İslâmî fetihlerin meşruiyet sorunu
993236-383345575.jpg
Daha doğru bir ifadeyle cevabını aradığımız soru şu: İslam'da acaba bir ordunun İslam ülkesinden harekete geçip başka bir diyarı ele geçirmek ve orasını İslam Devletinin sınırları dahiline katmak var mıdır? Böyle bir şey yapılmışsa ki yapılmış İslam Dininin bu noktadaki hükmü nedir?

Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)

Sorunların doğruluk ve yanlışlığını tartışmada sıkıntı yaşayan bir toplumuz galiba. Ortaya atılan bir konunun kim(ler)in savunduğuna bakarak soruna karşı tavır ortaya koymakta ve konu çerçevesinde İslamî kıstaslar ve aklî muhakemeler ışığında sorunun doğru ve tutarlı cevabı nedir şeklinde bir yaklaşıma sahip olmaktan uzağız. O sorunun Kurânî ve nebevî nasslar (Şiî mektebine mensup olanlar için İmamî nasslar) çerçevesindeki doğruluk ve yanlışlığını ortaya koymak biraz cesaret isteyen bir hal almış durumunda.

Örneğin üniter veya federatif, laik veya şerî devlet yapılarının doğruluğu ve yanlışlığı, getirileri ve götürüleri hangisinin içinde yaşadığımız coğrafya ve bu coğrafyadaki insanlar için daha güzel ve daha doğru olduğu şeklinde sorulara henüz mantıkî ve aklî muhakemeler ve deliller çerçevesinde cevap verilmiş değildir. Herkes hangi mahalleden ise karşı tarafın ne savunduğuna bakıp onun savunduğunun zıddı üzerinden doğruyu tespite gitmeye çalışıyor.

Bu türden konular çoğaltılabilir, Osmanlıların iyi mi kötü mü olduğu, yaptıklarının ne derece doğru ve yanlış olduğu, Mustafa Kemal'in eylemlerinin doğruluğu yanlışlığı, Dört Halife Dönemindeki fiillerin doğruluğu yanlışlığı, Emevîlerin ve Abbâsîlerin eylemleri, Selçuklular, Haşhaşiler, Batınîler vb yığınlarca konu. Aynı tablo siyaset sahasında daha net ve belirgin. siyaset sahasında AKP, CHP, MHP ve HDP'nin fiillerinin doğruluk ve yanlışlığı fiilin kendisine değil savunandan hareketle ortaya konan tepkiler vb. Dolayısıyla bütün bu konularda bir türlü yapılamayan ve belki de toplumun birkaç adım gelişmesine ve aydınlanma toplumuna adım atılmasına vesile olacak sağlıklı ve tutarlı değerlendirmeler belirttiğim gerekçeden ötürü hep akîm hem nakıs kalmakta. İşte bu bağlamda ele alacağımız konu da bu türden.

İslamî Fetihlerin meşruiyet zemini, bir başka deyişle doğruluk ve yanlışlığı, ne kadarın doğru olup ne kadarın yanlış olduğu. Defalarca belirttiğimiz üzere bu bizim kişisel okumalarımız.

Halbuki bu noktada ölçüt belli. Kur'anî nasslar, nebevî uygulamalar ve pratikler, aklî burhan ve muhakemeler. Bunlar sorunu çözmeye ve sorumuza doğru cevap vermeye yarar vasıtalardır. Fetihler doğru ise çok rahat bir şekilde sevmesek dahi doğru diyebilmeliyiz, fetihler yanlışsa sevsek dahi çok rahat bir şekilde bu yanlıştır diyebilmeliyiz. Karşıt taraf bunu savunuyor öyle ise ben de onların durduğu yerde duramam, onların güzel dediğine güzel doğru dediğine doğru diyemem anlayışı ve tutumu sağlıklı olmadığı gibi artık toplumun gelişmesinin önünde de büyük bir engeldir. Bu çabanın ve böyle bir bakış açısının toplumun bütün kesimlerine yerleşmesi kanaatinde olduğumu belirtmek isterim.

Fetihler

1-      Öncelikle İslam Dininin doğu da ve batıda makes bulmasında fetihler önemli bir rol oynamıştır. Bu bir vakıa ve bu vakıanın inkarı da pek kabil görünmüyor. Yayılan İslam Allah'ın razı olduğu ‘Öz Muhammedî İslam' mı yoksa tahrife uğramış bir İslam mı olduğu ayrı bir tartışma konusu. Ancak biz bu konuyu ilmî ve mantıkî yönden tartışmak istiyoruz.

2-      Tarihî kaynaklarda ve diğer eserlerde geçen “İslâmî Fetihler” kavramı ile biz “Hz. Peygamber'in (s.a.a.) vefatından sonra meydana gelen dış düşmanla ilgili savaşları” kasd etmekteyiz. Dolayısıyla “Hz. Rasulullah'ın vefatından sonra” demekle biz Rasûl-u Azam (s.a.a.) döneminde yapılan savaşları konumuzun dışında tuttuk. “Dış düşman” demekle de Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s.) yaptığı Cemel, Nehrevân ve Sıffîn Savaşları gibi savaşları ve Birinci Halife Ebû Bekir'in irtidat edenlerle yaptığı riddet savaşları şeklindeki içsel mücadeleleri de konumuzun dışında tuttuk. Bunlar ayrı birer çalışma ürünü olup ayrı bir çalışmada ele alınıp değerlendirilmesi gerekiyor. Bilindiği üzere Hz. Rasûlullah'ın kendi döneminde yaptığı savaşlara gaza/gazve ve seriyye denilmektedir.

3-      Konumuzu somutlaştıracak ve adını koyacak olursak Halifeler, Emevîler ve Abbâsîler döneminde gerçekleştirilen fetihlerin İslamî açıdan meşru olup olmadığı. Daha doğru bir ifadeyle cevabını aradığımız soru şu: İslam'da acaba bir ordunun İslam ülkesinden harekete geçip başka bir diyarı ele geçirmek ve orasını İslam Devletinin sınırları dahiline katmak var mıdır? Böyle bir şey yapılmışsa ki yapılmış İslam Dininin bu noktadaki hükmü nedir? Bunların Ehl-i Kitap olması ile Ehl-i Kitap olmaması arasında bir fark söz konusu bulunmamaktadır.

4-      Doğaldır ki Müslümanların önemli bir bölümü belki de kahir ekseriyeti bu soruya “evet” cevabını verecek ve hatta “bu İslam ve Müslümanlar için bir iftihar ve izzet vesilesidir” diyeceklerdir. Bunun şerî oluşuna dair delil olarak ileri sürüldüğünü tahmin ettiğimiz ve kail olduğumuz ayetler, nebevî nasslar (başkaları başka delilleri sunacak olurlarsa onları da tartışırız) şunlardır.

a-      Şöyle denildiğini tahmin ettiğimiz gibi bizim de gözlemlerimiz bu yöndedir. Kur'an'a baktığımızda yoğun bir şekilde kıtal, kafirlerle çatışmaya teşvik eden ve özendiren ayetler bulunmaktadır. 

Bu bağlamda hemen şunu belirtelim ki; Ehl-i Beyt bilginleri ve fakihleri cihadı difâî (savunma) savaşı ve ibtidâî ‘kendiliğinden savaşı başlatan taraf' olmak üzere ikiye ayırmaktadırlar. Örnek olarak İmâmiyye Fıkhının temel kitaplarından olan Ravdatü'l-Behiyye'nin Kitabü'l-Cihâd bölümünün girişindeki ifadeleri aktarıyoruz: “Cihadın kısımları vardır. İslam'a davet etmek amacıyla müşriklerle ibtidaen savaşa girişmek ve müslümanlar üzerinde elleri olan kafirlerle cihad etmek. Şöyle ki (bu ikinci kısım) kafirlerin Müslümanların beldelerini ele geçirmelerinden veya mallarını almalarından korkulduğundan ötürü onlarla yapılmaktador.” (Zeynüddîn el-Cebeî el-Amılî, Ravdatü'l-Behiyye, şerhu Lum‘ati'd-Dımaşkiyye, c. 1, s. 311, Darü't-Tefsîr, 4. Baskı, h.ş 1382, Qum)

Bir de Hanefîlerin kaynak kitaplarından olan Hidâye'den bir alıntı yapalım. O Kitâbü's-Siyer'in girişinde şöyle der: “Cihad islâm düşmanlarıyla savaşmak demek olup Müslümanlara farzı kifâye olan bir ibâdettir. Yâni eğer bu görevi Müslümanların bir kısmı yaparsa sorumluluk diğerlerinden de kalkar. Cihadın farz olması Kur'an-ı Kerim'in;

"Müşriklerle topyekün savaşın. Nasıl ki onlar da topyekün sizinle savaşırlar” (9/Tevbe/36) âyeti gibi bir çok ayet ve Peygamber Efendimiz'in "Cihad Kıyamet gününe kadar vâcib olan bir ibadettir" hadisiyle sabittir. … 1- Kâfirleri, bize karşı savaş açmasalar bile onlarda savaşmak vâcibtir. Zira bu konudaki nasslar mutlaktır.” (Mergınânî, el-Hidâyetü Şerhü Bidâyeti'l-Mübtedî, c. 2, s. 135, Eda Neşriyat, İstanbul. Baskı tarihi yok.)

Ehl-i Sünnet ise ta en baştan cihadın yapılması gerektiği kanaatindedir, gerekçe olsun olmasın her halükarda seferler düzenlenmesi gerektiği yönündedir.

İşte bunları tartışacağız. Hakikaten Şia-i İmâmiyye'nin temel klasiklerinden olan Ravda'nın dediği üzere ta en baştan İla-ı Kelimetullah adına cihad ve kıtal mı edilmeli? Ehl-i Sünnet ise zaten bunu bir gereklilik olarak görüyor. Yoksa bu cihadların bir arka planı olmalı mıdır ve bir meşruiyet üzerine oturmalı mıdır bir başka ifadeyle cihad ile ilgili ayetler mutlak mıdır yoksa mukayyet midir?

5-      Açıkçası cihad ile ilgili ayetler alt alta toplanıp da bir araya getirildiğinde ve bağlam içerisinde okunduğunda bu ayetlerin mutlak olduğu mukayyedinin olmadığı şeklindeki anlayış kanaatimizce pek de tutarlı görülmemektedir. Bir başka ifade ile haydi kalkın cihada gidelim, türü bir anlayışın Kur'anî perspektif açısından sorunlu olduğu kanaatindeyiz.

6-      Kıtal ile ilgili Kur'an ayetleri incelendiğinde fıkıh diliyle söyleyecek olursak âmm veya mutlak değil belirli özel koşulların söz konusu edildiği ayetlerdir. Deyim yerinde ise kıtal bu bağlamda ruhsat temelli bir hükümdür. Cihad veya kıtaldaki temel dayanak küfür değil başka gerekçelerdir. Biz de bu çalışmamızda bu gerekçeleri ortaya koymaya çalışalım.

7-      Bilindiği üzere kıtal Mekke'de değil Medine'de teşri edilmiştir. Kıtal ile ilgili nazil olan ilk ayet Hacc Suresinin 39. ayetidir. “Saldırıya uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi. Allah onları muzaffer kılmaya elbette kadirdir.”  Ayetin girişi ayetin mutlak veya âmm olmadığını açıkça göstermektedir. Ayette belirtilen savaşa izin verilme gerekçesi son derece insanî ve mantıkî bir olguya dayanmaktadır. Zulme uğradığı zaman kişinin savaşmasından daha mantıkî ve insanî ne olabilir ki? Ayetin detaylarına girmek istemiyorum, zira ayet son derece açık. Dolayısıyla İslam kafirle küfür niteliğinden ötürü cihad değil zulüm ve taşkınlığı nedeni ile kafirle savaşmayı teşri etmiştir 

8-      Sonraki ayet şudur: “Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez.” (2/Bakara/190) Bu ayet de görüldüğü üzere mutlak değildir. Zira ayette geçen “الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ” sizinlerle savaşanlar ifadesi mefhûmu'l-vasıftır ve savaşılacak kimselere yönelik bir kayıttır. “Sizinle savaşanlarla.” Hatta bu ayet bir önceki ayetin şerhi ve tefsiri olarak da değerlendirilebilir. Fakat bu ayette bir izafe var “sınırı aşmayınız” Hatta “vela ta‘tedu” Kaydı bize bir başka ip ucu vermektedir. Karşı taraf i‘tidada bulunmuş yani sınırı aşmış, taşkınlıkta bulunmuştur. Dolayısıyla şunu tekrarlayalım. Kur'an'da kafirlerin geneli ile kafir olmalarından ötürü savaşılmasını emreden bir ayet yoktur. En azından biz göremedik.

9-      Yukarıda alıntısını yaptığım Şehîd-i Sanî'ye sormak isterdim, kasdın böyle bir şey mi diye. Muhtemelen O da bu satırlarda ve bu konuda yazdıkları ile muhtemelen haydi cihada gidelim türünde bir şeyi kasd etmiş değildir. Zaten konunun ilerleyen bölümlerine “ibtidâî cihad” kısmının başına Ehl-i Beyt İmamlarını (a.s.) ifade eden “imam” kaydını koyması da buna dair bir emare olarak okunabilir.

10-    Şia fıkhındaki ibtidaî cihad hemen savaşa başlama şeklinde bir anlamı çağrıştırsa da taşkınlık kaydı bir kayıt olarak durmalıdır. Yani seninle hiçbir problemi olmayan bir kabile, bir devlet ve bir coğrafya ile haydi gidip savaşalım şeklinde değildir. Ancak karşı tarafın hazırlık içerisinde bulunup da ordular hazırlaması, bana saldırma planları yapması gibi hususlardır. Benim de bunun üzerine onunla savaşa başlamam sınırı aşmak değildir. Bu aklî bir olgudur. Bu da savunma cihadı ve kıtalı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Karşı tarafın tankları yola çıkardığı, bombaları hazırladığı bir halette benim ona saldırmam, saldırı değil savunma cihadıdır. Müminlerin Emiri Ali (a.s.) da “Uğzûhum kable en tuğzûhum/onlar sizin üzerinize baskında bulunmadan siz gazaya çıkınız” diyerek bu hususa işaret etmiştir.

11-    İbtidaî cihad kapsamına giren diğer bir savaş türü zalim ve despot bir hükümetin yönetimi altında bulunup da yardım isteyen ve zulümden kurtulmak isteyen mazlum ve mustazaf bir topluma yardım etmektir. Müminlerin Emiri Ali'nin insanlık hakkında söylenebilecek en veciz sözlerden birisi olan “إِنَّهُم صِنفانِ : إمّا أخٌ لَكَ فِي الدّينِ ، وإمّا نَظيرٌ لَكَ فِي الخَلقِ/İnsanlar iki sınıftır: Ya senin dinde kardeşin veya insanlıkta eşindir.” (Şerîf Râzî, Nehcü'l-Belâğa, s. 590, 53. Mektup, Derleyen Subhî Sâlih, 5. Baskı, Kum, 1425) şeklindeki sözünden hareketle de insanlık ailesi bir aile olduğundan ötürü dünyanın neresinde zulüm altında olup da yardım isteyen bir toplum varsa ve müminlerin de gücü yerinde ise onlara insanlık ailesi adına yardım etmeleri gerekir. Bu cihad da her ne kadar ibtidaî cihadmış gibi görünse de arka planında küfür olmayan ve zulmü ve haksızlığı bertaraf etmek olan bir cihaddır. Aslında bu savunma cihadının bir başka şeklidir. Buna Kur'an-ı Kerim şu ayetle işaret etmektedir: “Size ne oldu da Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!” diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (4/Nisa/75) İslam'ın temel ilke haline getirdiği evrensel insanî ve İslâmî değerlerden birisi “ZULÜM VE TUĞYAN İLE SAVAŞ”tır. Zaten Amerika ve Siyonist İsrail'e düşmanlığımız da bundan ötürüdür. Bu bağlamda Müslüman çekinmeden, korkmadan, tavrını mazlumdan yana koymalı, zulümden nefret etmelidir.

12.  İbtidâi cihadın diğer bir boyutu da şudur. Ortada zulüm gören bir halk yoktur. Ama ortada yapı itibariyle fıtraten temiz ve İslam'ı kabul etmeye meyyal bir toplum olabilir. Bilindiği üzere Gazzalî'nin İhyâ'da Nerâkî'nin de Câmiü's-Seâdat'da belirttiği üzere insan “fiziksel, aklî ve kalbî boyutları” olan bir varlıktır. İnsanın fiziki ihtiyacı olan ekmeği ve suyu bir insandan engellemek ile aklî ve kalbî ihtiyaçları olan “hak marifetleri ve ilahî nesimeleri” bir insandan engellemek arasında fark yoktur. Bir devlet düşünelim ki halkını şu putperestliğe inanacaksınız veya şu yanlış inanca sahip olacaksınız desin ve halkını bu noktada zorlasın. Halkın özgür düşünce alanlarını kapatsın. Bu durumda da ibtidâî cihad geçerlidir. Bu cihadın amacı bu engelin ortadan kaldırılmasıdır söz konusu devletin fethi değildir. Ama halkını özgür düşünce ve özgür bir şeye inanma noktasında zorlamayan bir devlet ile çatışma meşruiyet zemininden yoksundur. Dolayısıyla aslında ibtidai cihad dediğimiz başlangıç cihadlarının ve kıtallerinin bütünü bir şekilde savunma cihadıdır. Yoksa bu cihadın amacı onları Müslüman etmek de değildir. Onlar için özgür düşünebilme ve karar verebilme alanı oluşturmaktır.

13-  İslam'ın temel Kitabı olan Kur'an'da direkt olarak kafirlerle savaşı emreden ayet yoktur. Hatta tersine ayet vardır. “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever.” (60/Mümtehine/8)

14-  Yeri gelmişken siret-i nebevîden bir örnek olarak Hz. Rasûl-u Azam'ın Romalılarla savaşı olan Mute Savaşını ve hazırlamış olduğu ve bir türlü yola çıkmayan Üsâme b. Zeyd ordusunu ele alalım. Bu dayanak olarak gösterilebilir diye ele alıyoruz. Yoksa Hz. Rasûlullah'ın gazalarından hiçbirisinde savaşı kendisinin başlattığına dair bir örnek gösterilemez. Hz. Rasûlullah'ın Mekke müşrikleri ve Medine Yahudileri ile giriştiği savaşları ele alıp konuyu dallandırıp budaklandırmak istemiyoruz. Hz. Rasulullah (s) Roma Kayserine onu İslam'a davet eden bir mektup göndermişti. Hz. Rasulullah'ın elçisi Gassanlıların eline esir olarak düştü. Gassanlılar Müslümanlar ile Romalılar arasında yer alan Romalıların dinini benimseyen bir arap kavmi idi. Hz. Rasûlullah onlara bir elçi göndermişti Onlar da bu gelen elçiyi öldürmüşlerdi. Rasûlullah (s) bunun üzerine bir ordu hazırlamıştı.

15- Pak mutahhar Ehl-i Beyt İmamları da kendi dönemlerinde yapılan fetihlerle ilgili bir takım açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu rivayetlerden iki tane tek sunacağız.

Ebû Bâsir, Ebû Abdullah Sâdık'tan; O da babaları kanalıyla Müminlerin Emiri Ali'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Bir Müslüman hüküm konusunda kendisine güvenilmeyen, Allah azze ve cellenin emri olan fey konusunda bunu uygulamayan kimse konusunda cihada katılamaz. Eğer o bu mekanda ölecek olursa hakkımızı engelleyen düşmanlarımıza yardım etmiş olur ve ölümü de câhiliyye ölümü ile ölmüş olur. (Vesâilü'ş-Şia, c. 15, s. 49, hds no: 19961, 2. Baskı, Müessesetü Ali'l-Beyt, Kum, 1414)

İmam Sadık: Ey Abdülmelik bana ne oluyor ki seni mensup olduğun şehir ahalisinin çıktığı şu şehirlere cihad etmeye doğru çıktığını görmüyorum. Ravi Abdülmelik der ki: “Nereye” İmam: “Cedde, Abbâdân, Musaysa, Kazvîn” deyince ravi: “Size iktida etmek için emrinizi bekliyorum” dedi. İmam: “Evet Vallahi, bu kıtallerde (fetihlerde) hayır olsaydı onlar bizi geçemezlerdi” buyurdu.” (Küleynî, Kâfî, c. 5, s. 19, Thk: Ali Ekber Gıfârî, Darü'l-Kütübi'l-İslamiyye, Tahran )

İmam Sâdık'ın (a.s.) bu açıklamaları görüşünü benimseyen kimseler için -ki biz onun görüşünü benimsemekteyiz- söz konusu fetihlerin meşruluk zemininden yoksun olduğu hususunda sarihtir.

16- Bu açıklamalar İslâmî Fetihler adını verdiğimiz yapılan savaşların meşruluğuna dair açıklamalardır. Bir de yapılan savaşlarda meydana gelen yığınlarca gayr-ı meşru tavır ve tutum var. Onlar da ayrıca ele alınıp şerîliği ortaya konulması gereken olgulardır. Dolayısıyla hem fethin kendisinin ne derece emri ilahîye uygun olduğu hem de fetihlerde yaşanan bir takım olayların emri ilâhîye ne derece uygun olduğu ortaya konulmalıdır. Halifelerden başlamak üzere Osmanlıların yaptıkları savaşların bu noktada meşrulukları belirlenmeye ve tespit ve teşhis edilmeye muhtaçtır.

Tarih savaşlarda yaşanan yığınlarca olumsuz örneklerle kayıtlıdır. Hatta Ermenîstanın fethi diye bir fetih olayı vardır ki tam bir facia. Adamlar anlaşma yapıldıktan vergi ödemesini kabul ettikten sonra Müslüman komutan onları şehrin büyük bir kilisesinin içerisine yerleştirip üzerlerine neft atarak ateşle cayır cayır yakmışlar. (İbn Asem, Fûtuh, c. 6, s. 352, Dârü'l-Edvâ, Ali Şîrî, 1. Baskı, 1991- Beyrut)

Bir örnek aktararak konuyu kapatacağım.

Tarihte Nehrü'd-Dem veya diğer Adıyla Alleys (veya Ulleys) adlıyla bilinen Ebû Bekir döneminde yaşanan bir savaş var. Bu savaşın komutanı olan Hâlid b. Velîd “اللهم لك علي إن منحتنا أكتافهم أن لا أستبقي منهم أحدا أقدر عليه حتى أجري نهرهم بدمائهم، ثم إن الله عز وجل منح المسلمين أكتافهم، /Allah'ım, şu düşmanlar arkalarını dönüp kaçacak olurlarsa, sana söz veriyorum ki; onlardan ele geçirdiğim her birini mutlaka öldürecek ve onların kanlarıyla nehri kan olarak akıtacağım.” (İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 9, s. 520, hicretin 12. Yılı olayları, Alleys savaşı. Thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Dâr Hecer, 1. Baskı, 1998, )

İbn Kesîr'in verdiği bilgiye göre yeminine son derece bağlı olan Hâlid b. Velîd yeminini yerine getirmek için üç gün boyunca düşman ordusunun askerlerinin kanlarını akıtır. Nihayetinde birisi ona bir yol gösterir ki artık üçüncü günün sonunda kan akıtmaktan vazgeçer.

Bir de Afrika bölgesinin feth edilip neredeyse bütün Berberîlerin köle ve cariye edinilmesi olayı var.

Bu fiili savunacak birisi varsa dinlemeye hazırım.

Bunun gibi yığınlarca örnek var. Konu uzamasın diye sunmak istemedim.

Soru şu: Emevî, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlıların fetihlerinin İslamilik oranları ne kadardır?

Selam ve dua ile.