İslamî Vahdet, Mezheplerin Yakınlaştırılması ve Daru’t-Takrîb
"Bizim vahdetten kastımız da basit ve açıktır. O da Müslüman fırkaların birbiriyle işbirliği içerisinde olması ve aralarında karşı koyma ve muhalefete dayalı bir tavrın olmamasıdır."
İslamî Vahdet, Mezheplerin Yakınlaş(tırıl)ması ve Dâru't-takrîb (İslam Mezheplerini Yakınlaştırma Müessesesi)
Hasan Hüseyin GÜNEŞ*
Özet: Bu makalede, dünya Müslümanları açısından önem arz eden bir mesele olan mezheplerin yakınlaş(tırıl)ması hususu giriş mahiyetinde ele alınmaya; günümüzde bu amaçla yapılan gayretlerin kısa bir tarihçesi verilmeye ve bu çalışmalarda ne tür hedeflerin belirlendiği tespit edilmeye çalışılacaktır. Bu bağlamda belirlenen hedefler için neler yapılması gerektiğine değinilmeye çalışılacaktır.
Makalede ilk etapta başlıkta geçen İslam, vahdet ve mezheplerin yakınlaşması kavramları üzerinde durulacaktır. Kavramsal çerçevenin belirlenmesi sonrasında ise gerek Şîî ve gerekse Sünnî tarafların bu minvalde neler yaptıkları, Dâru't-Takrîb müessesesinin kuruluş aşaması göz önünde bulundurularak ele alınmaya çalışılacaktır. Elbette bu denli bir tahkikat çok geniş olduğundan, verilecek malumatlar konuya giriş mahiyetinde olacak; benzer konular devam eden yazılarda işlenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Vahdet, Dâru't-Takrîb, Mezhep, Şîî, Sünnî.
Kavramsal Çerçeve
İslam: İslam, Allah'a teslimiyet anlamına gelmektedir. Hz. Muhammed (s.a.a.) ile başlatılması metodik açıdan yanlıştır. Zira bu din ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.) ile başlamış ve Hz. İbrahim (a.s.)den zamanımıza dek devam eden ilâhî kanunlar manzumesine tâbi olanlara onun tarafından Müslüman adı verilmiştir.
“Allah adına gerektiği gibi cihad edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce de bunda (Kur'an'da) da sizi ‘Müslümanlar' olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şâhid olsun, siz de insanlar üzerine şâhidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlânız O'dur. İşte, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcı.”[1]
Vahdet: Birlik anlamına gelmektedir. Bu makalenin içeriği bağlamında İslamî Vahdet kavramının önemli bir yapısını oluşturmaktadır. Buna göre, İslamî vahdet kavaramın açıklanması gerekmektedir. İslam dairesinde olan mezheplerin İslam'ın ana prensipleri hususunda müştereklerini ortaya koymaları ve ihtilaflı konuları vahdeti bozacak pratiklere dönüştürmemeleri gerekmektedir.
Mezheplerin Yakınlaştırılması/تقريب المذاهب : Mezhep kelimesi ‘gidilen yol' anlamına gelmektedir. Terim olarak ise İslam tarihi içerisinde çeşitli görüş ayrılıkları nedeniyle ortaya çıkan kollardan her birine verilen isimdir. Bu kollar Hanefî ve Şafiî mezheplerinde olduğu gibi kimi zaman pratik/amelî kaynaklı iken, kimi zaman da Eşârî ve Maturûdî'de görüldüğü gibi terorik/nazarî olabilmektedir.[2] Bunun yanı sıra İmâmiyye gibi hem nazarî ve hem de amelî kuşatıcılığı bulunan mezhepler de bulunmaktadır. Her mezhep bir doktrin olarak da değerlendirilebilir. Doktrinleri tesis eden kişi kurucu müçtehid olarak adlandırılır. Yakınlaşma kelimesi anlamı itibariyle açıktır. Bu kelimeyi kavramsal olarak nazarî ve amelî mezheplerin yakınlaş(tırıl)ması anlamında kullanmaktayız.
“Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki, hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.[3]
Ayetullahi'l-Uzmâ Seyyid Ali Hamaneî'in İslamî birliğin tanımlamasına dair yaptığı açıklama bu bağlamda önemlidir:
"Bizim vahdetten kastımız da basit ve açıktır. O da Müslüman fırkaların birbiriyle işbirliği içerisinde olması ve aralarında karşı koyma ve muhalefete dayalı bir tavrın olmamasıdır. Bizim Müslümanlar arasında birlikten kastımız şudur: Birbirlerini reddetmesinler, düşmanı birbirlerine musallat etmesinler ve bazıları bazılarına zulümle üstün olmasınlar".[4] "Müslümanların ittihadı, Müslümanların ve çeşitli fırkaların kendine özel fıkhî ve kelâmî inançlarından vazgeçmesi demek değildir. Aksine Müslümanların ittihadının iki başka anlamı vardır: Birincisi, çeşitli İslam fırkaları -ki her birinin muhtelif kelâmî ve fıkhî yolu vardır– hakikaten İslam düşmanlarına karşı gönül birliği el birliği, iş birliği ve fikir birliği yapmalarıdır. İkincisi, çeşitli Müslüman fırkalar kendilerini diğerlerine yaklaştırmaya, birbirini anlamaya çalışmalı; fıkhî mezhepleri birbiriyle kıyaslamalı ve uyumlu hale getirmelidir. Fâkihlerin ve ulemânın fetvalarının çoğu eğer âlimane fıkhî tartışma konusu edilirse, ufak değişikliklerle iki mezhep fetvalarının birbirine yaklaştırılması mümkündür."[5]
O halde mezheplerin yakınlaş(tırıl)ması ameliyesi ı) ittifak edilmiş ortak değerler üzerinden ayrılığın önüne geçmek, ıı) ittifak edilmemiş mevzuları adâvet meselesi edinmeksizin ilmî bahislerle birbirini anlamaya ve kendini daha iyi bir şekilde anlatmaya çalışmaktır. Zira uzak durulan ve tanınmayan olguya karşı düşmanlığın önlenmesi neredeyse mümkün olmayacaktır. Hz. Ali (a.s.)'ın çokça bilinen “İnsan bilmediğine düşmandır” sözü de buna işaret ediyor olmalıdır.
Mezhepleri Yakınlaştırma Çalışmaları Neden Önemlidir?
Günümüzde İslam ümmetinin yakınlaşmaya duyduğu ihtiyaç için burada çok söz sarf etmenin aslında ihtiyaç duyulmaması gereken bir mevzu olması gerekmektedir. Zira dünya üzerinde aynı Resûlün ümmeti olan, aynı Kitaba inanan ve aynı kıbleye yönelen bir buçuk milyarın üzerinde Müslüman yaşamaktadır. Bu kadar insanı milletlerinin, dillerinin, ülkelerinin ve mezheplerinin farklılıklarına rağmen bu üçlü sacayağı birlikte kılmaktadır. Ama bu farklılıklar İslam'ın kendilerine zorunlu kıldığı yardımlaşmayı asla engellememelidir.
“Ey iman edenler! Allah'ın nişanelerine, hürmet edilen aya, (Kâbe'ye hediye olan) kurbanlığa, gerdanlıklar takılan hayvanlara, Rablerinden bol nimet ve rıza talep ederek Beyt-i Haram'a gelenlere (saldırı ve saygısızlığı), helal saymayın. İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan menettiği için bir topluluğa olan kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın. İyilikte ve takvada yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah'tan sakının, şüphesiz Allah cezası pek şiddetli olandır.”[6]
İyilik ve takvada yardımlaşmanın önemini kavrayıp bu hususta toplumsal yardımlaşmaya kendini tüm olanaklarıyla seferber eden Müslüman, Allah'tan daha çok çekinen biri haline gelecektir. Bunun aksi durumu ise aşırılıkta, yani Allah'ın hududunu aşmakta yardımlaşmaktır ki, bir Müslüman için böyle bir şey söz konusu dahi olmamalıdır. Öte yandan Müslümanları birbirine düşürmeye çalışan şer odakları tarih boyunca var oldukları gibi bugün de varlıklarını muhafaza etmekte ve bu muhafazayı Müslümanların birbirleriyle sürtüşmeleri üzerine inşa etmektedirler. Ayette zımnen, Allah'ın hududunu çiğneme hususunda yardımlaşan kişiler olarak tavsif edilen zümreye bunlar da dâhildir. Son zamanlarda İslam âleminde vuku bulun hadiseler de buna işaret etmektedir. Hal böyle iken Allah'a seyr u sülûk eden her mümin şu ayetin mazharına ulaşmak ile mükelleftir.
“Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”[7]
Bu saflaşmanın gerçekleşmesi de aşağıda altı çizilecek başlıklarla mümkün olabilecektir.
İslam'ın Müşterek Öğelerinde Yardımlaşma ve Dâru't-Takrîb Müessesesi
1. İtikad, amelî hükümler, tevhid, meâd, nübüvvet, namaz, oruç, hac vb. ibadetler hususunda mezhepler arasında müşterek bir payda bulunmaktadır. Binaen aleyh, Müslümanlar namazın füruu, abdestin bazı meseleleri vb. aralarında ihtilaflı konuları ayrılık nedeni edinmemelidir.
2. İslam ümmetinin ortak menfaati için birlikte çalışılmalıdır. Her mezhebe mensup İslam ümmeti fertleri hürriyet, cehaletle savaş, iktisadî gelişim vb. hususlarda diğer mezhebe mensup kişilerle işbirliği içerisinde olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdirde ümmet üzerinde bulunan ilmî, iktisadî ve siyasî sahalarda bulunan Batı hegemonyası yavaş yavaş kırılacaktır.
3. İslam Düşmanları karşısında tüm İslam mezheplerinin aynı safta yer alması gerekmektedir. Filistin örneğinde olduğu gibi hiçbir İslam devleti Siyonist İsrail rejimine destek vermemeli, uluslararası arenada bu birliktelik net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Diğer mezheplere mensup kişilerin fikirlerinin anlayışla karşılanması gerekmektedir. Müslüman, kendi istediği şekilde düşünmek ve fıkhını yerine getirmek istediği gibi, aynı dinden ama mezhebi farklı kardeşinin de bu hürriyete sahip olduğunu idrak etmeli ve kendisine gösterilmesini umduğu saygıyı o da diğer mezhepten kardeşlerine göstermelidir.
Bu hedeflerin gerçekleşmesi ancak bir müessese tarafından mümkün olabileceğinden Dâru't-Takrîb (دار التقريب) müessesi hem Sünnî ve hem de Şîî ulemânın önderliğinde faaliyete başlamıştır. Tabii ilk etapta bir müessese olarak kurulmamıştır.
İsrail'in oluşum sürecinde Birinci Dünya Savaşı akabinde İngiltere'nin oluşturacağı siyasî ve coğrafî projeler çok önemliydi. Bu önem 2 Kasım 1917 yılında yayınlanan Balfour Deklarasyonu'nda iyice ortaya çıkmıştır. Nitekim deklarasyonda, İngiltere'nin Filistin'de kurulacak bir Yahudi Devleti'ni olumlu karşılayıp Siyonistlere destek verileceği açıkça belirtilmiştir. Oysa İngiltere'nin Araplara verdiği bir bağımsızlık sözü bulunmaktaydı.[8] Balfour Deklarasyonu'ndan kısa bir süre sonra İngiltere, Osmanlı egemenliğinde bulunan Filistin'i alarak 1948'e kadar mandası olarak yönetmiştir. [9] İkinci Dünya savaşından sonra Filistin'in İngiliz ve Siyonistler tarafından bu şekilde işgal edilmesi ve Arapların İsrail ile giriştikleri savaştan yenilgi ile çıkmaları İsrail'in İslam dünyasını hâkimiyeti altına alma tehlikesini ortaya çıkardı. Buna binaen söz konusu sorunun çözümü gayesiyle İslamî mezhepler arasında vahdeti sağlama fikri İslam uleması arasında gündeme geldi. Tarihî geçmişinden, çevresel etkilerinden ve İslam dünyasının diğer ilmî merkezlerine oranla Filistin'e daha yakın olmasından ötürü el-Ezher Üniversitesi bu girişime ön ayak oldu. Ayrıca İsrail ile savaşa katılması ve aynı şekilde İslamî vahdetin ateşli savunucularından olan Seyyid Cemâlledin Afgânî, Muhammed Abduh ve bu ikisinin öğrencilerinin Mısır'da faal olmaları el-Ezher Üniversitesi'ni İslami Birlik çağrısında ön ayak olmasını sağladı. el-Ezher Üniversitesi'nin bu çağrısı İslam dünyasının birçok âlimi tarafından benimsenip desteklendi.[10]
1937 yılında Şîî bir âlim olan Muhammed Tâki Kummî Mısır'a gitmiştir. Amacı, Ezher şeyhi olan Şeyh Merağî ile görüşmek ve mezhepler arasında bir yakınlaşma sağlamaktı. Bu şekilde mezhepler arasında bulunan münaferet azaltılacak ve ortadan kaldırılacaktı. Şeyh Merağî onun bu isteğine olumlu yaklaşmış ve kendisinden Ezher'de ders vermesini istemiştir. 1944 yılında İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine Muhammed Tâki Kummî memleketi İran'a dönmek zorunda kalmıştır. Mısır'a ancak savaşın bitiminden sonra dönebilmiştir. Bu süre zarfında da her iki mezhep ulemasından zevât, Muhammed Tâki Kummî'nin Mısır'da kurmak istediği Dâru't-Takrîb müessesine olumlu yaklaşmaya başlamıştı. 1947 yılında kurulan müessesenin yönetiminde gerek Şîî ve gerek Sünnî ulema yönetim kademelerinde görev almıştır. Bunlar arasında Ezher Camii Şeyhi olan Şeyh Abdülmecid Selim, İhvânü'l-Müslimîn lideri Hasan el-Bennâ, Filistin Müftüsü olan emin el-Hüseynî, Yemen Zeydiyye mezhebinin önde gelen simalarından olan Şeyh Ali b. İsmail, Ezher şeyhlerinden olan Allâme Şeltut ve Muhammed Tâki Kummî bulunmuştur. Müessese 1980 yılında İran-Irak Savaşı başlaması üzerine kapanmıştır. 2006 yılında Muhammed Tâki Kummî'nin oğlunun gayretiyle tekrar açılmıştır.
Günümüzde Yapılan Çalışmalar
Müessesenin günümüzde çalışmaları devam etmektedir. Bu başlık altında kısa da olsa yapılan çalışmalar hakkında kısaca bilgi vermeye çalışılacaktır.
a. İslamî Vahdet İçin Düzenlenen Sempozyumlar:
Düzenlenen sempozyumlar muhtelif İslam ülkelerinden birçok ulemânın bir araya gelip fikir alış verişinde bulunmasını sağlamaktadır. Bunun ötesinde önceden belirlenen hazırlanan sempozyum başlığı altında sunulan bildirilerle hem İslam âlemine ve hem de Batı dünyasına Müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde olduğu mesajları verilmektedir. Sempozyumda tanışan birçok âlim arasında sempozyum sonrasında da irtibat ve uhuvvet devam ettirilmektedir. Bu sempozyumlardan biri 28-19 Zilhicce 1415 yılında “Kur'an ve Sünnette İman ve Küfür” başlığı altında Türkiye'de düzenlenmiştir.
b. Dünya Müslümanlarını Ziyaret:
Müessese her yıl Müslümanların yaşadığı ülkeleri ziyaret etmeye çalışmaktadır. Şimdiye dek Türkiye, Etiyopya, Ürdün, Özbekistan, Ukrayna, Endonezya, Brezilya, Bosna Hersek, Pakistan, Sudan, Suriye, Suudi Arabistan, Kırgızistan, Kenya, Lübnan, Nijerya, Gana ve daha başka ülkelere bu ziyareti gerçekleştirerek dünya Müslümanlarıyla sılayı rahim ilişkilerini canlandırmaya gayret etmektedir.
c. İlmî Faaliyetler Merkezi:
Müessese tarafından 1991 yılında Kum şehrinde bir araştırma merkezi kurulmuştur. Bu merkezde ansiklopedik çalışmaların yanı sıra Sünnî-Şîî müşterekleri üzerine kitap ve makaleler yayımlamaktadır. Ayrıca geçmiş ulemânın eserleri üzerine yazılan şerhler de bu çalışmalar arasında zikredilmelidir. İlmî Faaliyetler Merkezi tüm bu çalışmalar haricinde daha birçok çalışmayı yürütmektedir. Bunlar arasında altını çizmemiz gereken en önemli bir diğer çalışma fıkıh, tarih, kelam, Kur'ân çalışmalarına dönük çıkarılan dergilerdir. Böylece, ilmî bir müşterek etrafında mezheplerin müştereklerinin ihtilaflarından ne kadar da çok olduğunu ortaya koyacaktır.
Sonuç
Vahdet, Müslümanlar için çok önemli bir gündemi oluşturmalıdır. Zira İslamiyet'e dair günümüzde yayın araçlarının da elverişli olması hasebiyle dünya kamuoyunda birçok iftira atılmaktadır. Aynı propagandalar mezhepler arası çatışmaları körüklemek amacıyla da yapılmaktadır ve yapılmaya da devam edecektir. İki yıl evvel Kudüs'te bulunduğumuz süre zarfında oradaki insanların zihinlerini bulandırma amacıyla Şîî Müslümanları karalayan bazı internet adreslerinin maillerine postalandığını konuşmalarımız esnasında öğrendik. “Şîîler şunu şunu yapıyor, buna inanıyorlarmış!” şeklindeki etkiyi de gözlemlemek doğrusu bu işi yapanların amaçlarına ulaştıklarını göstermekteydi. Adımın “Hasan Hüseyin” olduğunu öğrenen başka biri ise bana “Şîî misin” sorusunu sordu. “Bu isimleri almak için illa Şîî mi olmak lazım” dedim ve konuşmaya başladık. Gerçekten de Filistin'de Şîa'ya yönelik bir karalama kampanyası olduğuna ve “Selefî İslam”ın yaygınlaşmaya başladığına yaptığım gözlemler neticesinde ulaştım diyebilirim.
Bu durum ne şekilde devam eder bilemiyorum! Ama bildiğim bir şey var! O da bu durumun Filistin'e desteğini her türlü siyasî arenada dile getiren İran'a karşı Filistinlilerin kalbine öfke tohumları serpiştirmek. Müslümanların bu tür oyunlara gelmemesi gerekmektedir. Aksi halde “Allah'a ve elçisine itaat edin, çekişmeyin; yoksa gevşersiniz de gücünüz gider; sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”[11] ayetinin uyardığı durumuna düşülür. Oysa bunun mukabilinde topluca Allah'ın ipine sarılma düsturuna göre İslamî duruşun belirlenmesi gerekmektedir:
“Toptan Allah'ın ipine sarılın da ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın. Hani düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz de sizi oradan kurtardı. Allah, hidayete erişesiniz diye size ayetlerini böylece açıklar.”[12]
Allah'ın emrine uymak her halükarda Müslümanların üzerine bir vecibe olduğundan Dâru't-Takrîb gibi İslam mezhepleri arasında ihtilafa dayalı bir ayrılık yerine, vahdete dayalı bir dayanışma tesis etmeye çabalayan kurumların öneminin tüm İslam ülkeleri, yöneticiler ve Müslümanlar tarafından tekrar tekrar düşünülmesi ve desteklenmesi gereken bir tavırdır. Bu nedenle gerek Dâru't-Takrîb müessesesinin çalışmaları ve gerekse Müslümanların vahdeti için gereklilik arz eden şeylerin bir kamusallık oluşturularak dile getirilmesi gerekmektedir. Mevlâ nasip ederse derginin gelecek sayılarında konunun zikredilen önemine binaen bu minvaldeki yazılarımız devam edecektir.
Kaynakça
http://www.taqrib.info/turkish/index.php?option=com_content&view=article&id=112:ayetullah-burucerdi-ve-muesluemanlarn-birlii&catid=4:pshvayane-taghrib&Itemid=31#_edn1, Erişim tarihi: 06.11.13.
Hamaneî, Ayetullahi'l-Uzmâ Seyyid Ali, İslamî Birlik, (trc. Nurcan Altun), Feta yay., İstanbul 2013.
Serbestoğlu, İbrahim, “19. Yüzyılda Filistin'de Yahudiler Üzerinde İngiliz ve Amerikan Himayesi”, History Studies, 4/1, 2012, s. 490-495.
Soy, Hacı Bayram, “Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918'e Kadar”, Bilig, Yaz/ 2004, S. 30, s. 189.
Taşköprüzâde, Miftâhu's-Sa'âde, Kahire 1968.
*Arş. Grv., Afyon Kocatepe Ünv., Tarih Bölümü.
[2] Taşköprüzâde'nin (ö. 968/1561) belirttiğine göre, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'in ilm-i kelâmda iki lideri vardır. Birisi, Hanefî olan Ebû Mansûr el-Maturîdî, diğer de Şafiî olan Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'dir. Bkz. Taşköprüzâde, Miftâhu's-Sa'âde, Kahire 1968, s. 151.
[3] Âl-i İmrân Sûresi, 103.
[4] Hamaneî , Ayetullahi'l-Uzmâ Seyyid Ali, İslamî Birlik, (trc. Nurcan Altun), Feta yay., İstanbul 2013, s. 21.
[8] Soy , Hacı Bayram, “Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918'e Kadar”, Bilig, Yaz/ 2004, S. 30, s. 189.
[9] Serbestoğlu , İbrahim, “19. Yüzyılda Filistin'de Yahudiler Üzerinde İngiliz ve Amerikan Himayesi”, History Studies, 4/1, 2012, s. 490-495.
[12] Âl-i İmrân Sûresi, 103.
Kaynak: intizardergisi.com