İmam Musa Sadr ve Bir Zorunluluk Olarak Vahdet
imam_musa_sadr_by_montazerart-d488bus.jpg
İmam Musa Sadr’a göre; “İslam binası tek bir temele sahiptir. Dolaysıyla İslâm ümmeti de akide, inanç ve asli kaynak kabul edilen semavi bir kitaba sahip olmakla zaten birlik içindedir."

Vahdet İsteği

İmam Musa Sadr'ın hedef ve ideallerinden birisi de şüphesiz dünyadaki tüm Müslümanların vahdetiydi. Kum İslâmî İlimler Havzası'nda öğrenci olduğu dönemlerde konu üzerine düşünüyor ve değişik ilmî merkezlerde bunu dile getiriyordu. 1947 yılında henüz yirmi yaşını doldurmamış bir gençken bile Allame Emini'nin Necef'ten Tahran'a geleceğini ve burada kaç gün kalacağını işittiği zaman fırsatı ganimet bilip samimi arkadaşlarından biriyle Allame Emini'yi görmeye gittiler. İmam Musa Sadr, Allame Emini'nin huzurunda farklı birçok ilmî konuyu gündeme getirmenin yanı sıra düşman karşısında Şiî ve Sünnîlerin müttehid olması gerektiğini dillendirerek Allame Emini'nin konu hakkındaki görüşlerine bir de kendi şahsî görüşlerini ekledi.[1] Allah Teâlâ böylesine hayatî bir konuyu bir de onun dilinden duyurmayı istemişti sanki.

İmam Musa Sadr 1959'da Lübnan'a gittiğinde aynı yıl Ehl-i Sünnet ulemasıyla iyi ilişkiler geliştirmek için kolları sıvadı ve Lübnan'ın önde gelen Ehl-i Sünnet Müftülerinden Muhyiddin Hasan ile devamlı bir ilişki kurdu. Bu irtibat o kadar ilerlemişti ki halk; Gadir-i Hum, Ramazan ayı, Aşura,Tasua…gibi münasebetlerde bu ikiliyi genellikle yan yana oturuyor görmeye alışmıştılar. Her ikisi bir camide minbere çıkıyorlardı ve tüm Müslümanlar bilcümle Şiî ve Sünnîler genellikle bu ikilinin sözlerini dinliyorlardı.[2] Bu ilişki öyle bir dereceye gelmişti ki, ikiliyi tanımayan biri başka bir şehirden gelse ve onları görecek olsa hangisinin Sünnî hangisinin Şiî olduğunu çıkaramazdı.

İmam Musa Sadrdiyordu ki:

"Şii ve Sünnîarasında hiçbir ihtilaf yoktur. Bizler bir bütünün iki parçalarıyız."[3]

İmam Musa SadrLübnan'da 1963'te vahdete giden faaliyetlerini resmen başlattı. Tarihî bir kararla iki aylığına Kuzey Afrika ülkelerini kapsayan yurtdışı gezisine çıktı ve bu gezide Mısır, Cezayirve Fas'taki İslâmî merkezler ile Lübnan'daki merkezler ve İslâmî İlimler Medreseleri arasında köprü kurulmasını sağladı.

Tarihî Mektup

 “Lübnan Şiî Yüksek Konseyi” kurulduktan ve 23.05.1969 cuma günü İmam Musa Sadr bu meclisin başkanlığına geldiği zaman yaptığı heyecanlı konuşmasında hazır bulunanlara (Lübnan'ın ilmî, siyasî, dinî ve kültürel şahsiyetleri ile dönemin cumhurbaşkanı da bu oturumda hazır bulunmuşlardı) geldikleri için teşekkür ettikten sonra programını açıkladı. Bu programda özellikle iki maddeye vurgu yaptı. Bu iki madde şunlardı:

1- Müslümanlar arasında tefrikanın ortadan kalkması ve vahdetin oluşması için esaslı faaliyetlerin yapılması.

2- Ülke birliğinin korunması için bütün etnik ve dinî gruplarla ilişkilerin geliştirilmesi.

Bu program bir hafta sonra meclis tarafından ilan edilen ilk duyuruda da tekrar dile getirildi ve Lübnan'daki tüm ulusal gazetelerde yayınlandı. İmam Musa Sadr bu hususta konuşma ve duyuru ilanıyla yetinmedi. Ekim 1969'da Lübnan'ın Ehl-i Sünnet Müftüsü Şeyh Hasan Halit'e daha önce eşine rastlanmamış tarihî bir mektup yazıp mezhepler arasındaki vahdete vurgu yaparak bu hususta ciddi ve kapsamlı çalışmaların bir an önce başlatılmasını istedi. Aşağıda bu mektubun tam metnini vereceğiz:

Bismillahirahmanirahim

Lübnan'ın değerli müftüsü kardeşim Şeyh Hasan Halit'e

Allahın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun…

Ümmetimizin derin düşüncelere daldığı ve her taraftan muhasara altına alınarak geçmiş ve geleceğimizin yok edilmeye çalışıldığı şu zorlu günlerde Müslümanların kapsayıcı bir vahdete muhtaç olduğu bariz bir şekilde görünmekte ve her geçen gün biraz daha fazla kendini hissettirmektedir. Müslümanların önlerini iyi görmeleri, tarihlerini yazıp geleceklerini kurmaları ve mesuliyetlerini yerine getirip özgüvenlerini kazanabilmeleri için gevşemiş saflarını ve birbirlerinden ayrı olan faaliyetlerini birleştirmeleri gerekir. Güçlerin birleştirilmesi ve bunların işlevselliğinin artırılıp geliştirilmesi peygamberlerin ve onların vâsilerinin öncelikli dini hedefleri olmuş hayatî bir meseledir. Bu vahdet slogan veya yazılı bir söz şeklinde olmamalıdır. Aksine düşüncenin nuru ve kalbin hareketi, yolumuzu belirlemede ve geleceğimizi kurmada temel olmalıdır. Bu da ancak fevkalade bir çaba ve insanın derunundan, telaşından ve gece gündüz çalışmasından kaynaklanan özel bir çabayla müyesser olur. Öyleyse bu durumda başkalarına örnek olacak bir vahdete sahip olmalıyız.

Azizi kardeşim! Mütevazı tecrübelerimi sizinle paylaşacak olursam; hatırlarsanız on dört ay önce "Daru'l İfta"daki görüşmemizde size Müslümanların aklen ve kalben sağlam duygusal ve fikrî temeller üzerine inşa edilecek derin bir vahdete ancak iki yolla sahip olabileceklerini söylemiştim. Bu iki yol şunlardır:

1-Fıkhın Birleştirilmesi:

Bildiğiniz gibi İslâm binası tek bir temele dayalıdır. İslâm ümmeti de inanç bakımından aynı kaynağı kabul etmekte ve semavi kitaba sahip olma hususunda görüş birliği içerisindedirler. Temel noktada bir oldukları gibi diğer cüz'i konularda da birlik olmaları gerekir. Cüz'iyatta vahdetin tahakkuk bulması veya en azından tarafların birbirilerine yakınlaşması salih seleflerimizin ve duyarlı âlimlerimizin hayallerini süsleyen bir konudur. Bildiğiniz gibi Şeyh Ebu Cafer b. Muhammed b. Muhammed b. Tusî bundan bin yıl önce “Tatbikî fıkıh” alanında Hilaf adlı kitabı kaleme almış, Allame Hilli (Hasan b. Yusuf b. Mutahar) de El-Tezkire kitabını yazmakla Şeyh Tusî'nin yolunu devam ettirmiştir.

Tatbikî fıkıh, fıkhî vahdetin kendisine bağlı olduğu mübarek bir çekirdektir ve şer'î ahkâmın vahdeti bununla kâmil olmaktadır. Bundan otuz yıl önce el-Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi Dekanı Merhum Ali Ekber Şeyh Mahmud Şaltut, Merhum Şeyh Muhammed Medeni ve Seyyid Abdulhüseyin Şerefuddin, Şiîlerin büyük Mercii Merhum Ayetullah Seyyid Hüseyin Burucerdi, değerli insan Allame Şeyh Muhammed Taki Kumî ve Allame Tabatabai gibi İranlı, Iraklı ve Lübnanlı âlimler Kahire'de “Daru'l Takrib el-Beyne'l Mezahib el-İslamiye” (İslamî Mezhepleri Yakınlaştırma Müessesesi) adında bir merkez kurdular. Yakınlaştırma kurumu yaptığı hizmetlere ilave olarak Müslümanların Kur'an'dan sonra başvuracağı ikinci kaynak kitap olarak –rahmetli babam Seyyid SadruddinSadr'ın Fi Ahbar-i Hasse ve Amme adlı kitabı yazması bu düşünceleri hayata geçirmişti- peygamberden elimize ulaşmış ve tüm İslâmî mezheplerin üzerinde ittifak ettikleri hadisleri toplama düşüncesini hayata geçirmeye çalıştı. Bu çalışma Peygamber Efendimizin (s.a.a.) sünnetini kapsayan hadislerin, tek ve güvenilir bir yerde toplanması yolunda atılmış olumlu bir adımdır. Bu merhalede bu âlimlerden bazıları ve başka âlimler fıkıh ve İslâm mezhepleri hakkında araştırmalarını ve eserlerini sundular. Daha sonra fıkıh ansiklopedisini yazmaya sıra geldiğinde ise Şam Üniversitesi El-Musuâ el-Fıkhiye adlı kitabı, el-Ezher Üniversitesi Musuâ Abdulnasır el-İslami adlı kitabı ve büyük âlim Seyyid Muhammed Taki Hakimde tatbikî fıkhın genel ilkeleri hakkında birer kitap yazdılar. Biz bu yapıcı çalışmaların ilk semeresini çeşitli İslâmî fırkalara mensup âlimlerin fetvasında açıkça müşahede etmekteyiz. Görünün o ki, Allah'ın izniyle fıkhî vahdete ulaşmamıza sadece birkaç kaç adım kalmıştır.

2- Ortak Çalışmalar:

Ortak çalışmalar, bizim Lübnan'da içinde bulunduğumuz durum gibi istisnai durumlar için daha uygun olabilir ve bununla daha erken sonuç alınabilir. Ortak çalışmalardan amaç tarafların muhtelif hedeflerinin tahakkuku için harekete geçmelerini sağlamaktır. Bu yol vahdet arayışının kazanımlarından biri sayılmaktadır. İki savaşçının ortak bir amaç için tek meydanda sırt sırta verip mücadele etmesi gönüllere huzur vereceği gibi karşılıklı güven duygusunu da artırır. Böylece ilk etapta itikadî ve duygusal birliktelik kendisini göstermiş olur. Örnek olması açısından bu hedeflerden bazılarını zikredeceğiz.

a-Şer'î Hedefler: Şer'î hedeflerden kasıt, dinî bayramları, ezan gibi dinî sloganları ve namaz gibi dinî ibadetleri tekleştirmedir. Örneğin, bayram günlerinin çokluğundan ve tatillerin düzensizliğinden kaynaklanan sorunları aşmak ve bütün Müslümanların aynı günde bayram etmelerini sağlamak için ilmî yöntemlerle hilalin gözetlenip ufuktaki zaviyelerinin belirlenmesi önerisi kabul edilebilir. Aynı şekilde herkesin kabul edebileceği bir ezan şekli belirlenebilir.

b-Sosyal Hedefler: Sosyal hedeflerden kasıt, ortak çalışma alanlarının geliştirilmesi, cehalet ve yolsuzlukla mücadele, yetimlerin korunması, mazlumların hayat şartlarının iyileştirilmesi gibi toplumsal faaliyetler olabilir. Bu amaçla bazı müesseseleri kurabiliriz veya var olan müesseseleri etkinleştirebiliriz.

c-Ülkeyle Sınırlı Hedefler: Ülkemizin bir an önce vahdete kavuşması hususunda paylaştığımız duygularda şüphe var mıdır? Filistin'in özgürlüğü için birlikte etkin bir şekilde çalışmanın gereksinimi, düzenbaz düşman karşısında Lübnan'ı koruma görevi, mukaddes Filistinli güçleri savunma mesuliyeti, her an saldırma ihtimali olan düşmana karşı hazırlıklı olma, kardeş Arap ülkeleriyle işbirliği, sömürünün Lübnan'da yok edilmesi ve İsrail'in kendisine saldırmaktan korkması için Lübnan'ın bilhassa da Güney Lübnan'ın korunması gibi hedefler hakkında en ufak bir ihtilafımız yoktur. Lakin bu hedeflere ulaşmak için dakik bir araştırma yapılmalı, görevler belirlenmeli, vatandaşların kendi aralarında, yöneticilerle ve kardeş Arap ülkeleriyle uyum içinde olmaları gerekmektedir. Bütün dünya Müslümanlarının ve vicdan sahibi insanların güçlerini bir araya getirilmeliyiz. Sorunların çabucak çözülmesi ve daimi faaliyetler arasında uyumun sağlanması için bizler de bu göreve katılmalı, bunların tahakkuk bulması için icrai programlar ile gerekli yönetmelikleri birlikte incelemeli ve elimizden ne geliyorsa onu yapmalıyız. Bunlar size önermek istediğim konulardan sadece bazılarıydı. Meseleyi bütün yönleriyle incelemesi ve uzmanların hemen işe başlaması için ortak komiteler kurulması emrini vermenizi ümit ediyorum.

Bu mektubu imzalamadan önce mübarek Ramazan ayının yaklaştığını hatırlatmak isterim. Bildiğiniz gibi mübarek Ramazan ayı Müslümanların şanlı tarihlerine geri dönmeleri için kahramanlık ruhunu gençlerde canlandıracak eşsiz bir fırsattır. Bu yüzden bir an önce "Daru'l İfta"nın mesullerine “ŞiîYüksek İslâm Şurası” tebliğ ve yayın komitesi üyeleriyle irtibata geçme emrini vereceğinizi umutla bekliyorum. Aynı şekilde güzel programların sunulması, bu aya uygun bir ortamın oluşturulması ve gençlerin gönlünde kahramanlık ve hak istemini yeniden canlandırmak için etkin ve uzman müminlerin tebliğ çalışmalarına katılmaları sağlanmalıdır. İslâm için, mutlak iyilikler için, Şiî Yüksek Komisyonu'ndaki kardeşleriniz için ve sizi kalpten seven dostlarınız için sağlığınıza duacı olduğumu belirtmek isterim.

Fıkhî Vahdet

İslam'ın önde gelen şahsiyetleri ile mezhep taraftarları arasında vahdet konusunda birinci derecede olumlu ve olumsuz olmak üzere mevcut iki görüş vardır. Konuyu olumsuz yönden ele alanlar Şia ile Ehl-i Sünnet arasında ortak hiçbir noktanın olmadığını ve bu iki mezhebin bütün alanlarda her şeyi ile birbirlerinden farklı olduğunu söylemiş ve bu iki mezhep arasında vahdeti gerektirecek delil ve imkânlar olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüşü savunanlar her ne kadar sadakatlerinden veya iyi niyetlerinden ötürü bu sözleri dile getiriyorlarsa da diğer görüşü benimseyenlere oranla azınlıktadırlar. Tarih boyunca İslâm düşmanları ve sömürgeci güçler bu görüşten istifade etmiş ve İslâm dünyası için büyük sorunlar yaratmışlardır. Bu konu çok açık olduğu için açıklama gereksinimi hissetmiyoruz.

Lakin konuya olumlu yaklaşanlar, konunun mahiyet ve niteliği hakkında ihtilafa düşmüş ve birkaç farklı gruba ayrılmışlardır. Birinci grubun taraftarlarına göre; konunun mezheplerin vahdetiyle hiç bir ilgisi yoktur ve her ne olursa olsun her mezhep kendi usul ve furuâtını korumalıdır. Zira vahdeti oluşturacak olan güç, mezhep taraftarlarının bizzat kendisidir ve bu taraftarlar kendi mezheplerinin usul ve furuâtını korumanın yanı sıra diğer mezhep taraftarlarıyla da müttehid olabilirler. İmam Musa Sadr'a göre, bu nazariye gereklidir; ama yeterli değildir. Buna ilave olarak pratikte bu nazariyenin tahakkukunu imkânsız kılan bazı problemler vardır.

Diğer gruba göre ise bütün İslâm mezhepleri kendi hüviyetlerini korumalı ve mezhepler arasındaki ortak noktalar ekseninde birliğe gidilmelidir. Gerçi bu alanda takdire şayan bir takım girişimlerde bulunuldu. Nitekim Merhum Şeyh Tusî bu alanda değerli Hilaf kitabını yazdı. Allame Hilli Tezkire kitabını kaleme aldı. Bugün Şiî ve Sünnî düşünürleri de bu alanda farklı kitaplar kaleme almaya başlamışlardır. Bu nazariye, önemli bir nazariye olmasına rağmen sadece âlim ve düşünürler arasında taraftar bulmuş, sayıları milyonlarla ifade edilen hak kitleleri tarafından ise pek ilgi görmemiştir.

Büyük olasılıkla öncülüğünü İmam Musa Sadr'ın yaptığı üçüncü grup ise önceki nazariyelerin taraftarlarına saygı göstermekle birlikte bu nazariyeleri yeterli görmemiş bu yüzden fıkhi vahdet adında yeni bir nazariye öne sürmüşlerdir. İmam Musa Sadr'a göre; “İslam binası tek bir temele sahiptir. Dolaysıyla İslâm ümmeti de akide, inanç ve asli kaynak kabul edilen semavi bir kitaba sahip olmakla zaten birlik içindedir.”[4]

İmam Musa Sadr, 1970'te Kahire'deki senelik “İslamî Konular Mecmuası” konferansına katılıp ilmî şahsiyetler huzurunda ayrıntılı bir şekilde bu konuyu dillendirdi ve bu husustaki nazariyesini konferans yöneticilerine sundu. Bu nazariye konferansta hazır bulunanların ekseriyeti tarafından kabul gördü ve İmam Musa Sadr'ın bu mecmuanın daimi üyesi olmasına neden oldu. Buna ilave olarak o, Kahire baskısı el-Musevver dergisiyle yaptığı söyleşide gazetecinin vahdet hakkındaki sorusunun cevabında şöyle dedi:

"…Bu mesele fıkhî vahdetin meydana gelmesiyle mümkündür. Çeşitli mezhep âlimlerinin boş ve fayda vermeyen görüşmeleriyle bu vahdet sağlanamaz. Zira her mezhep, kendi taraftarının yüreğinde kök salmış filizlenmiştir. İslâm ümmetinin önde gelen âlimlerinden oluşan bu mecmuanın böyle bir hedefi gerçekleştireceğini ümit ediyorum. Kahire'nin İslâm dünyasında özel bir yeri vardır ve bu özelliğiyle vahdet hedefinin gerçekleşmesinde önemli bir rol alabilir …"[5]

İmam Musa Sadr, mezhep öncüleri, değişik fırkalardan fakih ve düşünürlerden oluşan ilmî tartışma ve toplantılarında her fırsatta mezheplerin yakınlaştırılması meselesini gündeme getirerek fıkhî vahdet projesini açıklamaya çalışıyordu. Nitekim sonraki yıl yani 19.4.1971 tarihinde “İslamî Konular Mecmuası” konferansının altıncı kongresine katıldıktan sonra gerek Süveyş Kanalı'ndaki cephede, gerekse Mısır'ındiğer savaş bölgelerinde işgalci İsrail'e karşı savaşmanın önemine değindikten sonra İslâm ümmetinin vahdetini, bilhassa dinî hükümlerde vahdetin önemini savundu.[6] Aynı şekilde 1973 tarihinde yıllık “İslam Düşüncesini Tanıma” konferansına katılmak için gittiği Cezayir'de el-Mücahid dergisine verdiği röportajda konuya değinerek düşüncelerini bir kez daha İslâmî kamuoyuyla paylaşma fırsatı buldu.[7]

İmam Musa Sadr'ın fıkhî vahdetten kastı, mezhep imamları arasındaki ihtilafın tamamen ortadan kaldırılması, fıkhî meselelerde müşterek bir fetvanın yayınlanması değildi. O, ümmet arasındaki ihtilafları fıkhın tekâmülüne etken, içtihad ve müçtehidin ise faal olmasının ana faktörü biliyordu.

İmam Musa Sadr konu hakkında diyordu ki:

"Ümmet arasındaki ihtilaflı konular teori bazında ele alınacak ve ilmî nazariye mahlasıyla gündeme gelecek olursa mezhepler bereket nedeni ve ilerleme kaynağı olurlar. Lakin bu ihtilaflar dinî vecibeler için birer fetva niteliğini taşırlarsa, bu durum fetvaya tabi olanların birbirlerinden uzaklaşmasına neden olur. Dolayısıyla nazariyelerin ihtilaf ve farklılık nedeni olmaması için bunların müşterek bir fetva ve vecibe ile sonuçlanması gerekir."

İmam Musa Sadr bu görüşün pratikte olası olduğunu göstermek için de Ramazan ve Şevval ayında hilalin görünmesi, dinî bayramlar, ezan ve hac farizası gibi konuları örnek olarak göstermektedir. Musa Sadr diyor ki:

"…Örneğin, bayram günlerinin çokluğundan ve tatillerin düzensizliğinden kaynaklanan sorunları aşmak ve bütün Müslümanların aynı günde bayram etmelerini sağlamak için ilmi yöntemlerle hilalin gözetlenip ufuktaki zaviyelerinin belirlenmesi önerisi kabul edilebilir. Aynı şekilde herkesin kabul edebileceği bir ezan şekli belirlenebilir…"[8]

İmam Musa Sadr, fıkhî vahdet önerisini ilk kez Ekim 1969'da Lübnan'ın azam müftüsü Şeyh Hasan Halit'e yazdığı mektupta dile getirmişti. Bugün o önerinin üzerinden tam otuz sekiz yıl geçmiştir.[9] Bugünün küresel dünyasında ve bilhassa küçük bir kasabaya dönüşmüş İslâm dünyasında fıkhın birleştirilmesi önerisinin amelî kılınmasının zarureti kendini daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Amerika önderliğindeki dünya istikbarı her geçen gün uyduruk bahanelerle İslâm düşmanlığı yapmakta, her an yeni bir İslâm ülkesine saldırıp topraklarını sömürmektedir. Bu yüzden bu küçük İslâm kasabasının değişik mahallelerinden yükselen farklı seslerin çıkması ve birbirleriyle irtibat halinde olmayan hareketlerin uyumsuz çalışmalar içine girmesi caiz ve mantıklı değildir. Tabi ki bu denli önemli bir işin tahakkuk bulması o kadar da rahat değildir. Bunun hayata geçirilmesi için İslâm dünyasının büyük fakih ve düşünürlerinin konuyu incelemeleri ve bunun amelî kılınması için himmet etmeleri gerekir. Nitekim İmam Musa Sadr da bu gerçeğe teveccüh etmiş ve Şeyh Hasan Halit'e yazdığı mektubunun bir bölümünde şunları dile getirmiştir:

"… Bu hedeflere ulaşmak için dakik bir araştırma yapılmalı, mesuliyetler belirlenmeli, vatandaşların kendi aralarında, yöneticilerle ve kardeş Arap ülkeleriyle uyum içinde olmalı ve bütün dünya Müslümanları ile vicdan sahibi insanların güçlerini birleştirmelidir. Sorunların çabucak çözülmesi ve daimi faaliyetler arasında uyumun sağlanması için bizler de bu göreve katılmalı, bunların tahakkuk bulması için gerekli icrai program ve yönetmelikleri birlikte oturup enine boyuna incelemeli ve elimizden ne geliyorsa onu yapmalıyız…"[10]

 


[1]    Name-i Mufid, Sayı 16, Yıl 13, Ayetullah Musevi Erdebili'nin rivayeti.

[2]    el-Sadr el-Hevar, Merkez el-İmam el-Sadr Lilebhas ve el-Derase, Beyrut, 1418.

[3]    A.g.e.

[4]    İmam Musa Sadr'ın, Şeyh Halit'e yazdığı mektuptan.

[5]    Bu röportajın tam metni 7.3.1970 tarihinde Lübnan'ın el-Envar gazetesinde yayınlandı.

[6]    Bkz. el-Muharar gazetesi, Beyrut, 20.4.1971.

[7]    Bkz. el-Mücahid dergisi, Sayı 678, 1973.

[8]    Daha önceden de zikredilen Lübnanlı Müftü Şeyh Hasan Halit'e yazdığı mektubun bir bölümü.

[9]    Burada ve benzeri ifadelerin geçtiği yerlerde kitabın yazıldığı tarih göz önünde bulundurulmalıdır.

[10]   Bkz. Abdurrahim Ebuzeri, a.g.e., s. 278.

 

Kaynak: Abdurrahim Ebuzeri, Lübnan'da Direniş'in Mimarı-İmam Musa Sadr, Feta Yayıncılık, İstanbul, 2012