Şiî Ulema ve Aydınların Mezhepleri Yakınlaştırma Girişimleri-I
taghrib-mazaheb.jpg
Şiî-Sünnî ihtilafının meydana getireceği yönetsel zafiyetler, bölgenin çok daha rahat sömürülmesini ve dahi Batı’nın kontrolü altında tutulmasını sağlayacaktır. O halde tüm İslamî mezheplerin bu konuda şuurlu davranması gerekmektedir.

Şiî Ulema ve Aydınların Mezhepleri Yakınlaştırma Girişimleri-I

H. Hüseyin GÜNEŞ*

Özet: Bu makalede İslam ekollerinden Şîa'ya mensup bazı ulema ve aydınların, İslam mezheplerinin aralarındaki ihtilafların giderilip bu fırkalar arasında yakınlaşmanın sağlanması için neler yaptıkları tasvir edilmeye çalışıldı. Değinilen önemli hususlardan biri Ehl-i Sünnet ve Şîa arasında yakınlaşmanın gerçekleşip ihtilafların ortadan kaldırılması için ön ayak olan ilk şahısların Şîa ulemasından olduğudur. Şeyh Ebû Cafer Muhammed b. Muhammed b. Tusî ve Allâme Tabersî ile başladığı bilinen bu süreç, modern dönemde de aynı geleneğin birçok ulema ve aydını tarafından devam ettirilmiştir. Makalenin bu ilk kısmında Cemâleddin Afganî, Musa Sadr burada konu edinilen diğer isimlerdir.

Anahtar Kelimeler: İslamî vahdet, Mezheplerin yakınlaştırılması, Şiî ulema.

 

Giriş

Muhammed Ebû Zehra, İslam'ın İsnâ Aşeriyye/Caferî ve Ehl-i Sünnet ekollerini yakınlaştırma teşebbüsünün ilk olarak Şiî ulemadan Şeyh Tusî'ye ait olduğunu ve bu konuda kendisinin çalışmalarda bulunduğunu ifade etmiştir. Ondan bir kuşak sonra yine bir Şiî âlim olan Tabersî tarafından mezhepleri yakınlaştırma gayretlerinin yapıldığı müşahede edilmektedir.[1] Bu nedenle takrîb çalışmalarını ilk olarak Şiî ulemanın başlattığı ve bu çalışmaların VI./ XII. yüzyılda açık bir şekilde ortada olduğu söylenebilir.

 

 

Şeyh Ebû Cafer Muhammed b. Muhammed b. Tusî ve el-Hilâf Adlı Eseri

Şeyh Ebû Cafer Muhammed b. Muhammed b. Tusî, Horasan'ın Tus şehrinde hicrî 385 yılında doğmuştur. İlk eğitimini Horasan'da medreselerde aldıktan sonra hicrî 408 yılında Bağdat'a gitti. Şeyh Müfid olarak Muhammed b. Muhammed b. Numan ve Hüseyin b. Abdullah b. el-Ğadâirî, Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Ebî Cîd el-Kummî gibi büyük Şîa uleması yanında yetişti. Hicrî 413 yılında taklid mercii Şeyh Müfid vefat edince Şiîlerin önderliği Seyyid Şerif Murtaza'ya intikal etti. Bu büyük şahsiyet, Şeyh Ebû Cafer et-Tusî'nin yetiştirilmesi için özel bir gayret sarf etti. Hicrî 436 yılında bu üstadının vefatıyla Şiîlerin merciiyeti kendisine intikal etti. Şeyh Tusî hicrî 460 yılında vefat etti.[2]

Şeyhin el-Hilâf adlı eseri[3] Ehl-i Sünnet ve Şîa arasındaki fıkhî ihtilafları kapsamlı bir şekilde ele alması bakımından önem taşımaktadır. Şeyh, mezheplerin fıkhî konulardaki görüşlerine yer vermiş ve aralarındaki ihtilafları düzenlemeyi hedeflemiştir. Bunu yaparken her görüşün delillerini zikretmiştir. Tüm görüşleri zikreden Şeyh Tusî, kendi görüşünü de zikretmiş ve bunun diğer görüşlere nazaran neden tercih edilmesi gerektiğini delilleriyle ortaya koymuştur.[4] Aşağıda, Şeyh Tusî'nin abdestte ayakların mesh edilmesi/yıkanması ihtilafı hususunda söyledikleri, onun meseleleri nasıl ele aldığı hususunda bir örnektir:

39. Mesele: Küçük teharette (yani abdestte) ayakların üzerinin meshedilmesinin farz oluşu hakkındadır.
Ehli Sünnet fakihlerinin tümü (ayakların) yıkanması gerektiğini söylemiştir. Hasan b. Ebi'l-Hasan el-Basrî ve Muhammed b. Cerir (b. Yazid b. Kesir et-Taberî), Ebû Ali el-Cebbâî ise (mesh ve yıkama hususunda) seçim yapılabileceğine hükmetmiştir.  İbni Abbas, İkrime, Enes (b. Malik), Ebû'l-Âliye, Şa‘bî gibi sahabe ve tabiînden rivayet edildiğine göre (abdestte ayakların) meshedilmesi gerekmektedir.
Bizim (abdestte ayakların) meshedilmesi gerektiğine dair delillerimiz şu şekildedir:
(Öncelikle bu konuda) Yüce Allah'ın şu ayeti bulunmaktadır: “Yıkayın yüzlerinizi ve ellerinizi”.[5] Lafzın zâhiri gereğince yüzün yıkanması vaciptir. Bu vacibiyet bildirildikten sonra ellerin yıkanmasının da aynı şekilde vacip olduğunu ifade etmek için “yıkayın yüzlerinizi” emrine ve ellerinizi dirseklere kadar şeklinde bir atıf yapılmıştır. Bu nedenle yüz gibi ellerin de (dirseklerle beraber) yıkanması farz olmuştur. Bu yıkama hükmünden sonra (aynı ayette) abdestte yapılması gereken bir diğer hükme geçilmiştir. Bu hüküm “ve meshedin başlarınızı” şeklinde gerçekleşen hükümdür. Buna binaen abdest alırken başın meshedilmesi vacip olmuştur. (Ellerin yıkanma hükmü ayaklar için verilen “yıkayın” yüklemine atfedildiği gibi), ayakların meshedilmesi de (meshedin başınızı hükmünün yüklemine) atfedilmiştir. Bu bağlamda yapılan atıf gereğince her iki uzvun, baş ve ayakların, meshedilmesi vacip olmaktadır. Ellerin yıkanmasının vacip oluşu gibi, ayakların da (yıkanması değil) meshedilmesi vacip olmaktadır. Biz Tehzîbu'l-Ahkâm adlı kitabımızda da bunu açıkladık. Aynı şekilde Emiru'l-Mü'minîn Ali (a.s.) ve İbni Abbas'ın Hz. Resûlullah (s.a.a.)'den aktardıkları rivayette, onun ayakları ve ayakkabısı üzerine meshettiğini ortaya koymaktadır. Yine İbni Abbas'tan gelen ve Hz. Peygamberin (s.a.a.) abdestini anlatan bir nakle göre, onun iki ayağını da meshettiği görülmektedir. Bir başka rivayette ise İbni Abbas, “Allah'ın kitabında olan hüküm (abdeste ayakları) meshtir. İnsanlar ise yıkamakta inat ediyor” demektedir. Yine ondan gelen bir rivayete göre, “Abdestte iki yıkama ve iki meshetme vardır” şeklinde bir açıklama gelmiştir. Benzer hükümler Hz. Ali (a.s.) tarafından da ortaya konmuştur. Bunlardan biri “Furkân ancak ve ancak (abdestte ayakların) meshi üzere inmiştir” şeklindedir. Ayakların abdestte meshedilmesi gerektiği hususunda Şîa'nın hükmü icma' düzeyindedir. Muhammed b. Hüseyin, Hâkim b. Miskin'den, o da Muhammed b. Mervan'dan şöyle rivayet etmiştir: İmam Cafer (a.s) dedi ki: “(Mahşer günü) yetmiş altı yaşında bir adam gelecek ve onun namazı kabul edilmeyecektir. Bu nasıl olur diye sual ettiğimde şu cevabı aldım: ‘Çünkü abdest alırken Allah'ın ona emrettiği şekilde ayaklarını yıkamamıştır' buyurdu.”[6]

Bu örnekte görüldüğü gibi Şeyh Tusî, önce hüküm hakkında kendi görüşünü serdetmekte, daha sonra Ehl-i Sünnet ve hatta Şîa'nın hükmünü dile getirip her birini ortaya koymaktadır. Sonrasında kendi hükmünün delillerini ortaya koymaktadır. el-Hilâf adlı eserin tamamı bu şekilde kaleme alınmıştır.

Allâme Tabersî ve el-Mecma‘u'l-Beyân Adlı Eseri

Nitekim Tabersî iki grup arasındaki ihtilafları ilmî bir düzeyde ele almış ve Müslümanlar arasındaki münaferet ve uzaklığı giderici gayretlerde bulunmuştur. Onun bu minvaldeki çalışmaları özellikle Mecma‘u'l-Beyân adlı tefsirinde dikkat çekmektedir. Zira tefsir metodolojisinde her iki ekolün muteber kabul ettiği rivayetleri kullanmış ve guluv/sapkın olarak bilinen Rafızîlerin rivayetlerini ve değerlendirmelerini itibarsızlaştırmıştır.[7]

Allâme Tabersî (r.a.)'ın döneminde mezhepler arasındaki ihtilaf en büyük sorunlardan biriydi ve bu sorun bazı mezheplere -özellikle de Şiîlere- baskı yapılmasına neden oldu. Şiîler her ne kadar Büveyhîler[8] döneminde kendilerini dışlamayan bir yönetimin çatısı altında rahat denilebilecek bir dönem geçirdilerse de bu durum pek de uzun sürmemiştir. Selçukların, Büveyhîler Devleti'ni yıkmasıyla bu durum da değişti. Selçuklar sultanı Melik Şah döneminin sonlarına doğru bir grup Şiî'nin Selçuklu hükümetine nüfuz etmesiyle bir nebze de olsa Şiîler üzerindeki tazyik azaldı. Bunların yanında mezhebî ve etnik ihtilaflar had safhaya ulaşmıştı. Şîa, Sünnî, Mu‘tezile vb. fırkaların ihtilafları kanlı olaylarla sonuçlanıyordu.[9]

Allâme Tabersî, mezhep çatışmalarıyla hassas bir noktada bulunan İslam âlemini tüm mezhep ve fırkaların kabullendiği ilahî kitap Kur'an-ı Hakîm'i ortak değer kabul ederek vahdete davet etmiştir. Bu birlik çağrısının en büyük göstergesi Mecma‘u'l-Beyân tefsiridir. Allâme Tabersî bu tefsirinde hiçbir mezhep ve fırkayı karşısına almadan aynı doğrultudaki tüm görüşleri beyan etmiştir.[10]

Burada, Allâme Tabersî'nin zikredilen tefsirinde Mâide Sûresi 6. ayetini ele alırken konuyu nasıl yaklaştığını aktararak, İslam mezheplerinin görüşlerini bir konu etrafında ne şekilde ele aldığını göstermiş olalım.

Ve meshedin başlarınızı ve ka‘beyne (topuklara kadar) kadar ayaklarınızı.”[11] Ayakların ebdestte yıkanması mı yoksa meshedilmesi mi gerektiği hususunda ihtilafa düşülmüştür. Fakihlerin çoğu yıkanması gerektiğini söylerken, İmâmiyye ise kesinlikle meshedilmesinin gerekli olduğuna hükmetmektedir. Onların bu görüşü İkrime tarafından da savunulmuştur. Ayakların meshedilmesi gerektiğine dair İbni Abbas, Enes b. Malik, Ebû'l-Âliye ve Şa‘bî gibi sahabe ve tâbiînden rivayetler yapılmıştır.
Hasan Basrî mesh ve yıkama arasında seçim yapılabileceği görüşünü savunmuştur. Taberî ve Cebbâî onun bu görüşüne, mesh yapılması durumunda ayakların bir kısmının değil tümünün meshedilmesi gerektiğini dillendirerek katılmışlardır. Zeydiyye mezhebinden Nasiru'l-Hak, ayakları mesh ve yıkama işlemlerinin birlikteliği gerektiğini öne sürmüştür. İbni Abbas'ın Resûlullah (s.a.a.)'in abdestini anlatırken yaptığı rivayette, Hazretin ayaklarını (yıkamadığı,) meshettiği rivayet edilmiştir. Yine İbni Abbas'tan “Allah'ın kitabında mesh emredilmişken insanlar ayaklarını yıkamakta diretiyorlar” şeklinde bir rivayet bulunmaktadır. Ayrıca yine kendisinden abdestin iki yıkama ve iki meshetmeden ibaret olduğu rivayeti nakledilmiştir. Katâde ise benzer bir şekilde Allah'ın abdestte iki mesh ve iki yıkamayı farz kıldığını savunmuştur.[12]

Tebersî bu konuyu daha derinlemesine tefsir etmeye ve konunun rivayetler açısından uzun uzadıya değerlendirmesini yapmaya devam etmektedir. Bundan sonra ise her iki görüşü Arapça grameri çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutmuştur. Anlaşılacağı üzere kendi görüşü olan, abdestte ayakların meshedilmesinin vacip oluşunu koyu taassup bir dille savunmamış, hem Ehl-i Sünnet hem de Zeydiye ve Mu‘tezile'nin görüşlerini açıklama gayreti içerisinde olmuştur. Bu şekilde Şiî ulemâ tarafından başlatılan mezhepleri yakınlaştırma gayretleri sonraki dönemlerde de devam etmiştir.

Bu makalede, XIX. yüzyıldan günümüze takrîb gayreti gösteren ve bu uğurda çeşitli sahalarda mücadele eden Şiî ulemâ ve aydınlarından bir kısmına değinilecektir.

Cemâleddin Afganî (1838-1897) ve İslamî Vahdet Cemiyeti

Şiî ulemanın yanı sıra, önem arz etmesi nedeniyle XIX. Yüzyılda yaşamış olan Şiî düşünür Cemâleddin Afganî'yi de konumuz çerçevesinde değerlendirmek yerinde olacaktır. Zira Afganî'nin[13] İslamî vahdete dair önemli çalışmaları ve bu minvalde ortaya koyduğu düşünceleri bulunmaktadır. Gerek İslam âlemi ve gerekse Batı dünyasını çok iyi tanıyan biri olarak İslam âleminin sömürgeci güçlere karşı mücadele etmesi hususunda ön ayak olmaya çalıştı. Afganî'nin bu mücadele yolunda gördüğü en önemli kavşaklardan biri İslamî vahdet olmuştur. Onun bu vahdetten kastettiği şey mezheplerin pratikteki birliğinden çok, siyasî ve askerî bir beraberlikti. Batı dünyasına karşı Müslümanların tek safta sıralanmasını istemiştir. Bu nedenle olacak ki, Mısır'da kurduğu Vatan Partisi'nin iç tüzüğünde parti hedefleri arasında İslamî vahdete rastlanmaktadır.[14]

Afganî İslamî mezhepler arasında vahdetin meydana gelmesinin, fırkalar arasındaki ihtilafların artmasını engellemenin ve bunları ortadan kaldırmaya çalışmanın gerekliliğini Avrupa'ya yaptığı yolculuklardan sonra çokça vurgulamaya başlamıştır. Bunun başlıca nedeni; Batı dünyasının sömürü planlarından haberdar olmasıydı. Bu planları engellemenin başat yolu Sünnî-Şiî mezhepsel ihtilafların bir kenara bırakılarak askerî ve siyasî birlikteliğin sağlanmasıydı. Ona göre bu vahdetin sağlanabilmesi aşağıdaki üç şarta bağlıydı:

1- Tehlike karşısında ortak tavır.

2- Savunma mekanizmalarını bilmek ve harekete geçirmek.

3- Hareket zamanında fikir birliği.[15]

Afganî bu görüşlerini İstanbul'da bulunduğu sırada Sultan II. Abdülhamid'e sundu ve onun onayını alarak İslamî Vahdet Cemiyeti'ni kurudu. Bu cemiyetin kuruluş amacı ı) Müslümanların elbirliğiyle ilerleme amacıyla altyapı oluşturulması, ıı) İslam âleminin eski kudretini yeniden kazanması, ııı) herhangi bir Batılı devletin, Müslüman bir devleti işgali söz konusu olursa cemiyet, diğer İslam ülkelerini Batıyı boykot etmeye çağıracak ve Müslümanları cihad için hazırlaması şeklinde açıklanmıştır.[16]

Bu cemiyet denemin İran yönetimi tarafından tehlikeli bulundu; zira onlara göre Afganî İran'ın bir kısmını Osmanlı Devleti'ne verilmesini istiyordu. Oysa Sultan II. Abdülhamid'e İranlıların mukaddes bildikleri bazı toprakların kendilerine verilmesi teklifini yapan kişiydi Afganî. Bundan sonra İran'ın isteği üzere, Osmanlı sınırlarında yaşayan ve cemiyetin önde gelen bazı isimleri tutuklandı. Osmanlı padişahı, hapse atılan veya sürgüne gönderilen bu üyeler için İran şahı nezdinde girişimlerde bulunacaklarını dile getirdiyse de bu yapılmadı. Zira Afganî Mekke'de Ümmü'l-Kurâ adıyla bir dernek tesis etmişti. Bu derneğin amacı; Müslümanların mevcut liderlerini tek bir çatı altında bir araya getirmekti. Dernekte alınacak kararlar Mekke'de bulunacak bir âlim ile İstanbul veya Kûfe'de bulunacak sultanın onayı akabinde yerine getirilmesi amacıyla sultanın emrinde bulunan diğer padişahlara (Emîru'l-Umerâ) gönderilecekti.[17] Bir yıl faaliyet gösteren bu derneğin fikirleri II. Abdülhamid'in pek hoşuna gitmediğinden derneğin çalışmaları durduruldu.[18]

Musa Sadr ve Lübnan'da Vahdetin Teessüsü

Musa Sadr, Kum ilmiye havzasında öğrenci olduğu dönemden itibaren İslam mezhepleri arasındaki vahdetin sağlanması gerektiğinin ehemmiyetini idrak etmiş ve bu önemli mevzuu Allâme Eminî ile de paylaşmıştı. 1959 yılında Lübnan'a gittiğinde bu görüşlerini faaliyete geçirmek ve Ehl-i Sünnet ulemasıyla iyi ilişkiler geliştirmek amacıyla Sünnî bir müftü olan Muhyiddin Hasan ile çok yakın ilişkiler kurdu. İki âlim arasında meydana gelen samimiyet neticesinde, dinî münasebetlerle gerçekleştirilen merasimlerde katılımcı olarak beraber görev alıyorlardı. Öyle ki aynı camide minbere çıkıyorlar, Sünnî ve Şiî Müslüman Lübnan halkı onlara kulak veriyordu. Musa Sadr önderliğinde gerçekleştirilen bu münasebetler neticesinde 1963 yılında, yine kendisi tarafından, vahdet faaliyetleri daha geniş çapta icra edilmeye başlandı. O yıl, Kuzey Afrika ülkelerini kapsayan bir yurt dışı seyahatine çıktı. Mısır, Cezayir ve Fas'ta bulunan İslamî merkezler ve medreselerle Lübnan'dakiler arasında irtibat kurulması sağlandı.[19]

1969 yılında Lübnan'da Lübnan Şiî Yüksek Konseyi kurulup ve bu müessesenin başkanlığına da Musa Sadr geldiğinde cumhurbaşkanı ve devletin birçok alanda önde gelen şahsiyetinin katıldığı açılışta şu iki temaya dikkat çekti:

1- Müslümanlar arasında tefrikanın ortadan kalkması ve vahdetin oluşması için yeterli çalışmanın yapılması.

2- Ülke birliğinin korunması için tüm etnik ve dinî fırkalarla ilişkilerin geliştirilmesi.

Dile getirilen bu program meclis tarafından ilan edildi ve tüm ulusal Lübnan gazetelerinde yer aldı. Musa Sadr ayrıca bu nazarî temelli eylemini amelî sahaya da taşıdı ve Ehl-i Sünnet Müftüsü Şeyh Hasan Halit'e, İslam vahdetine yaptığı çarpıcı vurgularla dolu tarihe mal olan bir mektup yazdı. Söz konusu bu mektubun tam metni şu şekildedir:

Lübnan'ın değerli müftüsü kardeşim Şeyh Hasan Halit'e

Allah'ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun…

Ümmetimizin derin düşüncelere daldığı ve her taraftan muhasara altına alınarak geçmiş ve geleceğimizin yok edilmeye çalışıldığı şu zorlu günlerde Müslümanların kapsayıcı bir vahdete muhtaç olduğu bariz bir şekilde görünmekte ve her geçen gün biraz daha fazla kendini hissettirmektedir. Müslümanların önlerini iyi görmeleri, tarihlerini yazıp geleceklerini kurmaları ve mesuliyetlerini yerine getirip özgüvenlerini kazanabilmeleri için gevşemiş saflarını ve birbirlerinden ayrı olan faaliyetlerini birleştirmeleri gerekir. Güçlerin birleştirilmesi ve bunların işlevselliğinin artırılıp geliştirilmesi peygamberlerin ve onların vâsilerinin öncelikli dinî hedefleri olmuş hayatî bir meseledir. Bu vahdet slogan veya yazılı bir söz şeklinde olmamalıdır. Aksine düşüncenin nuru ve kalbin hareketi, yolumuzu belirlemede ve geleceğimizi kurmada temel olmalıdır. Bu da ancak fevkalade bir çaba ve insanın derunundan, telaşından ve gece gündüz çalışmasından kaynaklanan özel bir çabayla müyesser olur. Öyleyse bu durumda başkalarına örnek olacak bir vahdete sahip olmalıyız.

Azizi kardeşim! Mütevazı tecrübelerimi sizinle paylaşacak olursam; hatırlarsanız on dört ay önce "Daru'l İfta"daki görüşmemizde size Müslümanların aklen ve kalben sağlam duygusal ve fikrî temeller üzerine inşa edilecek derin bir vahdete ancak iki yolla sahip olabileceklerini söylemiştim. Bu iki yol şunlardır:

1-Fıkhın Birleştirilmesi:

Bildiğiniz gibi İslâm binası tek bir temele dayalıdır. İslâm ümmeti de inanç bakımından aynı kaynağı kabul etmekte ve semavî kitaba sahip olma hususunda görüş birliği içerisindedirler. Temel noktada bir oldukları gibi diğer cüz'i konularda da birlik olmaları gerekir. Cüz'iyatta vahdetin tahakkuk bulması veya en azından tarafların birbirilerine yakınlaşması salih seleflerimizin ve duyarlı âlimlerimizin hayallerini süsleyen bir konudur. Bildiğiniz gibi Şeyh Ebû Cafer b. Muhammed b. Muhammed b. Tusî bundan bin yıl önce “Tatbikî fıkıh” alanında Hilaf adlı kitabı kaleme almış, Allâme Hilli (Hasan b. Yusuf b. Mutahhar) de El-Tezkire kitabını yazmakla Şeyh Tusî'nin yolunu devam ettirmiştir.

Tatbikî fıkıh, fıkhî vahdetin kendisine bağlı olduğu mübarek bir çekirdektir ve şer'î ahkâmın vahdeti bununla kâmil olmaktadır. Bundan otuz yıl önce el-Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi Dekanı Merhum Ali Ekber Şeyh Mahmud Şaltut, Merhum Şeyh Muhammed Medeni ve Seyyid Abdulhüseyin Şerefuddin, Şiîlerin büyük Mercii Merhum Ayetullah Seyyid Hüseyin Burucerdi, değerli insan Allâme Şeyh Muhammed Taki Kumî ve Allâme Tabatabaî gibi İranlı, Iraklı ve Lübnanlı âlimler Kahire'de “Daru'l Takrîb el-Beyne'l Mezâhib el-İslamiye” (İslamî Mezhepleri Yakınlaştırma Müessesesi) adında bir merkez kurdular. Yakınlaştırma kurumu yaptığı hizmetlere ilave olarak Müslümanların Kur'an'dan sonra başvuracağı ikinci kaynak kitap olarak –rahmetli babam Seyyid Sadruddin Sadr'ın Fi Ahbar-i Hasse ve Amme adlı kitabı yazması bu düşünceleri hayata geçirmişti- Peygamberden elimize ulaşmış ve tüm İslâmî mezheplerin üzerinde ittifak ettikleri hadisleri toplama düşüncesini hayata geçirmeye çalıştı. Bu çalışma Peygamber Efendimizin (s.a.a.) sünnetini kapsayan hadislerin, tek ve güvenilir bir yerde toplanması yolunda atılmış olumlu bir adımdır. Bu merhalede bu âlimlerden bazıları ve başka âlimler fıkıh ve İslâm mezhepleri hakkında araştırmalarını ve eserlerini sundular. Daha sonra fıkıh ansiklopedisini yazmaya sıra geldiğinde ise Şam Üniversitesi el-Musuâ el-Fıkhiye adlı kitabı, el-Ezher Üniversitesi Musuâ Abdulnasır el-İslamî adlı kitabı ve büyük âlim Seyyid Muhammed Taki Hâkim de tatbikî fıkhın genel ilkeleri hakkında birer kitap yazdılar. Biz bu yapıcı çalışmaların ilk semeresini çeşitli İslâmî fırkalara mensup âlimlerin fetvasında açıkça müşahede etmekteyiz. Görünün o ki, Allah'ın izniyle fıkhî vahdete ulaşmamıza sadece birkaç kaç adım kalmıştır.

2- Ortak Çalışmalar:

Ortak çalışmalar, bizim Lübnan'da içinde bulunduğumuz durum gibi istisnai durumlar için daha uygun olabilir ve bununla daha erken sonuç alınabilir. Ortak çalışmalardan amaç; tarafların muhtelif hedeflerinin tahakkuku için harekete geçmelerini sağlamaktır. Bu yol vahdet arayışının kazanımlarından biri sayılmaktadır. İki savaşçının ortak bir amaç için tek meydanda sırt sırta verip mücadele etmesi gönüllere huzur vereceği gibi karşılıklı güven duygusunu da artırır. Böylece ilk etapta itikadî ve duygusal birliktelik kendisini göstermiş olur. Örnek olması açısından bu hedeflerden bazılarını zikredeceğiz.

a- Şer'î Hedefler: Şer'î hedeflerden kasıt, dinî bayramları, ezan gibi dinî sloganları ve namaz gibi dinî ibadetleri tekleştirmedir. Örneğin, bayram günlerinin çokluğundan ve tatillerin düzensizliğinden kaynaklanan sorunları aşmak ve bütün Müslümanların aynı günde bayram etmelerini sağlamak için ilmî yöntemlerle hilalin gözetlenip ufuktaki zaviyelerinin belirlenmesi önerisi kabul edilebilir. Aynı şekilde herkesin kabul edebileceği bir ezan şekli belirlenebilir.

b- Sosyal Hedefler: Sosyal hedeflerden kasıt, ortak çalışma alanlarının geliştirilmesi, cehalet ve yolsuzlukla mücadele, yetimlerin korunması, mazlumların hayat şartlarının iyileştirilmesi gibi toplumsal faaliyetler olabilir. Bu amaçla bazı müesseseleri kurabiliriz veya var olan müesseseleri etkinleştirebiliriz.

c- Ülkeyle Sınırlı Hedefler: Ülkemizin bir an önce vahdete kavuşması hususunda paylaştığımız duygularda şüphe var mıdır? Filistin'in özgürlüğü için birlikte etkin bir şekilde çalışmanın gereksinimi, düzenbaz düşman karşısında Lübnan'ı koruma görevi, mukaddes Filistinli güçleri savunma mesuliyeti, her an saldırma ihtimali olan düşmana karşı hazırlıklı olma, kardeş Arap ülkeleriyle işbirliği, sömürünün Lübnan'da yok edilmesi ve İsrail'in kendisine saldırmaktan korkması için Lübnan'ın bilhassa da Güney Lübnan'ın korunması gibi hedefler hakkında en ufak bir ihtilafımız yoktur. Lakin bu hedeflere ulaşmak için dakik bir araştırma yapılmalı, görevler belirlenmeli, vatandaşların kendi aralarında, yöneticilerle ve kardeş Arap ülkeleriyle uyum içinde olmaları gerekmektedir. Bütün dünya Müslümanlarının ve vicdan sahibi insanların güçlerini bir araya getirmeliyiz. Sorunların çabucak çözülmesi ve daimî faaliyetler arasında uyumun sağlanması için bizler de bu göreve katılmalı, bunların tahakkuk bulması için icraî programlar ile gerekli yönetmelikleri birlikte incelemeli ve elimizden ne geliyorsa onu yapmalıyız. Bunlar size önermek istediğim konulardan sadece bazılarıydı. Meseleyi bütün yönleriyle incelemesi ve uzmanların hemen işe başlaması için ortak komiteler kurulması emrini vermenizi ümit ediyorum.

Bu mektubu imzalamadan önce mübarek Ramazan ayının yaklaştığını hatırlatmak isterim. Bildiğiniz gibi mübarek Ramazan ayı Müslümanların şanlı tarihlerine geri dönmeleri için kahramanlık ruhunu gençlerde canlandıracak eşsiz bir fırsattır. Bu yüzden bir an önce "Daru'l İfta"nın mesullerine “Şiî Yüksek İslâm Şurası” tebliğ ve yayın komitesi üyeleriyle irtibata geçme emrini vereceğinizi umutla bekliyorum. Aynı şekilde güzel programların sunulması, bu aya uygun bir ortamın oluşturulması ve gençlerin gönlünde kahramanlık ve hak istemini yeniden canlandırmak için etkin ve uzman mü'minlerin tebliğ çalışmalarına katılmaları sağlanmalıdır. İslâm için, mutlak iyilikler için, Şiî Yüksek Komisyonu'ndaki kardeşleriniz için ve sizi kalpten seven dostlarınız için sağlığınıza duacı olduğumu belirtmek isterim. [20]

Görüldüğü gibi Musa Sadr, İslamî mezhepler arasında yakınlaşma çalışmalarının önemsenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu görüşüyle bazı “ulema”nın ileri sürmüş olduğu “Şîa ve Ehl-i Sünnet arasında hiçbir ortaklığın bulunmadığı” tezini de çürütmemin gerekliliğini ortaya koymuştur. Kendisinin yukarıda işaret edilen mektubunda, geçmişte mezheplerin yakınlaştırılması için çaba sarf eden ulemâ gayretlerinin ne kadar önemli olduğunu ve bunların asrımızda da devam ettirilmesi gerektiğini vurgulaması önemsenmesi gereken bir husustur. Musa Sadr, bu görüşlerini çeşitli konferans ve röportajlarda canlı tuttu ve Müslümanlar arasında vahdet ve takrîb çalışmalarının özel bir gündem oluşturması fikrinin oluşumunu sağlamaya çalıştı.[21]

Musa Sadr bu fikirleri öne sürerken mezheplerin ortadan kaldırılması gibi bir durumun meydana gelmesini istememiştir. Mezheplerin yakınlaştırılmasından murat edilen şey de bu değildir. Onun fıkhî vahdet çalışmaları neticesinde ortaya çıkmasını temenni ettiği şey, tüm fıkhî konularda ortak fetvaların serdedilmesi şeklinde de algılanmamalıdır. Bilakis fıkhî farklılıkların, fıkhın gelişiminde büyük rol sahibi ve müctehidin faal olmasının temel dinamiklerinden olduğunu bilmekteydi. O, bayram gününün tespit edilmesindeki ihtilaflar gibi meselelerin ortak çalışmalarla aşılabileceğini düşünmüştür.[22]

Bu konuda şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

Ümmet arasındaki ihtilaflı konular teori bazında ele alınacak ve ilmî nazariye mahlasıyla gündeme gelecek olursa mezhepler bereket nedeni ve ilerleme kaynağı olurlar. Lakin bu ihtilaflar dinî vecibeler için birer fetva niteliği taşırlarsa, bu durum fetvaya tâbi olanların birbirlerinden uzaklaşmalarına neden olur. Dolayısıyla nazariyelerin ihtilaf ve farklılık nedeni olmaması için bunların müşterek bir fetva ve vecibe ile sonuçlanması gerekir... Örneğin, bayram günlerinin çokluğundan ve tatillerin düzensizliğinden kaynaklanan sorunları aşmak ve bütün Müslümanların aynı günde bayram etmelerini sağlamak için ilmî yöntemlerle hilalin gözlenip ufuktaki zaviyelerinin belirlenmesi önerisi kabul edilebilir. Aynı şekilde herkesin kabul edebileceği bir ezan şekli belirlenebilir.[23]

Musa Sadr, bu vahdetin ümmetin geleceğinde büyük bir öneme sahip olduğunu ve tüm Müslümanların bunu şiar edinmesi gerektiğini hatırlatmaya çalışmıştır.[24]

Sonuç

Ortadoğu kazanını sürekli ateşler içerisinde görmek isteyen emperyalist güçler İslam mezhepleri arasındaki farklılıkları gündemde tutup Müslümanları birbirine kırdırmanın derdine düşmüşlerdir. Şiî-Sünnî ihtilafının meydana getireceği yönetsel zafiyetler, bölgenin çok daha rahat sömürülmesini ve dahi Batı'nın kontrolü altında tutulmasını sağlayacaktır. O halde tüm İslamî mezheplerin bu konuda şuurlu davranması ve bu oyunu bozmak için beraber hareket etmesi gerekmektedir.

Batı dünyasının İran İslam İnkılâbı'ndan sonra Şiî mezhebî aleyhine manipülasyonları artık ayan beyan ortaya çıkmıştır. İnkılâp öncesinde İran'ın petrol ve doğal gazının yanı sıra diğer yer altı ve yer üstü zenginlikleri istediği gibi paylaşan sömürgeciler, sömürerek elde ettikleri artı değerin ellerinden gitmesine hiç de memnun kalmamıştır. İran İslam İnkılabı'nın bu duruşu diğer Müslüman ülkelere de sirayet eder diye endişelenen emperyalistler, Şiîlik hakkında yalanlardan ibaret sanal bir gerçeklik oluşturmaya çabalamaktadır. Bu çabanın günümüzdeki en büyük mümessillerinden biri Londra'da yaşayan Yasir el-Habib adındaki “Şiî molla”dır. İngiltere'den fonlanan bu Batı mollası Şîa ve Ehl-i Sünnet arasında tesis edilen vahdeti baltalamak için mütemadiyen açıklamalar yapıp, Ehl-i Sünnet'in değerlerini aşağılamaktadır. Bunun yanında o ve benzeri Batı mollaları Şîa camiasının günümüz değerlerinden büyük ulemaya bile ağza alınmayacak sözler sarf edip, bu şahsiyetlerin saygınlığını ve halk üzerindeki otoritelerini sarsmaya çalışmaktadırlar.

Müslümanlar feraset sahibi olup, bu tür münafık Batı mollalarının sözlerine değil, onlar ve beyanatları hakkında fetva verip açıklamalarda bulunan gerçek Şiî ulemanın sözlerine göre meseleyi değerlendirip yorumlamalıdır.

 

Kaynakça:

Ebûzeri, Abdurrahim, Lübnan'da Direnişin Mimarı İmam Musa Sadr, çev. Sedat Baran, Feta Yay., İstanbul, 2012.

Kafarî, Nasır Abdullah b. Ali, Mes'eletu't-Takrîb Beyne Ehli's-Sünne ve'ş-Şîa, Daru'n-Nuşur ve't-Tevzi Riyad, 1413.

Kara, Seyfullah, Büyük Selçuklular Döneminde Mezhep Kavgaları, İz yayıncılık, İstanbul, 2009.

Merçil, Erdoğan, “Büveyhîler”,  Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 6, s. 496-500.

Öz, Mustafa, “Tabersî”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 39, s. 324-325.

es-Sadr, Musa, Kelimâtu'l-Kisâr li-İmâm Musa es-Sadr, Merkezu Nun, Basım yeri yok, 1428/2007.

Sahibî, Muhammed Cevad, İttihat Bayraktarı Seyyid Cemaleddin Hüseyni, (çev. Sedat Baran), The World of Proximity of İslamic Schools of Thought, Tahran, 2010.

et-Tabersî, Ebû Ali Fazl b. Hasan, Mecma‘u'l-Beyân, Dârul Ulum, Beyrut, 1426/2005.

et-Tusî, Şeyh Ebû Cafer Muhammed b. Muhammed b., el-Hilâf, Müessesetu'n-Neşru'l-İslâmî, Kum, 1407.

http://www.alulbeyt.com.tr/haber_detay.php?haber_id=396 (erişim tarihi: 26.08.2014).

 


*Arş. Grv., Afyon Kocatepe Ünv., Tarih Bölümü. mail: hasan.h.gunes@gmail.com

[1] “Büyük ihtimalle Taberistan'da, bazı rivayetlere göre ise Kâşân ve İsfahan arasında bir köy olup Arapçaya Tabris şeklinde geçen Tefriş'te doğdu. 467 (1075) veya 470'te (1077) dünyaya geldiğini belirten nakiller yanında, doksan yaşında öldüğü şeklindeki rivayetler dikkate alınarak 458 (1066) yılında doğduğu kabul edilebilir. Meşhed'de uzun süre kaldığından Meşhedî, ayrıca Radavî diye de bilinir. Sebzevârî'deki ikameti dolayısıyla Sebzevârî olarak da anılmakla birlikte en meşhur nisbesi Tabersî'dir, bu nisbe mutlak olarak kullanıldığında kendisi kastedilir. Ebü'l-Vefâ Abdülcebbâr b. Ali el-Mukrî er-Râzî, Ebû Ali b. Şeyh et-Tûsî, Muvaffakuddin Hüseyin b. Feth el-Vâiz el-Bekrâbâdî, Ebû Tâlib Muhammed b. Hüseyin el-Hüseynî ve Hasan b. Hüseyin b. Bâbeveyh el-Kummî gibi âlimlerin derslerine devam etti. Tahsilinden sonra bir süre Horasan'da hocalık yaptı. Başta oğlu Radıyyüddin olmak üzere Reşîdüddin İbn Şehrâşûb et-Tabersî, Müntecebüddin el-Kummî, Kutbüddin er-Râvendî ve Burhâneddin Muhammed Ali el-Kazvînî gibi öğrenciler yetiştirdi. 523'te (1129) Meşhed'den ayrılarak Sebzevâr'a yerleşti ve eserlerinin çoğunu telif ettiği ömrünün son yirmi beş yılını burada geçirdi. 548 (1154) yılının kurban bayramı gecesi Sebzevâr'da vefat eden Tabersî'nin naaşı Meşhed'e nakledilerek Katligâh diye bilinen yerde, diğer bir rivayete göre ise İmam Ali er-Rızâ'nın abdest alıp guslettiği yerde defnedildi.” Ayrıntı için bkz. Mustafa Öz, “Tabersî”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 39, s. 324-325.

[2] Şeyh Ebû Cafer Muhammed b. Muhammed b. Tusî, el-Hilâf, Müessesetu'n-Neşru'l-İslâmî, Kum 1407, c. I, s. 1-8.

[3] Eserin tam adı Mesâilu'l-Hilâffi'l-Ahkâm şeklindedir.

[4] A.g.e., s. 24-25.

[5] Mâide Sûresi: 6.

[6] Şeyh Ebû Cafer Muhammed b. Muhammed b. et-Tusî, a.g.e., c. I, s. 89-92.

[7] Nasır Abdullah b. Ali Kafarî, Mes'eletu't-Takrîb Beyne Ehli's-Sünne ve'ş-Şîa, Daru'n-Nuşur ve't-Tevzi Riyad, 1413, c. II, s. 148.

[8] Hazar Denizi'nin Güney-Batı kıyıları ile Kuzey İran bölgelerini kapsayan “Deylem” bölgesinde ortaya çıkarak, 334/945-447/1055 yılları arasında yaklaşık 110 yıl Bağdat yönetimini elinde bulunduran ve Şiî düşünceye mensup hanedan. Ayrıntı için bkz. Erdoğan Merçil, “Büveyhîler”,  Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 6, s. 496-500.

[9] Bu dönemde sadece Sünnî-Şiî arasında değil, Sünnî ekolün dört mezhebi arasında da ihtilafların neden olduğu kanlı hadiseler vuku bulmuştur. Selçuklar dönemi mezhebî ihtilafların neden olduğu toplumsal muhalefetten kaynaklı olaylar için şu esere müracaat ediniz, Seyfullah Kara, Büyük Selçuklular Döneminde Mezhep Kavgaları, İz yayıncılık, İstanbul 2009.

[11] Mâide Sûresi: 6.

[12] Ebû Ali Fazl b. Hasan et-Tabersî, Mecma‘u'l-Beyân, Dârul Ulum, Beyrut 1426/2005, c. II, s. 235.

[13] 1838'de İran'ın Hemedan'a bağlı Esedabad ilçesinde dünyaya gelmesine rağmen Afganî olarak meşhur olmuştur.

[14] Muhammed Cevad Sahibî, İttihat Bayraktarı Seyyid Cemaleddin Hüseyni, çev. Sedat Baran, The World of Proximity of İslamic Schools of Thought, Tahran 2010, s. 195.

[15] A.g.e., s. 197-198.

[16] A.g.e., s. 208-209.

[17] A.g.e., s. 216.

[18] Sultan II. Abdülhamid'in kendisi, Halife unvanını ön planda tutmaya ve bu şekilde Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını engellemeye çalışmıştır. Merkeziyetçi bir siyaset güden II. Abdülhamid için otoritesini paylaşacağı diğer padişahlar demek, zımnen Osmanlı coğrafyasının parçalanması anlamına gelmektedir. Üstelik İstanbul mukabilinde Kufe'nin alternatif olarak konması Osmanlı hanedanının Emîru'l-Umerânın kendisine bağlı olacağı saltanat makamı için zaruri olmadığı çağrışımını uyandırmaktadır. Bu nedenle Afganî, II. Abdülhamid tarafından sürekli takip edilmiş ve faaliyetleri izlenmiştir. Kimi tarihçiler bu nedenle Afganî'nin zehirle öldürüldüğünü dahi dile getirmiştir.

[19] Abdurrahim Ebûzeri, Lübnan'da Direnişin Mimarı İmam Musa Sadr, çev. Sedat Baran, Feta Yay., İstanbul, 2012, s. 73-74.

[20] A.g.e., 74-75.

[21] A.g.e., 81-83.

[22] A.g.e., 79-81.

[23] A.g.e., 82-83.

[24] Musa es-Sadr, Kelimâtu'l-Kisâr li-İmâm Musa es-Sadr, Merkezu Nun, Basım yeri yok, 1428/2007, s. 194.

 

KAYNAK: Kaynak: İNTİZAR, üç aylık inanç ve düşüce dergisi, C: 1, S: 3, Bahar 2014, ss. 161-174