aile hayatına önem veren Hz. Rasûl-u Azam böylece Osmân'ı toplum içinde faş eder. 

Hadiste geçen mukarafeti cinsel münasebet anlamında ele almak mümkündür. (ki bu daha kuvvetli bir olasılıktır). Bu anlamıyla almayıp normal günah olarak alsak dahi ortada Osmân ile bu eşi arasında bir sıkıntı olduğuna delalet söz konusudur. Yoksa Hz. Rasûlullah (s.a.a.) kimseyi mahcup etmez. Osmân eşinin vefat ile boğuştuğu gece en iyi olasılıkla cariyelerinden birisi ile münasebette bulunmuştur. Görüntü itibariyle helal bir şey olsa da bizim için önemli olan Osmân ile eşleri arasında problem olmadığı imasında bulunan İsrafil Hoca'nın bu göndermesinin bu hadis tarafından çürütülmesidir.

Osmân-Ümm-ü Gülsûm

Ümm-ü Gülsûm'a gelince Osman'ın amcası oğullarından Muâviye b. Muğîre b. Ebü'l-As gibi bir cani Uhud Savaşında Hz. Hamza'ya müsle yapmış ve burnunu koparmıştı. Bu şahıs Uhud hezimetinden sonra Medine'ye gelir, Osmân'a sığınır. Osman bu caniyi evinde saklar ve emanname almak gayesiyle Rasûlullah'a (s.a.a.) gelir. Muhtemelen bunu Rasûlullah (s.a.a.) vahiy kanalıyla öğrenince İmam Ali'yi (a.s.) Ona gönderir. Ümm-ü Gülsûm, İmam Ali'ye (a.s.) Muâviye b. Muğîre'nin yerini gösterir. İmam Ali (a.s.), Onu alıp Rasûlullah'ın (s.a.a.) huzuruna getirir. Osmân Onun için şefaatçi olur. Olayı uzatmayalım. Muâviye b. Muğîre rivayetler farklılık göstermekle birlikte Zeyd veya Ammâr veya Belâzurî'nin İbnü'l-Kelbî'den nakline göre İmam Ali'nin (a.s.) eliyle öldürülür. İşte Ümm-ü Gülsûm'un vefatı tam bu döneme denk gelmektedir.[18]

Her şey bir tarafa sadece şunu sormak istiyoruz. Bütün aradaki bilgiler yanlış olduğunu varsayalım. İsrafil Hoca'nın baktığı yerden maddî perspektiflerle olaya bakmaya çalışarak soralım. Osmân, Allah Rasulünün babasının amcasını dolayısıyla kendisinin de amcası olan bir düşmanı alıp kendi evine getiriyor. Böyle bir ortamda karı koca arasında nasıl bir anlaşmazlık olmaz. Yahut da Ümm-ü Gülsûm iyi ki getirdin mi demiştir. Bu konu çerçevesinde aralarında hiçbir diyalog geçmez mi? Bir de buna maddiyattan daha kuvvetli aklî ve kalbî boyutu birlikte barındıran iman olgusunu ekleyecek olursak kim kendi evinde Allah'ın tescilli düşmanını barındırmak ister veya barındırılması karşısında ses çıkarmaz. Özetle öyle Hoca'nın müsellem hakikatlerdenmiş gibi sunmaya çalıştığı şekilde bir tarafta mutlu bir evlilik diğer tarafta da İmam Ali ve Fâtıma'nın (a.s.) mutsuz bir evliliği yok. Aksine Osmân'ın iki örnekte (en azından bir tanesinde) de gördüğümüz üzere sıkıntılı birer evliliği söz konusu. Osmân'ın bu davranışı da yenilir yutulur cinsten değil.

Fâtıma'nın Ali'yi istememesi 

Öncelikle şunu belirtelim ki Hâkim en-Nîsâbûrî, Ebû Bekir ve Ömer'in Hz. Zehrâ'ya (a.s.) talip olduklarını ancak Rasûlullah'ın (s.a.a.) küçük olduğu dolayısıyla onu vermeye yanaşmadığı İmam Ali (a.s.) isteyince onu kızıyla evlendirdiğini rivayet eder.

Hâkim bu hadisi tahriç ettikten sora hadisin sahih olduğunu ancak Buhârî ve Müslim'in tahriç etmediklerini belirtir. Zehebî ise hadisin sıhhati hakkında maalesef hiçbir yargıda bulunmaz.[19] Bu hadisi Nesâi Sünen ve Hasâis'inde aktarır.[20]

Ancak Hoca maalesef rivayetler noktasında tek taraflı davrandığı gibi burada da tek taraflı ve yanlı davranmakta. Hâlbuki rivayetler incelendiğinde, bu evliliğin sıradan bir evlilik olmadığına, ilahî irade ve meşieti yansıtan bir boyutunun olduğu görülmektedir. Evliliğin bu boyutuna dair cümleler Hz. Rasulullah'ın (s.a.a.) dilinden dökülmektedir. Bu rivayetler isnad zinciri açısından bu cümlenin bulunduğu rivayetler Hoca'nın Hz. Zehra'nın İmam Ali'yi (a.s.) reddetmeye meyyal olduğunu belirttiği rivayetlerden kat be kat üstün ve sahihtir. Hoca'nın göz ardı veya sümen altı ettiği cümleleri biz burada sunalım.

a- rivayetlerin bir bölümünde Ebû Bekir ve Ömer'in Hz. Zehrâ'yı (a.s.) istemelerine karşılık Rasûlullah'ın (s.a.a.) verdiği cevapta “semadan bir emir beklemekteyim” şeklinde bir cümle geçmektedir. Bu cümleyi İsrafil Hoca'nın zikir etmesi zayıf veya uydurma görüyorsa gerekçesini belirtmesi gerekirdi. Hoca bu cümleye hiçbir şekilde değinmiyor. Hoca'nın kendi tercihi kabul etmeyebilir. Reddetme hakkı da vardır. Fakat biz bu rivayetleri kabul ediyor ve bu evliliğin ilahî irade ve meşietle gerçekleştiğine, bu mübarek evlilikten insanlığa kanıt olacak bireylerin dünyaya geldiğine inanmaktayız.[21]

b- Rivayetlerin bir bölümünde Sa‘d, Ümm-ü Eymen ve Ensâr'dan bir grup imam Ali'ye (a.s.) gelerek ondan Hz. Fâtıma'yı (a.s.) istemesini talep ettiler. İmam Ali'den (a.s.) bu istekte bulunanların ne amaçla böyle bir talepte bulunduklarını kestirmek güç. Zira çift taraflı olabilir. Hoca'nın baktığı yerden bakarak ‘sen onun akrabasısın' noktasından da harekete geçmiş olabilirler. Ama İmam Ali'nin (a.s.) Bedir Gazasındaki cengaverliği, pehlivanlığı, korkusuzca Rasulullah'ın (s.a.a.) yatağına yatması gibi manevî hususiyetlerini ve meziyetlerini göz önüne alarak da bu istekte bulunmuş olabilirler. Burası bizi o kadar enterese etmiyor. Enterese eden nokta Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) , Hz. Fâtıma'nın (a.s.) taliplilerine söylediği “mâ ene mene‘tukum ve zevvectuhu, belillahu meneekum ve zevvecehu/onu men eden ve evlendiren ben değilim. Tam aksine Allah onu sizinle evlenmekten mani kılan ve Ali ile evlendirendir.” Cümlesidir.

c- Bir çok kaynakta Hz. Rasulullah'ın (s.a.a.): “Ey Ali! Fâtıma (a.s.) sana aittir. Lestu (e) bi deccalin (sen veya ben) deccal değilim[22] şeklinde bir ifade geçmektedir. Hadisin son cümlesi iki şekilde okunabilir.

“Lestu bi deccalin" şeklinde okunması: Rasûlullah (s.a.a.) ben hilekar, dalavereci ve verdiği söze aykırı davranan bir kimse değilim diyerek kızı Fâtıma'yı (a.s.) İmam Ali'ye (a.s.) verir. Bu vermenin arka planında Rasulullah'ın (s.a.a.) sanki öncesinde hz. Ali'ye (a.s.) kızını kendisine vereceğine dair bir sözü varmış da o sözü yerine getiriyor, gibi bir mana var. Halbuki Hoca'nın kendisi de bilir ki Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) öncesinde İmam Ali'ye (a.s.) böyle bir söz verdiğini ima ettirecek bir bilgi kaynaklarda bulunmamaktadır.

"Leste bi deccalin" şeklinde okunması: sen hilekar, dalavereci bir şahıs değilsin. Bu durumda Hz. Rasûlullah (s.a.a.) sen ahlaken ve yapı itibariyle dürüst, samimi ve erdemli bir şahıssın. Bundan dolayı kızımı sana veriyorum. Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) bu sözü önceki taliplilere yönelik bir göndermeyi içinde barındırmaktadır. Yani sen kızımın şu ana kadar ki taliplileri içinde ahlaken en üstün olanısın. Diğerleri problemli ve sıkıntılı kimseler idiler. Dolayısıyla Hoca'nın anlattığı gibi Hz. Rasûlullah (s.a.a.) kızını ailevî ve kabilevî dürtülerle İmam Ali'ye (a.s.) veriyor değildir. Esasında değil Rasûlullah (s.a.a.) akıllı bir birey dahi kızını verirken aile yapısından daha çok kızının evlilikte sorun yaşamayacağı bir adaya verme hassasiyetine sahiptir. Rasûlullah (s.a.a.) da bu hassasiyeti gözeterek kızını; "amcamın oğluna vereyim" dürtüsüyle değil de adaylar içerisinde ahlakî erdemlere ve imânî olgulara en üst seviyede sahip olan adaya vermiştir.

Nitekim ikinci okuyuşu destekleyen başka bir rivayet de vardır ve bu rivayette direkt olarak "leste" ifadesi geçmektedir. “Hz. Rasulullah (s.a.a.) kızı Fâtıma'yı (a.s.) Ali (a.s.) ile evlendirdiğinde Hz. Fâtıma'ya (a.s.) yönelik olarak "lekad zevvectuki ğaayra deccalin/seni hilekar olmayan bir kimse ile evlendirdim”" buyurmaktadır.[23] Gerçi bu son rivayeti Suyûtî isnad zincirinde bulunan Mûsâ b. Kays'ı zayıf saymaya çalışsa da bu zayıf saymanın arka planında söz konusu şahsın ahlakî yapısı ve hafızası değil de inancı (yani Şiî oluşu) problemlidir. Yoksa Mûsâ b. Kays bir hadisin zayıf sayılmasının temel gerekçeleri olan suu'l-hıfz ve adalet noktasında zayıf değildir. Dahası öyle geliyor ki Suyûtî'nin kendisi bu zayıf sayma hususunda Ukaylî'nin etkisinde kalmıştır diyebiliriz.       

d- Şiî kaynaklarda “Ali olmasaydı Fâtıma'ya (a.s.) denk kimse olmazdı.” Herhalükarda bu son madde hariç evliliğin ilahî boyutunun olduğunu gösteren veriler elde bulunmaktadır. Dileyen Hoca'nın baktığı yerden bakar, dileyen bizim sunduğumuz yerden bakar. Kişinin kendi tercihine kalmıştır.

Hz. Fâtıma'nın tavrı

Gelelim İsrafil Hoca'nın bu evlilik noktasında değindiği Hz. Fâtıma'nın (a.s.) bu evliliğe taraftar olmadığı şeklindeki tavır ve tutumuna. Aslında yukarıda aktardıklarımız bu konuda Hz. Fâtıma'nın (a.s.) tavrını önemli ölçüde ele verir niteliktedir. Fakat biz bizzat birinci dereceden Fâtıma'nın (a.s.) kendisinin ağzından çıkan kelimeleri ve sözleri ve bunların sıhhatini değerlendirmeye çalışacağız.

Halebî ve Hâkim'in rivayeti: Başta Halebî ve el-Hâkim en-Nîsâbûrî olmak üzere bu rivayet birçok muhaddis ve tarihçi tarafından aktarılmıştır.

Hz. Rasûlullah (s.a.a.) evlilik konusunda kızı Hz. Fâtıma ile istişare ettiğinde Hz. Fâtıma ağladı sonra da “Ey babacığım! Sanki beni, Kureyş'in fakirine saklıyorsun” dedi. Hz. Rasûlullah (s.a.a.):Beni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, göklerden bu hususta Allah bana izin verinceye kadar bu evlilik hakkında bir şey söylemeyeceğim.dedi. Bunun üzerine Hz. Fâtıma: “Allah ve rasulünün razı olduğu şeye rıza gösterdim.[24]

İbn İshâk'ın rivayetî 

Hz. Rasûlullah (s.a.a.), Hz. Fâtıma'yı İmam Ali (a.s.) ile evlendirdiğinde Fâtıma: “Beni gözü sorunlu ve karnı büyük birisi ile mi evlendiriyorsun” dedi. Hz. Rasûlullah: “ben seni ashabımdan ilk Müslüman olan…. bir kimse ile evlendiriyorum.[25]

Değerlendirme 

İnsanın yapısı ve ahlakı değişim göstermemişse benzer bir çok olayda aynı tavır ve tutumu ortaya koyar. Biz bir insan hakkında bencil, kendini beğenmiş, mal ve makama düşkün, mütevazi, cömert, korkak gibi değerlendirmelerde bulunurken bir olaydan hareketle değil de bir çok olayda şahsın aynı tavır ve tutumundan hareketle o tanımlamayı yaparız. Şimdi ilk rivayet, Hz. Fâtıma'nın (a.s.) mala önemli bir paye biçtiği şeklinde bir izlenim verdirmektedir. Dolayısıyla Hz. Fâtıma'nın (a.s.) da bundan sonraki hayatında böyle bir durumu müşahede ediyorsak bu rivayetin doğruluğunu söylemeliyiz. Ancak Hz. Fâtıma'nın (a.s.) sonraki yaşamında böyle bir şeyle karşılaşmıyorsak mal ve metaın Hz. Fâtıma'nın (a.s.) kalp ve düşünce dünyasında bir ehemmiyete sahip olmadığını gözlemliyorsak bilelim ki bu rivayet sıkıntılıdır.

Hele ki bu rivayetin karşısında Hz. Fatıma'nın (a.s.) bu evliliğe bakışını ortaya koyan başka rivayet/rivayetler varsa rivayet bütünüyle kuşkulu bir hal alır ve ilmî bir disiplin olarak ihtilafü'l-hadis'e veya teâruzu'l-edille'ye müracaat edilip o alandaki kuralların uygulanması gerekir. Tek taraflı olarak rivayetleri sunup olay bundan ibaret demek hem ilmî değil hem de ahlakî sorumluluk duygusuna aykırıdır.

Hz. Fâtıma'yı (a.s.) o dönemin diğer kadınları ile karşılaştırdığımızda mal ve makam konularında zahid ve arif bir pozisyonda olduğunu rahatlıkla müşahade etmekteyiz. Halbuki Hz. Peygamber'in eşleri de dahil olmak üzere bir çok kadın eşlerine o dönemde büyük problemler çıkarmışlardır. Ama Hz. Fâtıma (a.s.) o derece değirmen çevirip un öğütmüştü ki nihayetinde elleri nasır bağladı. Çeyizi de son derece basit ve sade idi. En azından ortada bir gerçeklik olarak duran çeyiz ile yukarıda aktarılan hz. Fâtıma (a.s.) annemize nispet edilen söz arasında bir çatışma söz konusudur. Gerçeklik ve hakikat nispet edilen söze tercih edileceğinden bu sözün sıkıntılı olduğu ve sıhhatten yoksun olduğu bilinir.

Esasında insan ahlakî yapılarını büyük oranda baba ve annesinden alır. Bir değişim baş göstermişse bu hayatın sonraki evrelerinde ortaya çıkan ve şekillenen bir durumdur. Kalıtımın insanın fiziksel ve ahlakî yapısında etkin olduğu bilinen bir husustur. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) ile Hz. Hadîce gibi mal ve makama bir önem biçmeyen bir anne ve babadan dünyaya gelen Hz. Fâtıma'dan (a.s.) hiçbir imanî kural olmasa dahi kalıtımsal olarak beklenen onun da dünyaya, mal ve makama önem vermemesidir. Burada mal ve makama önem verir bir pozisyon varsa anormal olan budur, diğeri değil. Dolayısıyla kendi kadın tasavvurlarımızı ve kadınların genel karakteristik özelliklerini bütün kadınlar için geçerli standart bir kuralmış gibi okuyup ve bunu sunma ve pompalamaya çalışma sağlıklı bir tutum değildir.

Sahih rivayet

İnsani değerlerin diğer adı olan aziz islam dininin savaşı şahısların hakimiyet savaşı değildir. Maalesef Hoca'nın olayı anlatım tarzı cahili ve sapkın anlayışın Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) hayatında da hakim ve baskın unsur olduğu gibi bir izlenimi bizde doğurmaktadır. İslam ve İslam'ın Peygamberi Hz. Rasul-u Azam (s.a.a) aynı zamanda cahili değer yargıları ile savaş halinde olup yeni bir anlayış ve ahlakî manzumeleri oluşturmaya ve topluma yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda O, fakirlik kavramını sosyal ve iktisadî sahada aynı olarak kabul etse de değerler manzumesinde kavrama yeni bir anlam ve mefhum yüklemiştir. Genelde okuyucuların özelde ise Hoca'nın Hz. Rasulu Azam ile Hz. Fâtıma (a.s.) arasında evlilik ile ilgili geçen Ehl-i Beyt (a.s.) kaynaklı şu rivayeti ve diyalogu gözden geçirip mütalaa etmelerini istirham ediyoruz.

Peygamberimiz (s.a.a) o sabah eve girince, Ali'den dışarı çıkmasını istedi. Fâtıma ile yalnız kaldı ve dedi ki: Nasılsın kızım? Kocanı nasıl buldun? Dedi ki: Babacığım! O çok iyi bir kocadır. Ancak Kureyş'ten bazı kadınlar yanıma geldiler ve "Rasûlullah (s.a.a) seni, malı olmayan fakir biriyle evlendirdi." dediler.

Rasûlullah (s.a.a) ona dedi ki: Kızım! Ne baban, ne de kocan fakirdir. Bana yeryüzünün hazineleri sunuldu; ama ben, Rabbimin yanındaki nimetleri tercih ettim. Allah'a yemin ederim ki, ey kızım! O kadınlar sana doğru öğüt vermemişler.

Ben seni, herkesten önce Müslümanlığı kabul eden, en bilgili ve en ağırbaşlı biriyle evlendirdim. Kızım! Yüce Allah, yeryüzüne nazar etti. Yeryüzü halkından iki adam seçti. Biri baban, biri de kocan... Kızım! Çok iyi adamdır kocan. Onun emrine isyan etme.”[26]

Şia'nın Şîî olarak kabul etmediği Ehl-i Sünnet'in ve diğerlerinin ısrarla Şiî olduğunu belirttiği İbn Ebi'l-Hadîd'in bu evliliğe dair anlattığı rivayette geçen fakirlik anlayışı da bunu desteklemektedir. Zira hala toplumda cahili bir bakış açısı olarak bir çok insanda fakirlik önemli bir ölçüt olarak görülmekte, Hz. Rasûlullah (s.a.a.) da fakirliğe iman, ilim ve hilim fakirliği gibi insanî ve kalbî erdemlerden üç tanesiyle cevaplandırarak fakirliğe yeni bir mefhum yüklemektedir.[27]

Görüldüğü gibi Rasûlullah (s.a.a.) fakirliğe hem yeni bir anlam yüklüyor, hem de evlilikte saadetin temelinin maddiyat olmadığını ahlakî ve erdemler olduğunu dile getiriyor. Dolayısıyla sıhhate uygun bir rivayet varsa bu rivayettir, cahili değer yargılarının kokusunun geldiği diğer rivayet değil. Tarih de bu saadete tanıklık etmiş ve tanıklık edecektir. Hidayet imamları, Allah'ın yeryüzündeki hüccetleri olan Ehli Beyt imamları ile adalet ve kıstı sağlayacak olan Mehdi bu mübarek evliliğin semerelerindendir.

Cahili değer yargıların geçerliliğini bazı Müslümanlar arasında varlığını sürdürüp bu bağlamda Hz. Fatıma'yı İmam Ali (a.s.) ile evlenmesinden ötürü kınadığını gösteren, onu kınayan başka rivayetlerin de olduğunu ancak hz. Fâtıma'nın (a.s.) bu kınama ve serzenişlerden bizar olup gelip durumu Hz. Rasûlullah'a (s.a.a.) anlatıp üzüldüğünü de belirten rivayetlerin olduğunu belirtelim. Fakat rivayetlerde de sarih ve açık düzeyde görüldüğü üzere Hz. Fâtıma (a.s.) kendisine karşı gösterilen ve ortaya konulan tavırdan şikayetçidir, yoksa hz. Ali'nin (a.s.) mal bakımından yoksun oluşundan değil.

HZ. Hamza'nın şarap içme meselesi 

Bu olayın ana tema olarak Hz. Ali ve Hz. Fâtıma'nın (a.s.) evliliği mutsuz muydu meselesi ile direkt olarak bir bağı bulunmamaktadır. Fakat evlilik ile bağlantılı olaylar arasında zikir edilmektedir. Dolayısıyla tarihsel bir olay olma açısından bir önemi var, diyelim. Açıkçası Hoca video boyunca tek düze bir anlatım içerisine girmiş ve olayların farklı ve bununla çatışan anlatımlarının olduğunu hiç belirtmemiş ve dolayısıyla Hoca'nın anlattığı şey doğrudur ve sahihtir şeklinde bir izlenim vermesini sağlamıştır. Biz de bu makale boyunca defalarca Hoca'nın anlattığı ile çatışan rivayetlerin olduğunu hatta bunların –bizim kanaatimize göre- daha sahih olduğunu belirttik ve belirtmeye devam ediyoruz. Dolayısıyla Hoca ve okuyucular Hz. Hamza'nın içki içmesi meselesini çapraz okumalar yaparak değerlendirmesini ve rivayetlerin sened ve metin kritiği açısından değerlendirmeleri (varsa) problemleri çözmesi gerekmektedir. İsrafil Hoca muhtemelen başka videolarında değerlendirmeler yapıp çözümünü ve görüşlerini sunmuştur diye ümit ediyorum.

Biz ise bu bölümde tarihsel bir olay olarak

a- Hz. Hamza'nın içki içme meselesini

b- Zil zurna sarhoş olup Hz. Rasulullah'ı (s.a.a.) öfkelendiren şahsın Hz. Hamza olup olmadığını

c- İçkinin yasaklanış tarihi

kısaca irdelemek istiyoruz. 

İşin ilginci Hoca bunu Hz. Fâtıma ile Hz. Ali'nin (a.s.) evliliğe hazırlandığı dönem bağlamında anlatıyor. Gerçi rivayetlerin bütünü bunu bu evlilik bağlamında anlatmaktadır. Hayret verici olan şu ki bu rivayette Hz. İmam Ali'nin (a.s.) iki tane devesi olduğu geçtiği halde Hz. Rasûlullah (s.a.a.) ile İmam Ali'nin (a.s.) mehir ve düğün ile ilgili konuşmalarında bu iki deveden hiçbir şekilde söz edilmemektedir. İsrafil Hoca ve muhaddisler evliliğe hazırlandığı dönemde İmam Ali'nin (a.s.) zırhından başka bir şeyinin olmadığını belirten yığınlarca rivayeti unuttular mı acaba diye de insanın aklına soru gelmiyor da değil?

Her halükarda Hz. Hamza'nın içki içip zil zurna sarhoş olmasını ele alıp anlatan rivayet çok meşhur ve hatta müttefakun aleyhtir.

Biz ilk önce rivayeti ve kaynaklarını sunalım. Örnek olarak Buhârî'nin Kitâbü'l-Humus'unda geçen rivayeti sunuyoruz.

Ali (a.s.) şöyle demiştir: Benim Bedir günündeki ganîmet payımdan yaşlı bir devem vardı. Peygamber (s.a.a.) bana (Bedir'den evvel) beşte birden başka bir yaşlı deve daha vermişti. Rasûlullah'ın (s.a.a.) kızı Fâtıma (a.s.) ile evlenmek istediğim zaman Kaynuka oğullarından kuyumcu bir adamla benimle beraber gelmesi ve beraber ızhır otu getirmemiz hususunda vaatleştim. Bu otu kuyumculara satmak ve parasıyla düğün yemeğim hususunda yardım sağlamak istedim. Ben yaşlı develerim için semerler, çuvallar ve ipler toplarken, iki devem de Ensâr'dan bir adamın hücresi yanında çöktürülmüş hâldeydiler. Topladığım şeyleri toplayıp döndüğüm zaman develerimi gördüm ki hörgüçleri kesilmiş, böğürleri yarılıp ciğerleri alınmış. Develerimin bu manzarasını gördüğüm zaman gözlerime mâlik olamayıp ağladım. Ve: ‘Bu işi kim yaptı?' dedim. Orada bulunanlar: ‘Bu develeri kesme işini Hamza b. Abdülmuttalib yaptı, kendisi şu evin içinde Ensâr'dan içki içenler topluluğu arasındadır, dediler. Hemen gidip Peygamber'in yanına girdim. Yanında Zeyd b. Hârise vardı. Peygamber yüzümden, karşılaştığım kötü durumu anladı: ‘Neyin var?' diye sordu. ‘Yâ Rasûlallah, ben bugünkü kadar korkunç manzara görmedim: Hamza benim yaşlı iki dişi deveme saldırıp onların hörgüçlerini kesti, böğürlerini yardı, işte o, şu evde içki içenlerin beraberindedir' dedim.

Peygamber ridâsını istedi ve onu büründü. Sonra yürüyerek gitti. Zeyd b. Hârise ile ben kendisini takip ettik. Nihayet içinde Hamza'nın bulunduğu o eve geldi, içeri girme izni istedi. İçeridekiler gelenlere girme izni verdiler. İçende içki içmekte olan bir toplulukla karşılaştık. Rasûlullah (s.a.a.), yaptığı iş hakkında Hamza'yı kınamaya başladı. Hamza da sarhoş olmuş, gözleri kıpkırmızı idi. Hamza, Rasûlullah'a (s.a.a.) doğru baktı, sonra bakışı yükseltti, akabinde dizlerine baktı. Sonra bakışı yükseltip göbeğine baktı. Sonra bakışı yükseltip yüzüne baktı. Sonra Hamza: ‘Siz, babam Abdulmuttalib'in köleleri değil misiniz?' dedi.

Rasûlullah (s.a.a.), amcası Hamza'nın sarhoş olduğunu anladı da (şuursuzca bir fiile kalkışmasından sakınarak) topukları üzerinde arka arkaya çekildi. Biz de O'nunla beraber odadan dışarı çıktık.[28]

Bu hadis şu gerekçelerden ötürü sahih değildir.

A- Hz. Ali'nin (a.s.) evlilik olayını anlatan çeşitli rivayetlerde Hz. Ali'nin (a.s.) zırhından başka hiçbir mal ve emtiasının bulunmadığı meşhurdur ve neredeyse tevatür haddine ulaşmıştır. Bu konu kız isteme sürecini anlatan rivayetlerde ya bizzat Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) kendisi tarafından dile getirilmiş veya İmam Ali (a.s.) tarafından belirtilmiştir. Bu husus o derece meşhurdur ki neredeyse müsellem bir hakikattir. En fazla kimi rivayetler de bir atının olduğundan bahs edilmektedir. Ama hiçbir rivayette İmam Ali'nin iki devesinin olduğundan bahsedilmemektedir. Dolayısıyla Bedir Savaşını ganimetinin taksiminden imam Ali'ye iki tane deve düşmüşse bunun kız isteme esnasında bir şekilde dile getirilirdi. 

B- Aslında içkinin haram kılınışında tedricîliğin olup olmadığı meselesi de çok su götürür. İçkinin ta bi‘setin ilk dönemlerden itibaren haram kılındığına veya en azından çirkin ve kaçınılması gerektiğine işaret eden bir takım veriler de yok değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de Mekkî surelerde içkinin hoş bir şekilde anılmadığını ve zımnen çirkin bir içecek olduğunu ihsas ettiren ve çağrıştıran ifadeler de vardır.

Genel görüşün aksine şarabın tahrim edilişi çok öncelere dayandığı, fakat bunun toplumsal kabulünün sonraki dönemlerde gerçekleştiği kanaatindeyim. Bu konuda yukarıda sunduğumuz ayetin dışında buna delalet eden rivayetleri sunuyoruz. Bu rivayetler her ne kadar birer birer ele alındığında haber-i vâhid ise de yan yana eklediğinde olayın bir aslının olduğu sonucuna bizi götürür.

Suyutî Evâil'inde Muâz b. Cebel'den şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber nübüvvetle görevlendirildiğinde ilk nehiy ettiği husus şarap içme ve erkeklerin atışma ve nizalarıydı.[29]

Heysemî ise Mecmeü'z-Zevâid'de Ebu'd-derdâ veya Muâz b. cebel'den şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurdular: Rabbim putlara ibadet etmekten sonra bana nehy ettiği şeylerin ilki içki içmek ve erkeklerin atışma ve nizalarıydı.[30]

Aynı içerikte ve hemen aynı lafızlarla yukarıdaki rivayet Ümmü Seleme'den de aktarılmıştır.[31]

Ebû Hâtem şöyle demektedir: Hz. Peygamber (s.a.a.) insanları hiçbir ortağı olmayan Allah'a (kulluğa ve onu birlemeye) davet ederdi. Ebû Cehil ise insanlara şunu derdi: "O bir yalancıdır. İçkiyi haram kılıyor ve zinayı yasaklıyor."[32]

Ehli Beyt kaynaklı rivayetlerde de bunu destekleyen hadisler vardır. Küleynî Kâfi'sinde “enne'l-hamra lem tezel muharrame/şarap her daim haram kılınmıştır” diye bir bab açar ve bu bab altında üç tane hadis zikir eder. Bu babın ilk hadisinde İmam Hasan Askerî'den şarabın henüz daha Mekke döneminde tahrim edildiğine sözünü aktarır. İmam bu konuda da Araf Suresinin 33. Ayetinde geçen ism sözcüğü ile istidlal eder.[33]

Araf suresini 33. Ayetinde geçen “isim/اثم” sözcüğü de Ehli Beyt İmamları (a.s.) tarafından şarap olarak tefsir edilmiştir.[34]

Ayette geçen isim sözcüğünün şarap için cahiliyye döneminde ve islamî dönemdeki şiirlerde kullanıldığına rastlanmaktadır ki bu da en azından Arâf Suresinin nazil olduğu Mekke döneminde hamrın/şarabın nehy edildiğine hatta tahrim edildiğine dair bir karinedir.

Bu şiirlerden örnek olsun diye iki tanesini hem de bir mu‘cem kitabı olan Lisanü'l-Arab'tan ve Tâcü'l-‘Arûs'tan sunacağız.

“şeribtu'l-isme hatta dalla aklî kezâke'l-ismu tezhebu bi'l‘ukûl/Ben, ismi/şarabı o derece içtim ki nihayet aklım zayi oldu. İşte isim/şarap bu şekilde aklı alıp götürür.”

“neşrebu'l-isme bissuva‘i cihâren ve tere'l-mutke beyena mustearen/Açıkça içeriz ismi/şarabı büyük kâselerle ve sen miski aramızda elden ele dolaşır görürsün.”[35]

Mekkî bir sure olan Nahl suresinin 67. ayetinde “/Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler (tettehizune minhu sekeran ve rızkan hasenen) elde edersiniz” buyrulmaktadır. Bu ayette şarap güzel rızkın mukabili olarak zikir edilmektedir.

Kaynaklar bize İslam dininin zuhurundan önce de bazı kimselerin içkiden kaçınıp içkiyi kendilerine tahrim ettiklerini göstermektedir.

Abdülmuttalib ve Ebu Tâlib bunların önde gelenlerindendir.[36]

 “أي وكان ممن حرم الخمر على نفسه في الجاهلية وكان مجاب الدعوة، وكان يقال له الفياض لجوده، ومطعم طير السماء لأنه كان يرفع من مائدته للطير والوحوش في رؤوس الجبال

Kaynaklarla bu sayı çoğaltılabilir. Biz bu isimlerden bazılarını daha sıralayalım: Osmân b. Maz‘un, Abbâs b. Mirdâs, Abdulmuttalib, Cafer, Kays b. Amir, Afif b. Madikerib, Safvan b. Ümeyye, Ebubekir, Osmân b. Affan, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Cedan[37]

Bir başka açıdan olay değerlendirildiğinde Hz. Hamza ile ilgili rivayette kuşkulanmamıza neden olan başka etmenler de yok değildir.

Örneğin isnad zincirinde Ümeyye meşrep bir zihniyete ve sevgiye sahip olan İbn Şihâb ez-Zührî'nin bulunması.

Hamza mı Ömer mi?

Yukarıda sunulan tek taraflı kaynaklar Hz. Hamza'nın zil zurna sarhoş olduğunu belirtmektedir. Halbuki içkiden kaçınan Abdulmuttalib'in himayesinde yetişen ve Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) ta bisetin ilk dönemlerinden itibaren içkiye nasıl baktığına vakıf olan bir zatın içkiye bu denli yaklaşması ve düşkünlüğü insanı kuşkulandırmaktadır. Dahası Hz. Hamza'nın Uhud Savaşında ve öncesinde oruçlu olduğuna dair bir takım rivayetler de vardır.[38] Dolayısıyla Hz. Hamza'dan böyle bir şeyin vuku bulduğu sonucuna kuşkuyla bakıyoruz. Okuyucu ve Hoca kısır çekişme olarak algılamazsa Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) içkiden dolayı kendisine öfkelendiği zatın kim olduğuna dair kısa bir bilgi sunmak istiyoruz. 

Zemahşerî, Rabî‘u'l-Ebrâr adlı eserinde şöyle diyor: “İçki hakkında üç ayet indi. İlki, "Sana içki ve kumarı sorarlar..." (2/el-Bakara/219) diye başlayan ayettir. Bu ayet üzerine kimi Müslümanlar içkiyi terk ederken kimileri de içmeye devam ettiler. Bu arada adamın biri bir gün içkiyi içip namaza kalktı; namazda sapıtınca, "Ey inananlar!... sarhoşken namaza yaklaşmayın." (4/en-Nisâ/43) diye başlayan ayet indi. Buna rağmen kimi Müslümanlar içki içmeye devam ettiler. Bunlar arasında Ömer de vardı. Bir gün içkili iken devenin ağız kemiğini alıp Abdurrahmân b. Avf'a vurarak başını yardı. Arkasından yere oturup Esved b. Ya‘fur'un Bedir ölüleri için söylediği şu ağıtı okudu:

“Nice cariyeler ve değerli kadeh arkadaşları Bedir kuyusunda gömüldü. Nice büyükler, büyüklükleri ile Bedir kuyusuna gömüldü.

Ebû Kebşe bize tekrar dirilmeyi mi vaat ediyor? İnsan kuşlara dönüştükten sonra nasıl tekrar dirilir?

Eğer doğru söylüyorsa benden ölümü geri çevirsin. Kemiklerim çürüdükten sonra beni diriltmek niye?

Hey, benden Rahman'a kim haber iletecek ki? Ben Ramazan ayında oruç tutmayacağım.

Allah'a söyle de beni içmekten alıkoysun! Allah'a söyle de beni yemekten alıkoysun!”

Peygamber (s.a.a) bu olayı işitince öfkeli bir şekilde Ömer'e doğru yola çıktı. Öfkesinden cübbesi yerlerde sürünüyordu. Elinde olan bir cismi Ömer'e vurmak için havaya kaldırdı. Bunu gören Ömer, "Allah'ın ve Peygamberin öfkesinden Allah'a sığınırım" dedi. Bunun üzerine, "Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak... ister. Artık bunlardan vazgeçecek misiniz?" ayeti indi. Bunun üzerine Ömer, "Vazgeçtik" dedi.”[39]

Ömer'in Mâide Suresinin 91. ayetinin son bölümünde geçen “fe hel entum muntehûn/vaz geçtiniz değil mi?” sözlerine istinaden “inteheyna inteheyna/evet vaz geçtik” sözü bayağı meşhurdur. Ömer en son Medenî surelerden olan ve içkinin bu ayetle artık bütünüyle haram kılındığını kabul edenlere göre o zaman dilimine kadar içki içtiği tarihsel bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bakara ve Nisâ suresindeki ayetler kendisine yeterli gelmemiş ve içki içmeye devam etmiştir. Nihayet Maide süresideki ayetle içkiyi terk etmiştir.[40]

Bu konuyu daha da dallandırıp budaklandırmak istemiyoruz.  

İmam Ali'nin özelliklerinden kellik 

İsrafil Hoca İmam Ali'nin (a.s.) fiziksel özelliklerinden bahs ederken onun kel ve şişman olduğu gibi bir betimleme sunuyor ve bunun da Hz. Fâtıma'nın (a.s.) bu evliliğe yanaşmama noktasında bir etkisinin olduğu sonucuna varıyor.

Hakikatte İmam Ali'nin (a.s.) böyle bir fiziksel özelliğinin olup olmaması bir yana bunların o dönemin yakışıklılık ve evlilikte bir etkisini olup olmadığını araştırması gerekirdi. Dahası bir iki kusur bütün bir bedenin çirkin olması sonucuna ulaşmak için yeterli midir? Nice kişiler vardır ki bir iki tane fiziksel kusuru vardır. Ama bu bir iki kusura sahip olan kişi bedensel olarak diğer zarif ve nahif güzelliklere sahipse hoş görülür ve o şahıs değerlendirilirken yakışıklı ve güzel olarak nitelendirilir. İmam Ali (a.s.) özelinde aslında imamın diğer fiziksel özellikleri göz önüne alınarak bir değerlendirme yapılması gerekmektedir.  

Bir başka husus kellik veya şişmanlık özelliklerini çirkinlik olarak kabul edecek olursak Hoca aynı niteliklere hatta daha fazlasına sahip kimseler için de çirkin ifadesini kullanacak veya aynı değerlendirmeyi yapabilecek mi acaba!? Bu cümleyi niçin kullandığımı makalenin ilerleyen bölümlerinde anlaşılacaktır.

İmam Ali'nin (a.s.) kelliği ile başlayalım.

Öncelikle belirtelim ki bu konudaki rivayetler üç kısma ayrılmaktadır.

A- Kel ve saçtan yoksun olduğunu belirten rivayetler

B- Başında saç bulunduğunu ancak alın bölgesinin seyreltinin olduğunu belirten rivayetler

C- Ali'nin (a.s.) gür saçlı olduğunu belirten rivayetler

Rivayetlerin önemli bir bölümü İmam Ali'nin (a.s.) “asla‘/kel” olduğunu belirtmektedir. Asla‘ın tüyleri dökülmüş anlamında olduğunu belirtelim.

Bazı kaynaklarda İmam Ali'nin (a.s.) 'asla‘/kel olduğu geçmektedir.[41]

Tabii kuşağından Şa‘bî ve Ebû İshâk es-Sübey‘i de Ali'yi (a.s.) 'asla‘ olarak gördüklerini belirtmektedir.[42]

Birtakım kaynaklarda da İmam Ali'nin (a.s.) 'asla‘ olduğu İmam Bâkır'a (a.s.) nispet edilmektedir.[43] Kimileri de İmam Ali'nin (a.s.) başının arka bölümünde saç olduğunu söylemektedir.[44]

Gerçi Ebû Recâ el-Utâridî ile İbn Mes‘ûd'a da İmam Ali'nin (a.s.) 'asla‘ olduğu nispet edilmektedir. Ama fazla uzatmak istemediğimizden şu anlık dipnotta verdiğimiz kaynakların yeterli olduğu kanaatindeyiz.

'Enza‘ olduğunu belirten rivayetler 

Bizim kanaatimizde bu yöndedir. İmam Ali (a.s.) alın kenarlarında boşluk olacak tarzda bir saç yapısına sahip idi. İmam Ali'nin (a.s.) hilyesini anlatan rivayetlerin bir bölümünde Onun 'enza‘ olduğu geçmektedir.[45] 'Enza‘ ise başın alın taraflarının saçtan yoksun olması ancak başta saçın bulunması anlamına gelen 'naz‘a kelimesinden türetilmiştir.

İmam Ali'nin (a.s.) 'asla‘lık düzeyine ulaşmayan ancak 'enza‘ saç yapısına sahip olduğuna delalet eden deliller

A- Abdullah b. Ahmed şöyle rivayet etmektedir: Bize Nasr b. Ali rivayet etti ve dedi ki: Bize Ali b. Dâvûd, Müdrik Ebü'l-Haccâc'tan rivayet etti ve dedi ki: İmam Ali'yi gür saçlı olarak gördüm. Ona bir çocuk getirilip yanına oturtuldu. İmam Ali (a.s.) de çocuğun başını meshetti.[46]

İbn Asâkir de aynı rivayeti başka bir isnad zinciri ile aktarır. Rivayetin sonunda şu fazlalık vardır: “ve kâne min eheseni'n-nâsi veçhen/o sima olarak insanların en güzellerindendi.”

Yukarıda da belirttiğimiz gibi kellik ayrı bir şey, sima ve beden güzelliği ayrı bir şey. Bu hadis İmam Ali'nin (a.s.) gür bir saça ve güzel bir çehreye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle Hoca'nın sandığı ve pompalamaya çalıştığı gibi İmam Ali (a.s.) çirkin bir yapıya sahip değildir.

Her iki hadiste de geçen 'vefre' kelimesi başın üzerinde toplanan veya kulak sınırlarını aşan saç anlamına gelmektedir.[47]

B- Rivayetlerin bir bölümünde de İmam Ali (a.s.) 'eclah' olarak nitelendirilmektedir[48] ki bu da neredeyse 'enza‘ ile eş anlamlı veya ona yakın bir anlamı taşımaktadır. Saçı olmayan bir kimse için 'eclah' kelimesi kullanılmaz. 'Eclah' başın iki yanının saçtan yoksun olması anlamına gelmektedir.[49]

Dolayısıyla ihtilâfü'l-hadîsin sahasına giren bir konu var. Bir tarafta İmam Ali'nin (a.s.) 'asla‘ (kel) olduğunu belirten rivayetler diğer tarafta ise 'enza' veya 'eclah' (alnını kenarında tüy bulunmadığını ancak başında saçın bulunduğunu) olduğunu belirten rivayetler. 

C- Ebû İshâk es-Sübey‘i'nin Hz Ali'nin (a.s.) fiziksel özelliğini anlattığı ve onu 'asla‘ olarak anlattığı[50] rivayetin aynı kişi tarafından 'eclah' olarak rivayet edildiğini ve saçının olduğunun da rivayet edildiğini belirtelim. Bu rivayetlerde 'asla‘ kelimesi zikir edilmemektedir.[51]

Bu rivayetlerden örnek olarak birkaç tanesini zikir edecek diğerlerini de dipnotta adres olarak vereceğiz.

ورأي أبو إسحاق عليا وكان يصفه لنا عظيم البطن أجلح،” (mecmeü'z-Zevâid'deki metin)

“(157) حدثنا أيوب الوزان نا خلف بن تميم نا أبو خيثمة يعني زهيرا نا أبو إسحاق قال رأيت عليا رضي الله تعالى عنه يخطب أبيض اللحية أجلح” (âhâd ve'l-mesânîdeki metin)

Taberânîdeki metin: “قال ورأي أبو إسحاق عليا رضي الله تعالى عنه وكان يصفه لنا عظيم البطن أجلح” görüldüğü gibi Ebû İshâk es-Subay‘î'nin İmam Ali'nin (a.s.) vasfını anlattığı bu rivayetlerde ise 'aclah' kelimesi geçmektedir.

D- Şa‘bî'nin 'asla' rivayetinde de sıkıntı var. Zira Şa‘bi'den aktarılan başka bazı rivayetlerde İmam Ali'nin (a.s.) başında “zeğebât/saç lülelerinin” bulunduğu geçmektedir.[52]

Sanırım bu kadarı yeter. İmam Ali (a.s.) dımdızlak denilecek bir kafa yapısına sahip değildir. Onun başının alın bölgesi saçtan yoksun olsa da başının üzerinde saç vardır.

Bir not:

Karşıt değerlendirme ve salvo gibi olmasın ama kel bir kafa yapısına sahip sahabî kaynaklarda Ömer b. el-Hattâb olarak geçer. Fakat Ömer bu saç yapısına sahip olarak bilinmez. Bu da anti propagandanın ne kadar etkin olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla öyle tarihin Emevîler döneminde yazılması ile Abbâsîler döneminde yazılması arasında pek de bir fark yoktur. Her iki dönemde de Ali ve Ehl-i Beyt (a.s.) karşılığı ileri düzeydedir. Zirr b. Hubeyş, İbn Ömer ve Abdullah b. Âmir'in Ömer'in fiziksel özelliklerini anlattıkları rivayetlerde O 'asla‘ olarak geçer.[53]

Hatta Ebû Recâ el-Utâridî'nin, Sa‘îd b. el-Müseyyeb vd. aktarılan rivayette “şedidü's-sal‘i/çok şiddetli bir şekilde kel idi” olarak geçer.

كان عمر طويلاً جسيماً أصلع شديد الصلع” ömer, iri yapılı, dımdızlak bir kafa yapısına sahipti.[54]

İmam Ali'nin Ebu Cehil'in kızı ile evlenmesi olayı 

Bu olayın analizini yaparken sened analizi yapıp da konuyu uzatmak istemiyoruz. Sadece metin tenkidi üzerinden olayı irdelemek istiyoruz.

Ama ta en evvelden şunun bilinmesini istiyoruz.

Hoca'da da şöyle bir analiz yapmasını veya olayda anlatılan Rasûlullah'ın (s.a.a.) ahlakına aykırı düştüğüne kanaat getirdiğimiz hususa cevap vermesini beklerdik..

Düşünün bir peygamber var ve herkese karşı da son derece merhametli. Beri taraftan Kur'an ve evrensel hukukun genel normları gereği hiçbir kimse babası veya oğlu/kızının işlendiği tarafından suçlanamazken, dahası peygamberin kendisi Ebû Cehil'in oğlu İkrime Müslüman olup da Medine'ye geleceği esnada babasının İslam'a karşı almış olduğu tavırdan ötürü incinmemesi için babasının dile getirilmemesini sahâbesine salıkta bulunuyor ama aynı peygamber Ebû Cehil'in kızı söz konusu olduğunda “Allah rasulünün kızı ile Allah düşmanının kızı bir arada olamaz” diyerek babasının işlediği suçtan ötürü kalkıp kızı sorumlu tutmaya çalışıyor.

Bu konuda bir çok rivayet var. Biz en meşhur olanı yani Buhârî ve diğer muhaddislerin Misver b. Mahreme'den aktardıkları şu rivayetleri aktarmakla yetineceğiz.

Misver b. Mahreme şöyle diyor: “Ben, Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) minber üzerinde iken şöyle buyurduğunu işittim: Gerçekten Hişâm b. Muğîre oğulları kızlarını Ali b. Ebû Tâlib'e nikâhlamak için benden izin istediler. Ben onlara izin vermiyorum! Sonra (yine) ben onlara izin vermiyorum! Sonra (yine) ben onlara izin vermiyorum! Ancak Ebû Tâlib'in oğlu benim kızımı boşayıp, onların kızını almak isteyecek olursa müstesna! Çünkü benim kızım ancak benden bir parçadır. Onu şüpheye düşüren beni de şüpheye düşürür; ona eziyet veren şey bana da eziyet verir

Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere diğer muhaddisler yine Misver b. Mahreme'den şöyle rivayet etmektedirler: “Kavmin senin kızların namına kızmadığını söylüyorlar. İşte Ali (a) Ebû Cehil'i kızını nikâhlıyor.

Buhârî ve Müslim'in Misver'den rivayet ettikleri bir başka hadiste ise şöyle geçmektedir:

Benim akıl buluğa erdiğim bir esnada Hz. Rasûlullah'ın minberde hutbe verirken şöyle buyurduğunu işittim: Gerçekten Fâtıma bendendir. Ben onun dini hususunda fitneye uğrayacağından korkarım… Ben ne helâli haram kılarım, ne de haramı helâl! Ancak Vallahi Rasûlullah'ın (s.a.a.) kızıyla Allah'ın düşmanının kızı ebediyyen bir araya gelemez.

Bir başka hadis ise şöyledir: “Bundan sonra (malûm olsun ki) ben Ebû'l-Âs b. Rabîa (kızımı) nikahladım. Benimle konuştu ve doğru söyledi. Şüphesiz ki, Fâtıma b. Muhammed benden bir parçadır. Ben ancak ve ancak onu belâya sokmalarından çekiniyorum. Mesele şu ki: Vallahi Rasûlullah'ın kızı ile Allah düşmanının kızı, bir adamın yanında ebediyen bir yere gelemezler.

Misver devamında şöyle der: Bunun üzerine Ali istemekten vazgeçti.[55]

Misver'den gelen rivayetler ana hatlarıyla bunlar.

İmam Ali (a.s.) hakkında aleyhte bir rivayet kimden gelirse gelsin almakta bir beis görülmez. Rivayetin ravisi Misver b. Mahreme'nin kimliğinin anlaşılması ve nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğunun görülmesi için geliniz kısaca Zehebî'nin Siyerü A‘lâmi'n-Nübelâ'sına ve İbn Hacer'in Tehzîbü't-Tehzîb'ine bir göz atalım ve ne tür ne bilgiler geçiyor bir bakalım:

1- Misver, İbn Zübeyr ile birlikte yer alan bir zattır. İbn Zübeyr onsuz hiçbir meseleyi karara bağlamazdı.

2- Misver Haricîler tarafından sevilip sayılan görüşleri din olarak kabul edilen bir şahıstı.

3- Muâviye anıldığında ona salat getirirdi.[56]

Ali'nin (a.s.) tam karşısında yer ala bir şahsın rivayet edeceği hadis de ancak bu kadar olur. İmam Ali (a.s.) karşıtlarından hem de ali hakkında hadis almakta ve rivayet etmekte beis görmeyenler Ali'nin (a.s) bizzat Hz. Fâtıma (a.s.) ile evliliğine dair kanıt ve tanıklıklarını hiç dillerinin ucuna getirmezler. İmam Ali'nin (a.s.) Hz. Fâtıma (a.s.) ile evliliği nasıldı, o bu evliliği hakkında neler söylemekteydi bir de ondan dinleyelim hiç demezler. İsrafil Hoca'ya soralım. Peki, ya Ali'nin (a.s.) kendisi kendi evliliği hakkında tanıklığı varsa ve Misver'in mi tanıklığını dinlersin yoksa Ali'nin (a.s.) kendisinin tanıklığını mı?

Dahası Misver'in kendisi Hz. peygamber'in bu hutbesini dinlerken ergen olduğunu söylemektedir. İbn Hacer'in belirttiğine göre hicretten iki yıl sonra dünyaya gelmiş, hicretin sekizinci yılında ise Medineye hicret etmiştir.[57] Bu durumda en iyimser tabirle bu hutbeyi dinlediğinde yedi bilemedin sekiz yaşında demektir. O da Hz. Peygamberin bu hutbesini son yılında söylediğini varsayacak olursak.

Hoca ve okuyucu bu hadisi tercih edebilir. Misver'in sözü kanıttır diyebilir. Bu noktada serbestler de. Ancak biz de bu konuda İmam Ali'nin (a.s.) sözünü tanık olarak kabul etmekteyiz ve diğer rivayeti reddetmekteyiz. Misver'i rivayeti ile başbaşa bırakmaktakyız.

İmam Ali (a.s.) şöyle buyurmaktadır: Vallahi Allah onun ruhunu kabz edinceye kadar ne onu (Fâtıma'yı) öfkelendirdim. Ne de onu bir şeye zorladım. Ne de O, beni öfkelendirdi ve bana isyan etti. Ona bakınca bütün tasalarım ve üzüntülerim ortadan kalkardı.[58]

Olayın Misver'in anlattığı şekilde tahakkuk etmediğine dair bir diğer karine de İbn Abbâs ile Ömer arasında geçen şu diyalogdur:

“Ey Müminlerin Emiri! Bildiği gibi bizim adamımız vallahi ne değişmiş ne de siretinde bir tağyirat vuku bulmuştur. Ne de Allah Rasulünü onunla birlikte olduğu dönemde kızdırmıştır.”

Ömer: “Ne de Ebu cehilin kızını” diyerek bununla Ali'nin (a.s.) Hz. Fatıma (a.s.)  üzerine onunla evlenme isteğine göndermede bulunmak istemiştir.

İbn Abbâs şöyle karşılık verdi: “Allahu Teâlâ Hz. Adem'in masiyeti hakkında "biz onda kararlılık görmedik." (20/Taha/124) buyurmaktadır. Bizim adamımız da Hz. Rasulullah'ı (s.a.a.) kızdırmamak hususunda kararlılık göstermedi. Ancak kişini nefsine bertaraf edemeyeceği bir takım düşünceler gelebilir. Nitekim bu türden düşünceler Allah'ın dini hakkında bir fakihden de ve Allah'ın emrini bilen bir kimseden de sadır olabilir. Bu düşüncenin farkına varır varmaz o düşünceden döner ve Allah'a yönelir.”

Ömer: “Ey İbn Abbas! Sizin denizlerinizin başına gelip de sizinle birlikte oraya dalıp o deryanın deriliklerine dalacağını sanan bir kimse kuşkusuz acze düşer.”[59]

Caduk İbn Abbas görüldüğü gibi İmam Ali'nin (a.s.) Hz. Rasulullah'ı (s.a.a.) öfkelendirmediğini ve böyle bir şeyi murat etmediğini belirtmektedir. Ebû Cehil'in kızını isteme meselesini de inkar edip bunun sadece akla bir anlık gelip giden bir düşünce kabilinden olduğunu vurgulamaktadır. Yoksa Hoca'nın videsounda betimlediği gibi İmam bu evliliğe tav olmuş değildir.

Bir diğer husus da şudur: Bir defa boşama yetkisi üçüncü bir şahsın elinde değildir. Bunu en iyi bilen ve uygulayacak olan Hz. Rasûlullah'dır (sa.a.a.). Hz. Rasûlullah (s.a.a.) “Allah Rasulünün kızı ile Allah düşmanının kızı bir arada olamaz” diyerek evlilik/nikah akdine taban tabana zıt bir cümle kullanmış olamaz ki Hz. Rasûlullah'a (s.a.a.) böyle bir şeyi kim nasıl yakıştırabilir. En fazla böyle bir şeyden rahatsızlık duyduysa ki olayın bu şekildeki vuku bulduğu bize göre kesinlikle uydurmadır risalet makamına uygun olan, bir şahsı toplum içinde rencide etmek değil, onunla bir şekilde konuşup bu yanlışını kendisine belirtmektir. Normalde bundan kat be kat büyük olaylarda dahi Hz. Rasâlullah (s.a.a.) bir kişiyi rencide etmemişken ve böyle bir örnek peygamberin yaşamında bulunmuyorken ve gösterilemezken kalkıp islam şeriatının sonuna kadar cevaz verdiği bir olayda Peygamber bir şahsı rencide edecek, onurunu kıracak. Hem de Allah-u Teâlâ'nın isti'la edatı olan ala harfi cerrini kullanarak “ve inneke le ela hulukin azim/kuşkusuz sen yüce bir ahlak üzeresin” (68/kalem/4) buyurduğu bir şahıs böyle gayrı ahlakî bir tavır içerisine girecek! 

Hele ki mesele son derece kişisel bir mesele ise. Beri taraftan Allah hiçbir mümine ikinci, üçüncü ve dördüncü bir kadınla evlenmeyi yasaklamış değildir. Bu olay oluncaya kadar İmam Ali'nin (a.s.) zihin dünyasından Hz. Fâtıma (a.s.) üzerine başka bir kadınla evlenme gibi bir düşünce de geçmiş değildir.

Hoca'yı bu bağlamda Ahzâb suresinin 33. Ayetini gözden geçirmeye davet ediyor ve bu ayeti siyak-sibak içerisinde ciddî bir şekilde okumaya çağırarak şu iki soruyu soruyoruz

A- “İnnemâ yurîdullahi li yüzhibe ankumu'r-ricse ehle'l-beyti ve yutahhirakum tathira/” "İnnema" ile başlayan cümle varoluşsal bir iradeyi mi yansıtmaktadır yoksa teşriî boyutlu bir iradeyi mi ortaya koymaktadır? Teşri boyutlu bir cümle ise, Kuranı Kerim'de ilahi iradenin teşri boyutlu olan ayetlerinde acaba ilahî iradenin kesinlikle tahakkuk edeceğini gösteren inne, innema, mefulü mutlaklığın bulunduğu bir ayet gösterebilecek mi?

B- İlgili bölüm eğer teşri ile bağlantılı olsaydı cümle 33. ayetten sora değil 34. ayetten sonra gelmeliydi. Zira bu cümleden sonra da peygamber eşlerine yönelik emir devam edip 34. ayetle son bulmaktadır.[60]

Dolayısıyla bu ayet çerçevesindeki hadisler ayetin siyak ve sibakına daha çok uyum göstermekte, Rasûl, Ali, Fâtıma (a.s.), Hasan ve Hüseyin'in (a.s.) ilahi irade ile tathir edildiğine delalet etmektedir.

Bu olayın kendisi ilahi irade ile tathir edilen İmam Ali, Hz. Fâtıma (a.s.), Hz. Hasan ve İmam Hüseyin'in (a.s.) taharetiyle ve pisliklerden arındırılmasıyla çatışmaktadır.

Dahası Ali'yi (a.s.) böyle güç bir duruma düşürecek olan Ebû Cehil'in kızının cemal ve iman gibi ne tür bir meziyeti var ki!

Bunun uydurma olduğunun diğer bir delili de şudur ki; Osman, Hz. Rasulullah'ın (s.a.a.) kızları olan Rukiyye ve Ümmü Gülsûm'u hepsi de müşrik veya münafık olan Velîd b. Abdüşems (kızı Fatıma), Şeybe (kızı Remle), Uyeyne bint Hısn el-Fezârî (kızı Ümmü'l-Benin) kızlarını aynı nikah altında bulundurmuş ama Hz. Rasulu Azam hiçbir şey söylememiştir.

Bu rivayetler aynı zamanda Hz. Fâtıma'nın (a.s.) yüce şahsiyetine de kast etmektedir. Hz. Fatıma (a.s.) en ufak bir şeyle dini hususunda sınanıp da dinden dönecek izlenimi verdirip de Hz. Fâtıma'nın (a.s.) Ebûbekir'e biat etmemesine ve Ebûbekir'in bu noktada haklılığına (!!) zemin hazırlamaya yönelik olabilir.

Bu konu hakkında son olarak şunu söyleyebiliriz: Rivayet yukarıda geçtiği şekliyle bir uydurmadır. Rivayetin en hafif şekli Abdurrezzâk'ın el-Musannefinde ve İbn Hacer'in fethü'l-Bâri'sinde geçen şu rivayet belki gerçeğe daha yakındır:

Ali (a) Ebû Cehil'in kızını amcası Hâris b. el-Hişâm'dan evlenmek niyetiyle istişare etmek için Hz. Rasulullah'a (s.a.a.) geldi. Rasulullah (s.a.a): “hasebinden ötürü mü bana soruyorsun?” diye sorunca Ali (a): “onun hasebini biliyorum. Ancak bana bunu emir ediyor musun?” diye karşılık verdi. Rasulullah (s.a.a.): “hayır. Fâtıma benden bir parçadır. Onun üzülmesini ve sızlanmasını istemem” dedi.

Ali: “onu üzecek bir şeyi yapamam” buyurdu.[61]

Gerçi bu rivayet dahi bir takım sıkıntıları içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla biz bu konunun bütünüyle Ali'ye (a.s.) ve Rasûlullah'a (s.a.a.) yönelik bir iftira olduğu kanaatindeyiz.

Ebû Türâp künyesi ve İmam Ali'nin alınganlığı 

İmam Ali'nin (a.s.) faziletlerinin, meziyet ve hususiyetlerinin devre dışı bırakılması ve sümen altı edilmesi gibi çabalar tarih boyunca ta ilk dönemlerden itibaren varolagelmiştir. Bu faziletler ya yergiye dönüştürülecek şekilde nakil edilmiş, ya ters yüz edilmiş veya başkalarına nispet edilmiştir. Ali (a.s.) gibi parlak bir şahsiyetin hakkı bir türlü teslim edilmemiş, sıradan bir Müslümana tayin edilen paye ancak ona tahsis edilmiştir. Halbuki hak ve adalet her hak sahibine hakkını verilmesini ve çekinmeden dile getirilmesini gerektirmektedir. Bu bağlamda Ebû Türâp künyesi de bunlardan birisidir. Ebu Türap künyesi İmam Ali'nin (a.s.) hayatı boyunca en çok sevdiği künyelerdendir. Fakat bu künyenin verilmesine neden olan olayı araştırınca insanın karşısına Ali (a.s.) böyle bir künye ile nasıl iftihar eder diye sormadan edemiyor. Biz bu bölümde Hoca'nın değindiği İmam Ali ile Hz. Fâtıma (a.s.) arasındaki kırgınlığın akabinden verilen bu künyeyi konu edinen rivayeti metin yönünden inceleyecek sonra da bu künyenin neden verildiğine dair sümen altı edilen hakiki rivayeti sunarak çalışmamızı sonlandıracağız.

İmam Ali (a.s.) ile Hz. Fâtıma (a.s.) arasında bir niza vuku bulur. Hz. Fâtıma'ya (a.s.) öfkelenince başına toprak serper. Hz. Rasulullah (s.a.a.) bunu görünce durumu alır ve ona Ebu Türap künyesiyle hitap eder.[62]

Bir başka seferinde de Hz. Ali (a.s.) Hz. Fâtıma'ya (a.s.) öfkelenir, çıkıp mescide gider ve orada uyuya kalır. Hz. Peygamber (s.a.a.) durumu öğrenince onu araştırır ve bulur. Ona bu künye ile hitap eder.[63]

Öncelikle:

İmam Ali'nin (a.s.) kendisinin evliliklerine dair tanıklığı ile bu haber çelişmektedir. İmam Ali (a.s.) sanki kendisi hakkında iftiralara başvurulacağını haber verircesine şöyle buyurmaktadır: “Vallahi Allah onun ruhunu kabz edinceye kadar ne onu öfkelendirdim ne de onu bir şeye zorladım, ne de o beni öfkelendirdi ve bana isyan etti. Ona bakınca bütün tasalarım ve üzüntülerim ortadan kalkardı.[64]

İlk rivayette geçen başına toprak serpme olayına gelince ise akıllı ve hekim bir bireyden sadır olması mümkün olmayan bir davranıştır. Akıllı ve hekim olmyan bir birey ise yargıçlık makamını hak edemez. Halbuki İsrafil Hoca'nın başka bir videosuna verdiğimiz cevapta İmam Ali'nin (a.s.)Yemen'e Hz. Rasûlullah (s.a.a.) tarafından yargıç olarak gönderildiğini ve orada vermiş olduğu hükümlerin bizzat Rasûlullah (s.a.a.) tarafından onaylandığı, bundan dolayı Allah'a şükür ettiği ve hatta “ekdakum Ali/sizin en iyi yargıçlık yapanınız Ali'dir” sözünün meşhur olduğu bilinmektedir.

Ehli Beyt kaynaklı rivayetlerde Hz. Fâtıma'nın (a.s.) da bu evliliğe yönelik tanıklığı vardır. Hz. Fâtıma (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sen bana asla yalan söylemedin ve ihanet etmedin. Ben de seninle muaşeret ettiğimden beri sana asla muhalefet etmedim” Hz. Ali (a.s.) bu konuda onu tasdik etti.[65]

İmam Ali'nin (a.s.) Hz. Peygamber'e (s.a.a.) karşı tavır ve tutumu da buna engeldir. Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.a.) çeşitli konularda ashabı ile istişare ederken ashabı dilediğini söyler ve görüşlerini ortaya koyardı. İmam Ali (a.s.) ise bir mesele hariç Allah ve Rasulünün karşısında asla görüşünü ortaya koymaz, Rasûlullah'ın (s.a.a.) kendisine verdiği emri bahane aramaksızın olduğu gibi yerine getirir ve onun sözünün boşa çıkmaması için elinden geleni yapardı. Bu derece Rasûlullah'a (s.a.a.) sevgi ve saygı ile bağlı olan bir kişi elbette Onun ciğerparesini incitmemek için de aşırı özen gösterir.

Galiba Hz. Rasûlullah'ı (s.a.a.) kızdıran eşlerinin suçunu hafifletmek ve normal ailenin hayatının gerekleri olarak telakki etme anlayışının etkisi ile asırlara ve çağlara örnek bir evlilik olan İmam Ali'nin (a.s) Hz. Fâtıma (a.s.) evliliğini bu seviyeye düşürdüler.

İmam Ali'ye (a.s.) Ebû Turâb künyenin verilmesinin gerçek sebebine gelince Ehl-i Sünnet kaynaklarında kardeşlik olayı anlatılır. Hz. Ali (a.s.), Rasûlullah'ın (s.a.a.) kendisi hiçbir kimse ile kardeş etmediğini görünce üzgün bir şekilde oradan ayrılıp mescide gider ve toprağın üzerinde uyur. Hz. Rasûlullah (s.a.a) gelip İmam Ali'nin (a.s.) sırtındaki tozları silkeler ve ‘kalk ya Ebu Türap' der ve onu kendisi ile kardeş yapar.[66]

Bu bağlamda anlatılan bir diğer olay da şudur: Ammâr b. Yâsir der ki: Zü'l -Uşeyre gazasında Ali b. Ebi Tâlib ile iki yoldaştık. Hz. Râsûlullah (s.a.a.) Zü'l-Uşeyre'de konaklayınca, Müdlic oğullarından bazılarının su ve hurma üzerindeki çalışmalarına baktık. Ali b. Ebî Tâlib bana: ‘Ey Ebû Yakzân! Şu kavmin yanına varıp nasıl çalışıyorlar bir baksak olmaz mı?' dedi. Ben de: ‘Gitmek istiyorsan, gidelim' dedim. Birlikte gittik, onların yanlarına vardık. Yaptıkları işleri bir müddet seyrettik. Sonra, bizi uyku tuttu. Ben ve Ali, gidip küçük bir hurma ağacının altına, yumuşak toprak üzerine uzanınca, uyuyakaldık.

Vallahi, Rasûlullah (s.a.a.) yanımıza gelip ayağıyla kımıldatmadıkça, uyanamadık!

Uyuduğumuz sırada, toza toprağa bulanmışız!

Rasûlullah (s.a.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i tozlara topraklara bulanmış görünce:

‘Sana ne oldu Ebû Turâb?' diye sordu. Sonra da: ‘Size halkın en haydudu, yaramazı olan iki kişiyi haber vereyim, söyleyeyim mi?' buyurdu.

Biz: ‘Evet ey Rasûlullah! Haber ver, söyle!' dedik. Rasûlullah (s.a.a.): ‘Biri, Salih Peygamberin dişi devesini ayaklarını keserek öldüren Semûd kavminin Uhaymir'idir; diğeri de ey Ali, seni şöylece vuracak olandır!' buyurdu ve Ali'nin başının neresine vurulup nereye kadar kana boyanacağını sakalını tutarak işaret etti.[67]

Sonuç

Açıkçası İsrafil Hoca'nın toplum üzerinde bu evliliğe dair bıraktığı olumsuz bir etki olmasaydı bu makaleyi kaleme almayacaktık. Fakat ne yazık ki İsrafil Hoca'nın okuyucu ve dinleyici üzerinde olumsuz bir etki bırakması ve Anadolu coğrafyasında örnek bir evlilik olarak bilinen ve hakikatte de öyle olan bir evliliğe yanlış kriterlere ve değerlendirmelere tabi tutarak sıkıntılı bir evlilikmiş gibi sunmaya çalışma uğraşısı bizi bu çalışmaya itmiştir. Hoca sunduğu bilgilerin tek taraflı olduğuna alternatif bilgilerin de bulunduğuna vurgu yapmaması bir diğer gerekçedir. Halbuki bir bilim adamına yakışan bu konuda farklı bir okumanın olduğunu bunun da kaynaklara dayandığını ancak kendi okumasının doğru bir okuma olduğunu söylemesi ve belirtmesidir. Bir diğer husus çalışmamızı eleştirsek de faydadan yoksun olmadığı ve Türkiye ilim camiasına küçük de olsa bir katkı olacağı kanaatindeyiz. Doğrular Allah'tan yanlış ve eksiklikler ise kendi nefsimizdendir.

Selam, muhabbet ve dua ile...

 

------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kaynakça

Ahmed b Hanbel (h. 241), el-Müsned, Tahkik, tahriç ve talik: Allâme Şu‘ayb el-Arnavut ve ‘Adil Mürşid, Müessesetü'r-risâle,

                        Müsned, Dârü Sâdır, Beyrut      

Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Sahîhü'l-Câmii's-Sağîr, Basıma hazırlayan: Züheyr Şâvîş, el-Mektebü'l-İslamî, 3. baskı 1988, Beyrut ve Dımaşk

           Sahîhü Süneni't-Tirmizî, 1. Baskı, 2000, Riyâd

           Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha ve şeyun min fikhıha ve fevâidiha, 1. Baskı, 1416 Riyâd

 

Buhârî (h. 256), Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâ‘il, Sâhih, Dârü İbn Kesîr, 1. Baskı, Beyrut/Dımaşk, 1423

Müslim (h. 261) Ebü'l-Hasan Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî, Sahîh, thk: Râid Sabrî b. Ebû Alafe, Dârü'l-Hidâre, 2. Baskı, 1435 Riyad

ed-Devlâbî (h. 310), Ebû Bişr Muhammed b. Ahmed b. hammâd, ez-Zürriyetü't-Tâhiretü'n-Nebeviyye, 1. Baskı, 1407,    kuveyt

Ebû Ca‘fer et-Taberî (h. 310) Câmiü'l-Beyân An Te'vîli Ayi'l-Kur'an, Tahkik Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türkî, Dârü Alemi'l-Kütüb,  1. Basım, 1424.

             Târîhü'l-Ümem ve'l-Mulûk, Thk: Muhammed Ebü'l-Fazl İbrâhîm, 2. Baskı, Dârü'l-Me‘ârif, Mısır caduk

Hâkim en-Nîsâbûrî (h. 405), Ebû Abdullah, Fadâilü Fâtımeti'z-Zehra, thk: ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza, 1. Baskı, 1429, Kâhire

             El-Müstedrek Âla's-Sahîhayn ve bi zeylihi Talhis li'z-zehebî, Dârü'l-Mâ‘rife, Beyrut

              El-Müstedrek Âla's-Sahîhayn, thk: Mustafa Abdülkadîr Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut-2002

el-Askalânî (h. 852), Şihâbüddîn İbn Hacer, Fethü'l-Bârî Şerhu Sahîhi'l-Buhârî,  Dârü'l-Mârife, 2. Baskı, Beyrut

             Fethü'l-Bârî, thk: Abdülazîz b. Abdullah b. Baz, Mektebetü's-Selefiyye

             El-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1415

             Tehzîbü't-Tehzîb, 1. Baskı, Dârü'l-Fikir, 1984, Beyrut

Nesâî (h.303), Ebû Abdurrahmân Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Bahr, Sünen, 1. Baskı, Dârü'l-Fikir, 1930- Beyrut  

                     Hasâisü Emîri'l-Müminîn, thk, tashih: Muhammed Hâdî el-Emînî

                    Hasâisü Emîri'l-Müminîn, thk: Ahmed Mîrîn el-Belûşî, 1. Baskı Kuveyt- 1986

İbn Abdülberr (h. 463), el-İstî‘ab fî Ma‘rifeti'l-Ashâb, thk: Ali Muhammed el-Becâvî, 1 baskı, 1412

Kurtubî (h. 671) Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebûbekir, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, 1. Baskı, Müessesetü'r-Risâle, 2006 Beyrut.

Süheylî, er-Ravdü'l-Unf, Müessesetü'n-Nebi'l-Fikri'l-Arabî, Mısır, 1391

Vâkidî, Muhammed b. Ömer, el-Meğâzî, 3. Baskı, 1984

İbn Ebi'l-Hâdîd(656 , Şerhü Nehci'l-Belâğa, thk: Muhammed Ebü'l-fadl İbrahim, Darü İhyâi'l-Kütübi'l-Arabiyye, 1. Baskı, 1959

El-Halebî (h. 1044), Ali b. Burhânüddîn, es-Sîretü'l-Halebiyye (İnsânü'l-Uyûn fî Siretü'l-Emin ve'l-memûn), Dârü'l-Ma‘rife, Beyrut, 1400

İbnü'l-Esîr, İzzüddîn Ebü'l-Hasan Ali b. Ebü'l-Kerem Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerîm, el-Kâmîl fi't-Târîh, Dârü Sadır, 1965, Beyrut

                  el-Kâmîl fi't-Târîh, thk: Ebü'l-Fida Abdullah el-Kadı, Darü'l-Kütübü'l-İlmiyye 1987, Beyrut    

                 Üsdü'l-Gâbe fî Ma‘rifetî's-Sahâbe, İntişârâti İsmâiliyan, Tahran

               En-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs, thk: Tahir Ahmed ez-Zavi ve Mahmud Muhammed et-Tanaci, 4. Baskı, Müessesetü İsmailiyan, hicri şemsi: 1364, İran

                

Tüsterî, Muhammed Takî Tüsterî, Kâmûsu'r-Ricâl, Müessesetü'n-neşri'l-İslâmî, Kum- 1410

İbn Sa‘d (h. 230), Tabakâtü'l-Kübrâ, Dârü Sâdır, Beyrut, 1388

Heysemî (h. 807), Nureddîn Ali b. Ebûbekir, Mecmeü'z-Zevâid ve Menbe‘ü'l-Fevâid, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1408- Beyrut.

Suyûtî (h. 911), Celadüddîn Abdurrahmân b. Ebû Bekir, ed-Dürrü'l-Mensûr fi't-Tefsîri bi'l-Me'sûr, Dârü'l-Fikir, Beyrut, 1377

                    ed-Dürrü'l-Mensûr fi't-Tefsîri bi'l-Me'sûr, Thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, 1. Baskı, Kahire 2003  

                      Leâli'l-Masnû‘a fi'l-Ehâdîsi'l-Mavzû‘a, Dârü'l-Marife, Beyrut, 1395

              Târîhü'l-Hulefâ, Matbû‘âtu Vizâreti'l-Evkâf, 2. Baskı, Katar, 2013

El-Ukaylî, Ebû Cafer Muhammed b. Ömer, ed-Du‘afâü'l-kebîr, Thk: Dr. Abdülmutî Emîn Kalaci, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1404- Beyrut

San‘anî (h. 211), Ebû bekir Abdurrezzak b. Hemmâm, el-Musannef, thk: Habîbürrahmân el-Azamî, 1. Baskı, Beyrut-1390

Meclisî (h. 1111), Muhammed Bâkır, Bihârü'l-Envâri'l-Câmi‘a li Düreri Ahbâri'l-Eimme, Müessesetü'l-Vefâ, Beyrut, 1983

İbn Kesîr (h. 774), İmâdüddîn Ebü'l-Fidâ İsmâil b. Ömer b. Kesîr el-Kureşî ed-Dımaşkî, el-Bidâyetü ve'n-Nihâyetü, thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, 1. Baskı, Dârü Hicr, 1417

               El-Bidâyetü ve'n-Nihâye, thk: Ali Şiri, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabi, 1988- Beyrut

                Es-Sîretü'n-Nebeviyye, Thk: Mustafa Abdülvahid, Dârü'l-Marife, Beyrut 1976

El-Emînî, Şeyh Abdülhüseyin Ahmed el-Emînî en-Necefî, el-Gadîr fi'l-Kitâbi ve's-Sünneti ve'l-Edeb, Dârü'l-Kütübi'l-Arabî, Beyrut, 1967

İbn Hibbân (h. 354), Muhammed b. Hibbân b. Ahmed Ebû Hâtem et-Temîmî el-Büstî, es-Sikât, 1. Baskı, Haydarabâd, 1973

Küleyni (h. 328), Sikatü'l-İslâm Ebû Cafer Muhammed b. Ya‘kûb b. İshâk el-Küleynî er-Râzî, el-Furuu‘ mine'l-Kâfî, tashih ve talik: Ali Ekber el-Gıffârî, Dârü'l-Kütübi'l-İslâmiyye, 5. Baskı, 1363 hicrî şemsi, Tahran

İbn Manzûr (711) Ebü'l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem el-İfrîkî el-Mısrî, Lisânü'l-Arab, Kum, 1405

Ez-Zebîdî, Muhibbüddîn Ebû Feyz Seyyid Muhammed Murtaza el-Hüseynî el-Vasıtî, Tâcü'l-Arûs, Thk: Ali Şiri, Dârü'l-Fikir, 1414 beyrut.

Şevkânî (h. 1250), Muhammed Ali, Fethü'l-Kadîr el-Câmi beyne fenniyyi'r-Rivâyeti ve'd-Dirâyet min İlmi't-Tefsîr, Alemü'l-Kütüb

Muhammed b. Ebû Bekir el-Eşher el-Yemenî, Şerhü Behceti'l-Mehâfil, Neşrü Mektebeti'l-İlmiyye, Medinetü'l-Münevvere

Ebheşî, Şihâbüddîn Ahmed, el-müstatref min külli fennin müstazraf, el-Matbaatü'l-Usmâniyye, Mısır, 1304

Beyhakî (h. 458), Ebû Bekir Ahmed b. el-Hüseyin b. Ali, es-Sünenü'l-Kübrâ, Dârü'l-Fikir

          Ma‘rifetü's-Süneni ve'l-Âsâr, Tahkik: Seyyid Kesrevî Hasan, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut,

 

İbn Asâkir (h. 571), Ebü'l-Kâsım Ali b. el-Hasan b. Hibetullah b. Abdullah Târihu Medîneti Dımaşk ve Zikru Fadliha ve Tesmiyetu men hallaha mine'l-Emâsil ev ictâze bi nevâhîha min vâridîha ve ehluha, thk: Ali Şiri, Dârü'l-Fikir, 1995, Beyrut

Erbilî (h. 693), Ebü'l-hasan  Ali b. İsa b. Ebü'l-Feth, Keşfü'l-Gumme fî Ma‘rifeti'l-Eimme, Matbaatü'l-İlmiyye, 1381, Kum

El-Hindî (h. 975), Alaüddîn Ali el-Muttakî Hüsâmüddîn, Kenzü'l-Ummâl fî Süneni'l-Akvâl ve'l-Ef‘âl, Haydarabad, 1381

El-Bağdâdî (h 463), Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Hatîb, Târîhu Bağdâd ev Medîneti's-Selâm, Dirâse ve thk: Mustafa Abdülkadi Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrut 1417

Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ b. Câbir, Ensâbü'l-Eşrâf, tahkik ve talik: Şeyh Muhammed Bakır el-Mahmûdî, Müessesetü'l-Alemî, 1. Baskı, Beyrut, 1974

Kadı Ebû Hanife (h. 363), Numan b. Muhammed et-Temîmî el-Mağribî, Şerhü'l-Ahbâr fî Fadâili'l-Eimmeti'l-Ethâr, thk: Muhammed Hüseynî el-Celâlî, Müessesetü'n-Neşri'l-İslâmî, Kum, 1414

Taberânî (h. 360), Ebü'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, el-Mu‘cemü'l-Kebîr, tahkik ve tahriç: Hamdî Abdümecîd es-Selefî, 2. Baskı, mektebetü İbn Teymiyye Kahire

Zehebî (h. 748) Şemsüddîn Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Osmân, Târîhü'l-İslâm, Ömer Abdüsselâm Tedmürî, 1987

       Siyerü A‘lâmi'n-Nübelâ, Takdim ve tahkik. Şuayb el-Arnavut, Hüseyin Esed, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut, 1993

İbn Ebî Şeybe (h. 235) Abdullah b. Muhammed b. Ebû Şeybe İbrâhîm b. Osmân, Musannefu İbn Ebî Şeybe fi'l-Ehâdîsi ve'l-Âsâr, Thk: Said Lahhâm, Dârü'l-Fikir, 1. Baskı, 1989

İbn Ebû Âsım (h. 287) El-Âhâd ve'l-Mesânî, Dârü'd-Dirâye, thk: Doktor Basım Faysal Ahmed Cevâbire, Suudi Arabistan, 1991

Hârezmî (h. 568) Muvaffak b. Ahmed b. Muhammed el-Mekkî, Menâkıb, Müessesetü'n-Neşri'l-İslâmî, Kum, 1411

Zerendî (h. 750),  Cemalüddin Muhammed b. Yûsuf b. el-Hasan b. Muhammed, Nazmu Düreri's-Sımtayn fi Fadâili'l-Mustafa ve'l-Murtaza ve'l-Betûl ve's-Sıbtayn, 1. Baskı, 1958

El-Mızzî (h. 742), Cemâlüddîn Ebü'l-Haccâc Yûsuf, Tehzîbü'l-Kemâl fî Esmâi'r-Ricâl, tahkik, zabt ve talik: Beşşâr Avvâd Maruf, 1. Baskı, Müessesetü'r-Risâle, 1992- Beyrut

Şîrvânî Haydar Ali b. Muhammed, ma revethu'l-ammetu min menâkıbı Ehli'l-Beyt, tahkik: Muhammed el-hassûn, Menşuratü'l-İslamiyye, 1414

Muhsin Emîn (h. 1371),  A‘yânü'ş-Şîa, tahkik: Hasan Emin, Dârü't-Teârüf, Beyrut

İbrâhîm Enis ve arkadaşları, Mucemü'l-Vesît, Mecmeü'l-Luğati'l-Arabiyya, 2004

Es-Safedî (h. 764), Salahüddîn b. Halîl Aybek, el-Vâfî bi'l-Vefiyyât, thk: Ahmed el-Arnavut- Türkî Mustafa, Dârü İhyai't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut 2000

Yâ‘kûbî (h. 284), Ahmed b. Ebû Ya‘kûb b. Ca‘fer b. Vehb b. Vâdıh, Târîhü'l-Yakûbî, Dâr-u Sadır, Beyrut

İbn Hişâm (h. 218), Ebû Muhammed Abdülmelk b. Hişâm b. Eyyûb, Sîretü'n-Nebiyy, Thk ve talik: Muhammed Muhyeddîn Abdülhamîd, Mısır, 1963

El-Aynî (h. 855), Bedrüddîn, Umdetü'l-Kârî, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabiy

Kummî (h. 1359), Hac Şeyh Abbâs, Beytü'l-Ahzân fî Zikri Ahvâlâti Seyyideti Nisâi'l-Alemîn Fâtimeti'z-Zehrâ, Dârü'l-Hikmet, 1412

Ebû Yala (h. 307), İsmail b. Muhammed b. el-Fazl et-Temîmî, Müsned, Tahkk ve tahriç: Hüseyin Selim Esed, Dârü'l-Me'mun, Dımaşk,

Halîfe b. Hayyât (h. 240), Tarih, Tahkik: Doktor Süheyl Zekkâr, Dârü'l-Fikir, 1993

İbn Habîb (h. 2459, Kitâbü'l-Muhabber, 1361

 



[1] Ahmed b Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 409, hadis no: 2668 ve c. 5, s. 77, 2901 Tahkik: Allâme Şu‘ayb el-Arnavut ve Adil Mürşid

Müsned'de bu metin iki defa geçer ve her iki isnad zinciri için de eserin tahkikini yapan Şu‘ayb el Arnâvût ve ekibi sahih hadis kaydını düşer. 

[2] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Sahîhü'l-Câmii's-Sağîr, c. 1, s. 628, hadis no: 3143. Hadis no: 3328 Basıma hazırlayan: Züheyr Şâvîş, el-Mektebü'l-İslamî.

[3] Ebû Ca‘fer et-Taberî (h. 310) Câmiü'l-Beyân An Te'vîli Ayi'l-Kur'an, c.5, s.395 Tahkik: Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türkî, Dârü ‘Alemi'l-Kütüb,  1. Basım, 1424.

[4] Albânî, Muhammed Nâsırüddin, Sahîhü Süneni't-Tirmizî, c. 3, s. 573, hds no: 3878

[5] Buhârî, Sahih, s. 1569 kitâbü'l- isti'zân, bab no: 43 hds no: 6285-6286

[6] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahâha, c. 6, s. 1085, hds no: 2948

[7] Hafız ed-Devlâbî, ez-Zürriyetü't-Tâhiretü'n-Nebeviyye, s. 101-2, hds no: 188

[8] Age, agy.

[9] Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ, s. 42

[10] Sahîhü'l-Buhârî, s. 844, Kitâbü Ehâdîsi'l-Enbiyâ, bab no: 32, hds no: 3411,

[11] Ebû Cafer et-Taberi (h. 310) Camiü'l-Beyan An Te'vili Âyi'l-Kur'an, c.5, s.395 Tahkik Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türki, Dârü Alemi'l-Kütüb,  1. Basım, 1424.

[12] Kurtubi, el-cami li Ahkami'l-Kuran, c. 5, s. 126 Thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türki, Müessesetü'r-Risale

[13] Müstedrek, c. 4, s. 47 (ayrıca diğer baskı için bkz: c. 4, s. 51, Kitâbu Marifeti's-Sahâbe, hds no: 6852

[14] Müsned, c. 3, s. 270 ve 229 Târihü'l-Evsat'tan naklen; Müsned (tahkikli baskı), c. 24, s.  92 ve 341, hds no: 13398 ve 13853 (Muhakkıkın notu: her iki hadis için de Müslim'in şartına göre sahih olduğu notunu düşer ancak isimlendirmede bir yanılgı olduğunu ve bunun Rukiyye değil Ümm-ü Gülsûm olduğunu belirtir.

Her halükarda Osmân, Hz. Rasûlullah'ın nazenin kızlarından birisine karşı bir cürüm işlemiştir.)

[15] Fethü'l-Bârî, c. 3, s. 127, thkli baskı, c. 3, s. 156,

[16] Buhârî, Sahîh, s. 311, Kitâbü'l-Cenâîz, bab no: 32, hds no: 1285

[17] El-İstîab, c. 4, s. 1841

[18] Vâkıdî, Meğâzî, c. 1, s. 333; Şerhü Nehci'l-Belâğa, c. 15, s. 46-47; es-Sîretü'l-Halebiyye, c. 2, s. 261; İbnü'l-Esîr, el-Kâmîl fi't-Târîh c. 2, s. 165 (diğer baskı c, 2, s. 58); Kâmusu'r-Ricâl, c. 10, s. 407-408;

[19] Müstedrek, c. 2, s. 167  168

[20] Sünen, c. 6, s. 62; Hasâis, s. 114 ( Kuveyt Mektebetü'l-Mualla baskısı, s. 136-137, hds no: 123. Bu baskıda muhakkık hadisin isnadının sahih olduğunu belirtir.)

[21] Şimdilik bu makalenin hacmini aştığından bu mübarek evliliğin semeresi olan ehli beyt imamlarının nasıl hüccet oldukları konusuna girmek istemiyoruz. Sadece hem Hoca için hem de okuyucu içi bir adres göstermekle yetineceğiz. Batılı bilim adamlarının imam sadık'ın (a) pozitif bilimler alanında (sadece tek bir alan değil, fizik, kimya, coğrafya, kozmoloji, tıp, ahlak alanlarında) çağının çok çok ötesinde olup modern dünyanın yeni yeni keşfettiği bilgilerini içeren elimamü'ssadık kemâ arafehu ulemaü'lğarb adlı eserini incelemeye davet ediyoruz. Bu eseri okuyucular ve Hoca titiz ve insaflı bir şekilde inceleyecek olursa hayretler içerisinde kalacağını ümit ediyoruz.

[22] İbn sa‘d, Tabakât, c. 8, s. 19-20; Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 204 (Bezzâr'dan naklen); el-İsâbe, c 1, s. 374 (Taberânî'den naklen). ancak İbn Hacer burada ilmî emanete uygun davranmaz. Taberânî'nin rivayet ettiği senede sahip hadisi naklettiği ve aynı hadisi naklettiği halde son cümle olan leste bi deccalin cümlesini aktarmaz.  

[23] Ed-Du‘afâü'l-Kebîr, c. 4, s. 165; el-Leâli'l-Masnû‘a, c. 1, s. 365

[24] Siretü'l-halebiyye, c. 2, s. 206; Müstedrek (el-Hâkim), c. 3, s. 129; Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 112;

[25] Abdurrezzak, el-Musannef, c. 5, s. 490 hds no: 9783 (muhakkık: hadis mürseldir.)

[26] Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 133

[27] Bkz: Şerh Nehci'l-Belâğa, c. 13, s. 226-227

[28] Buhârî, Kitâbü'l-Humus, bab no: 1, hds no: 3091; kitâbü'l-Meğâzî, bab no: 12, hds no: 4003; kitabü'l-Müsâkât, bab no: 13, hds no 2375; Sahîhü Müslim, Kitâbü'l-Eşribe, bab no: 1, hds no: 1979; Müsnedü Ahmed, c. 1, s. 142; el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 5, s. 306; Siretü'l-Halebiyye, c. 2, s. 161

[29] El-Gadîr, c. 7, s. 110, Suyutî, Evâil'inden naklen, s. 90; Bihârü'l-Envâr, c. 2, s. 127

[30] Mecmeü'z-Zevâid, c. 5, s. 53; Bihârü'l-Envâr, c. 2, s. 127. (Bezzâr ve Taberânî'den naklen. Gerçi Heysemî'nin kendisinin hadisin isnad zincirinin yalancılıkla suçlanan Amr b. Vâkıd'dan dolayı zayıf olduğunu belirtir)

[31] Mecmeü'z-Zevâid, c. 5, s. 53

[32] İbn Hibbân, es-Sikât, c. 1, s. 69

[33] El-Furuu‘ mine'l-kâfî, c. 6, s. 395

[34] Age, c. 6, s. 406

[35] Lisanü'l-‘arab, c. 12, s. 6; Tâcu'l-‘Arûs, c. 16, s. 6; Fethü'l-Kadîr, c. 2, s. 201. Kurtubî ve Tabersî'nin ilgli ayetin tefsirine bakılabilir.

[36] Siretü'l-Halebiyye, c. 1, s. 4 ve 113; Esne'l-Metâlib, s. 58

Adbülmuttalib içinأي وكان ممن حرم الخمر على نفسه في الجاهلية وكان مجاب الدعوة، وكان يقال له الفياض لجوده، “O Câhiliyye döneminde dahi kendi kendisine içkiyi haram kılanlardan, duası müstecap idi. Ona cömertliğinden ötürü Feyyaz denilirdir.”

Ebu Tâlib için ise: “أي وكان أبو طالب ممن حرم الخمر على نفسه في الجاهلية كأبيه عبد المطلب كما تقدم، واسمه على الصحيح عبد مناف” O da babası gibi O Câhiliyye döneminde dahi kendi kendisine içkiyi haram kılanlardandır. Sahih görüşe göre ismi Abdu menâf idi.

[37] Üsdü'l-Gâbe, c. 3, s. 113; Şerhu Behceti'l-Mehâfil, c. 1, s. 279;

[38] Vâkıdî, Meğâzî, c. 1, s. 211

[39] Gadîr, c. 6, s. 251 (Zamahşerî'nin Rebîü'l-Ebrâr'ından naklen; el-Mustatref, c. 2, s. 220

[40] Müsned, c. 1, s. 53; Sünenü'n-Neseî, c. 8, s. 287; Beyhakî, Sünen, c. 8, s. 285; Hâkim, el-Müstedrek, c. 2, s. 278; el-Câmi li Ahkami'l-Kuran, c. 8, s. 157; Fethü'l-Bârî, c. 8, s. 225; ed-Dürrü'l-Mensûr, c. 1, s. 252 vd. 

[41] Târîhu Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 19, 20, 21, 22, 25, 571; Keşfü'l-Gumme, c. 1, s. 148; Tabakâtü'l-Kübrâ, c. 3, s. 25 ve 27; Tarîhü Bağdâd, c. 9, s. 467; Tarihü'l-Ümem ve'l-Mulûk, c. 5, s. 153; Üsdü'l-Gâbe, c. 4, s. 39; Belâzurî, Ensabü'l-Eşrâf, s. 116, 142; Şerhü'l-Ahbâr, c. 2, s. 427; el-Kâmil fi't-Târîh, c. 3, s 496; Mu‘cemü'l-Kebîr, c. 1, s. 94, 95; Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 100 102; Kenzü'l-Ummâl, c. 5, s. 774; Zehebî, Târîhü'l-İslam, c. 3, s. 623

[42] Târîhü Medineti Dımaşk, c. 42, s. 20, 21, 22; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 6, s. 56; el-âhâd ve'l-mesânî, c. 1, s. 137 138; İbn Abdülberr, Temhîd, c. 21, s. 84; Tabakâtü'l-kübrâ, c. 3, s. 25; Belazurî, Ensâbü'l-Eşraf, s. 116; Hârezmî, el-Menâkıb, s. 45

[43] Bihârü'l-Envâr c. 35, s. 2; c. 42, s. 220; Nazmu Düreri's-Sımtayn, s. 81; Üsdü'l-Gâbe, c. 4, s. 39; Tabakâtü'l-kübrâ, c. 3, s. 27; Tarîhü Medineti Dımaşk, c. 42, s. 24 ve 25; el-İsti‘âb, c. 3, s. 1110; Tarîhü'l-Ümem ve'l-Mulûk, c. 5, s. 153.

[44] El-Mizzî, Tehzîbü'l-Kemâl, c. 20, s. 489; Zehâirü'l-Ukbâ, s. 57; Şirvanî, Menâkıbu ehli'l-beyt, s. 32; el-İstî‘âb, c. 3, s. 1123;  A‘yânü'ş-Şîa, c. 1, s. 327

[45] Tarîhu Medineti Dımaşk, c 42, s. 21; Fesevî, el-Ma‘rifetu ve't-Târîh, c. 2, s. 621; Zehebî, Tarîhü'l-İslam, c. 3, s. 624

[46] Ahmed b. hanbel, Fazâilü Emîri'l-Mü'minîn Ali b. Ebî Tâlib, s. 90; Tarîhu Medinet-i Dımaşk, c. 42, s. 25

[47] Mucemü'l-Vesît, s. 1046; Lisânü'l-Arâb, c. 5, s. 288; Tâcü'l-Ârûs, c. 7, s. 595

[48] Tarîhu Medinet-i Dımaşk, c. 42, s. 21 ve 22; c. 46, s. 215; Mucemü'l-Kebîr, c. 1, s. 94; Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 100; Beyhakî, Marifetü's-Sünen ve'l-Âsâr, c. 2, s. 475; Tabakâtü'l-Kübrâ, c. 3, s. 26 ve c. 6, s. 314; Tarîhu Bağdâd, c. 13, s. 236; Siyer-u ‘lami'n-Nübelâ, c. 5, s. 396, Belâzurî, Ensabü'l-Eşrâf, s. 116

[49] Eclah için bkz: Mucemü'l-vesît, s. 128; Lisânü'l-Arâb, c. 2, s. 424 ve c. 13, s. 485; en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadis, c. 1, s. 284

[50] Bkz: İbn Ebî Şeybe, Musannef, c. 5, s. 56; Tabakâtü'l-Kübrâ, c. 3, s. 25; Ensâbü'l-Eşrâf, s. 116; Târîhu Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 11

[51] Mecmeü'z-Zevâid, c 9, s. 10; Âhâd ve'l-Mesânî, c. 1, s.138; Taberânî, Mucemü'l-Kebîr, c. 1, s. 84; Beyhakî, Ma‘rifetü's-Sünen ve'l-Âsâr, c. 2, s. 475; İbn Sa‘d, Tabakâtü'l-Kübrâ, c. 3, s. 26; c. 3, s. 254 ve 314; Siyer-u A‘lâmi'n-Nübela, c. 5, s. 396; tarîhu Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 21, 22 ve 215

[52] Tarîhu Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 20; Mucemü'l-Kebîr, c. 1, s. 94; Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 101; Tabakâtü'l-Kübrâ, c. 3, s. 25; el-Âhâd ve'l-Mesânî,c . 1, s. 137

[53] Üsdü'l-Gâbe, c. 4, s. 78; Tehzîbü'l-Kemâl, c. 21, s. 323; Târîhü'l-Hamîs, c. 2, s. 240; Târîhü'l-Hulefâ, s. 236; Tarîhü'l-Ümem ve'l-Mülûk, c. 4, s. 196; İbn Ebî Şeybe, Musannef, c. 4, s. 302; Mucemü'l-Kebîr, c. 1,s. 65; Kenzü'l-Ummâl, c. 5, s. 196; Siyerü ‘lâmi'n-Nübelâ, c. 4, s. 468, Zehebî, Tarîhü'l-İslâm, c. 4, s.67

[54] Tarîhü'l-Hamîs, c. 2, s. 240; Suyûtî, Târîhü'l-Hulefâ, s. 236; Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 61; Mucemü'l-Kebîr, c. 1, s. 66; Kenzü'l-Ummâl, c. 5, s. 196; Üsdü'l-Gâbe, c. 4, s. 78; Tehzîbü'l-Kemâl, c. 2, s. 174; c. 21, s. 323; İsâbe, c. 4, s. 484; Tarîhü'l-Ya‘kûbî, c. 2, s. 161; Tarîhü'l-Ümem ve'l-Mulûk, c. 3, s. 268; el-Vâfî bi'l-Vefiyyât, c. 22, s. 284

[55] Bu rivayetler için bkz: Sahîhü Müslim, Kitâbu Fazâili's-Sahâbe, fazâili fatimete binti'n-nebiy, bab no: 15, hds no: 2449; Buhârî, Kitâbü'n-Nikâh, bab no: 109, hds no: 5230;

[56] Siyeru A‘lâmi'n-Nübelâ, c. 3, s. 391; Tehzîbü't-'Tehzîb, c. 10, s. 137

[57] Tehzibü't-Tehzîb, c. 10, s. 137

[58] Harezmî, Menâkıb, s. 353-354; Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 134

[59] Kenzü'l-Ummâl, c. 13, s. 454, hds no: 37177; Dürrü'l-Mensûr, c. 10, s. 248-249 (Kahire baskısı) taha 115. Ayetin tefsiri; Şerhu Nehci'l-Belâğa, c. 12, s. 51

[60] Ayete sadece siyak sibak açısından yaklaşımla ilgili kısa çalışmamız için bkz:  http://intizar.web.tr/inanc-ve-dusunce/haber/10044/ahzab-s%C3%BBresinin-33-ayetine-iliskin-kisa-degerlendirmeler

[61] Abdurrezzâk, musannef, c. 7, s. 301; Fethü'l-Bârî, c. 9, s. 286.

[62] Siretü'l-Halebiyye, c. 2, s. 127; Ensâbü'l-Eşrâf, s. 90; Fethü'l-Bârî, c. 10, s. 485-486; İbn Hişâm, Sîretü'n-Nebeviyye, c. 2, s. 434; Umdetü'l-Kârî, c. 16, s. 214

[63] El-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 7, s. 119; Buhârî Kitâbü'l-Edeb, bab no: 113, hadis no: 6204 Edebü'l-Müfred, s. 183; Mucemü'l-Kebîr, c. 6, s. 149; el-Câmi li Ahkâmi'l-Kurân, c. 21, s. 316; siretü'l-Halebiyye, c. 2, s. 351; ibn hişam, Siretü'n-nebeviyye, c. 2, s. 237; İbn Kesîr, siretü'n-Nebeviyye, c. 2, s. 363; Ensâbü'l-Eşraf, c. 2, s. 90 vd.

[64] Harezmî, Menâkıb, s. 353-354; Bihâr, c. 43, s. 134

[65] Ayanüşşia, c. 1, s. 321; Beytü'l-Ahzân, s. 176; Bihârü'l-Envâr, c. 43, s. 191

[66] Tarîhu Medîneti Dımaşk, c. 42, s. 18 ve c. 55; Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 111 ve 121; Fethü'l-Bârî, c. 7, s. 58; Müsnedü Ebî Ya‘la, c. 1, s. 402; kenzu'l-Ummâl, c. 13, s. 159.

[67] Zü'l-Uşeyre gazası için bkz: Tarihü'l-Hamîs, c. 1, s. 463; Siretü'l-Halebiyye, c. 2, s. 126; Siretü'n-Nebeviyye, c. 2, s. 249; Halife b. Hayyât, Tarîh, s. 30; ibn Habîb, Kitâbü'l-Muhabber, s. 110; Tarihü'l-Yakûbî, c. 2, s. 66; Tarihü'l-Ümem ve'l-Mülûk, c. 2, s. 406; el-Kâmil fi't-Tarîh, c. 2, s. 112; el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 3, s. 302 (Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî baskı); İbn Kesir, es-Siretü'n-Nebeviyye, c. 2, s. 362