İman amel ilişkisi
islam2l_dotyk-400-16x9.jpg
Bir şeyin hak olduğunu bilmek iman için yeterli gelmemektedir. İmanın tahakkuku için bu bilginin gereğince hareket edilmesi, kalbin tam kanaat getirdiği bu bilginin lazımesinin eda edilmesi gerekmektedir. ‘Hüsn-ü fiilî' ‘hüsn-ü fâilî' ile değer kazanabilir ve insanın kemale doğru yolunda bir işleve sahip olabilir. İnanç ile amel birbirini çeken zıtlığı kabul edemeyen iki olgu gibidir.

Bismillahirrahmanirrahim

 

 

Cevher Caduk (İlahiyatçı-öğretmen)

Din kavramı

Sözlük anlamı olarak din ‘karşılık' ‘ceza' ‘itaat' ve ‘boyun eğme' gibi anlamlara gelir. Bu anlamları temelde iki anlam altında toplayabiliriz. Birine veya bir şeye ödül olsun ceza olsun karşılık verme ve bir kişi, grup ve kliğe boyun eğme. Kuran-ı Kerim'de, sözcüğün, bu iki anlamını kullanıldığını görmekteyiz.

"O, din gününün sahibidir" (1/el-Fâtiha/4)

Boyun eğme, şeriatine tabi olma ve itaat etme anlamları için de şu ayeti örnek gösterebiliriz. "İbrâhim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Ya‘kub da. "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti; öyleyse yalnız O'na teslim olmuş müminler olarak can verin!” (dediler).' (2/el-Bakara/132)(1) Şu ayet ise bir öncekinden daha belirgindir. “Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra da su kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf'a böyle bir tedbiri öğrettik, yoksa Allah dileyip bunu öğretmeseydi kralın kanununa göre kardeşini alıkoyamazdı. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” (12/Yusuf 76)(2) Ayetin orijinalinde geçen “ف۪ي د۪ينِ الْمَلِكِ” ifadesi meliğin hükümlerine ve onun yasalarına göre anlamına gelmektedir.

Bir terim olarak din; dünya ve ahirette insanları saadete ulaştırmak, onlara yol göstermek ve hakikate ulaştırmak için rasul ve nebilerin Allah'tan getirdikleri ilahî şeriatlerdir. Bu ilahî şeriatlerin hükümlerini inanç, amel ve ahlak olarak taksim edebiliriz. Tanımda da görüldüğü üzere din insan içindir ve amacı insan denen varlığın dünya ve ahirette saadetidir.

‘rasul' ve ‘nebi' sözcükleri ise dinin ilahi seçki ve mesajın sağlıklı bir şekilde insanlara ulaştırılması boyutuyla bağlantılıdır.

Dinin sacayakları 

Dinin getirdiği hükümleri ve mesajları iki ana başlık altında toplayabiliriz.

İlk bölüm; akide ve inanç bölümüdür. Bu tür hükümlere ana hatlarıyla dinin aslî ilkeleri anlamında usul-u din de denilir. İnanç ilkelerinin merkezi, yükümlülük çağına girmiş bireyin kalbidir. İlerde de ele alacağımız gibi akıl inanç ilkelerinin doğruluğunu kavrama ve delillendirme noktasında yardımcı bir unsur olsa da asıl merkez kalptir. Ehl-i Sünnet'in amentü ilkeleri, Mutezile'nin usul-u hamsesi, Ehl-i Beyt'in mektebinin tevhid, nübüvvet ve mead diye üçlü sistematik şeklinde sunduğu bütün bu inanç ilkeleri kalp eksenli ve akıl temelli olarak sağlamlaştırılmalıdır.

Bunlara usul-u din denilmesinin nedeni izahtan varestedir. Zira bunlardan herhangi birisinde vuku bulacak bir gedik ve eksiklik dinin bütününe yönelik bir kasıt anlamı taşır. Halbuki dinin ameli veya ahlakî boyutları her ne kadar kendi çapında bir öneme haiz olsa da onlarda meydana gelecek bir eksiklik dinin yıkımı değil de dinin kemalinin eksikliği olarak değerlendirilebilir. Hele bir de içtihad temelli bir kabullenmeme söz konusuysa zarurat-ı diniyyeye varmadığı müddetçe dinden çıkma ve söz konusu görüşü din dışı olarak algılama mümkün değildir.

Dile getirilmesi gereken diğer bir husus da yükümlü bir birey Peygamber'in Rab Teala tarafından insanlığa ulaştırdığı bütün ameli ilkeleri hayatına pratize etse de iman ilkelerinden birisini (tevhid, nübüvvet ve mead) yerine getirmese söz konusu pratik eylem ve davranışlarının kendisine bir yararı dokunmaz.

İkinci bölüm; amelî hükümler ve öğretilerdir. Bunlar füru-u din olarak da isimlendirilir.

Hayat ve din 

İnsan hayatı boyunca ister farkında olsun ister farkında olmasın bir kemali ve saadeti arar ve ona aşıktır. Güzelliklere arzu ve iştiyakla bakar. Hayatı güzel bir şekilde değerlendirmek ve zamanı dolu dolu yaşamak ister. İnsan fıtratı bunu gerektirmektedir. Dolayısıyla gafil olmayan insanların hayatında bir ehem-mühimm dengesinden bahs etmek mümkündür. Akıl da buna hüküm etmektedir. Kısa olan şu hayatı ve ömür sermayesini zaman geçtikçe tükettiğimize göre saadet ve kemal sebeplerine ve vesilelerine sürekli tutunmaya ve yapışmaya çalışmalıyız. Yeri gelmişken İslam kültürü ile Batı kültürünün insan ve haz tasavvuru ayrıca incelenmelidir.

Genelde bütün semavi dinler özelde de İslam dini çerçevesinde meseleye baktığımızda karşımıza çıkan temel soru şu: Dinin insan hayatındaki rolü nedir?! Bu sorunun cevabı detaylı olmakla birlikte üç ana başlıkta toplayabiliriz.

a- Tefekkür ve kanıt.

b- Aklı işlevsel hale getirme, nazar, özgür ve özgün      düşünme.

c- Dinin temel umdelerinden sayılan ahlakî ilkelerin toplumda yerleşmesi.

Din insan düşüncesini temel bir noktaya yöneltmek ister. Bu da insanın yaratılış gayesi olan dünya ve ahiret saadeti için hayat hakkında derin düşüncelere ve hedeflere dalmak ve bu tefekkür ameliyesinden ‘burhan', ‘hüccet' ve ‘delil'ler edinmektir.

Allah-u Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kur'an'ı okuyup düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?” (47/Muhammed/24) ve “Onlar, Yahudi veya hıristiyan olanlar hariç, hiç kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların kuruntusudur. De ki: Eğer sözünüzde doğru iseniz kesin kanıtınızı getirin!” (2/el-Bakara/111)

İlk ayette zarif bir nükte ve bir mecaz söz konusudur. Şöyle ki Allah-u Teala kalpleri, kilitli kapılara benzetmiştir.(3) Öyle ki Allah-u Teala Mekkeli müşrikleri, Medineli münafıkları ve kalplerinde hastalık bulunanları aklî bir kanıttan ve kalbi etkileyen hiçbir sözden etkilenmeyen kimselere benzetmiştir. Kur'an'ın ön gördüğü insan türü aklî sözlerden mantıkî olarak ve kalbe yönelik sözlerden ise kalbî olarak etkilenen insandır. Bir diğer ifadeyle burhana ve Kuranî yakîne sahip olan veya en azından bunun için çabalayan insan Kuran'ın insanıdır.

Mekârim Şîrâzî'nin belirttiği gibi ikinci ayet bize iki şeyi öğretmektedir:

İddia sahibinden iddiasını destekleyecek delil ve burhan.

Toplumda mantıkî düşüncenin yerleşmesi.(4)

Söz konusu bu iki ayet tefekkür, teemmül, taakkul ve nazar noktasında bizi teşvik etmektedir.

Tefekkür ve nazar ile ilgili rivayetler 

Olaylara ibret ve nazar gözüyle bakmak, önceki ümmetleri ve tarihî verileri incelemek, evrene tefekkür nazarıyla bakmanın ve derin kavrayış sahibi olmanın önemi hakkında Rasûlullah'tan (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamlarından çokça hadis aktarılmıştır. Kalbin duyu organlarının açılması Ehl-i Beyt İmamları tarafından hidayete açılan kapı olarak değerlendirilmiştir. Biz bunların bir bölümünü sunacağız.

1- İmam Sadık (a.s.) "Kur'an'ı okuyup düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?" ayeti hakkında şöyle buyurmaktadırlar: “Senin bir kalbin ve bir de işitme organların vardır. Allah bir kimseye hidayet vermek isterse onun kalbinin duyu organlarını açar. Eğer Allah hidayet dışında başka bir şeyi murat ederse onun kalp kulaklarını kapatır ve o asla bir daha salaha erişmez.”(5)

2- Hasan es-Saykal şöyle der: Bir saatlik tefekkürün geceyi kıyamla geçirmekten daha mı hayırlıdır diye İmam Sadık'a sordum. İmam: “Evet, Rasûlullah (s.a.a.) da bir saatlik tefekkürün geceyi kıyamla geçirmekten daha hayırlı olduğunu belirtti.”(6)

3- Hz. Ali'nin (a.s.) Ashabından Ben-i Rebîa b. Mâlik'ten Hür b. Sehm b. Tarîf isminde birisinin Kisrâ'dan kalma eserlere bakıp el-Esved b. Yafur'un

"Yeller esiyor konaklarının mekanlarına, sanki belirlenmiş bir vakitleri vardı da gelip geçtiler" beytini dile getirdiğini görünce Ali (a.s.) Ona “Keşke "Onlar geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, Ekinler, güzel konaklar Ve zevkü sefa sürdükleri nice nimetler! İşte böylece biz de onları başka bir topluma miras bıraktık. Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi." (44/ed-Duhân/25-29) ayetlerini okusaydın ya! Bunlar varisti ancak onlara varis olundu. Onlar nimete şükür etmediler. Böylece günahları yüzünden dünyaları ellerinden alındı. Sakın nimetlere nankörlük etmeyiniz ki intikamlara maruz kalmayasınız. Şu bölgede konaklayınız”(7)

Tevhid önderi bu konuşmasında da dikkatleri tarihi olaylardan ibret almaya ve geçmişe ibretle bakmaya çekmektedir. Zira Ali (a.s.) bu sözleri Medain harabelerinin yanından geçerken söylemiş ve Kur'anî bir örnek de sunmuş, Duhân suresinin 25-29 ayetlerini yurtları virane hale gelmiş bir beldeye ve bir topluma uyarlamış, Kur'an'ın canlılığına bir kanıt sunmuştur. Zaten Ehl-i Beyt İmamları Kur'an'ın uyarlama yöntemiyle canlılığına ilişkin genel hükümler verdikleri gibi bazen bazı ayetlerde uyarlama yöntemi dediğimiz yöntemlere de gitmişlerdir.

4- Hz. Ali (a.s) Nehcü'l-Belâğa'nın 193. Hutbesinde şeytanın tutumu hakkında açıklamalarda bulunmakta ve ibret almamızı bize emretmektedir. O şöyle buyurmaktadır:

“O gereksiz yere kıskandı ve Âdem'e karşı yaratılışıyla övündü, onun aslına karşı asabiyet güttü. O asabiyet davasında aşırılığa gidenlerin önderi, büyüklenenlerin öncüsü, Allah'ın düşmanıdır. O asabiyetin temelini kurdu. Zorbalıkla Allah'la çekişmeye kalkıştı; izzet libasına büründü, tevazu maskesini çıkardı.

Allah'ın onu büyüklenmesinden dolayı nasıl küçülttüğünü, kendini yücelttiğinden dolayı nasıl alçalttığını, böylece dünyada kovulmuş kıldığını, ahirette de kendisi için alevli ateş hazırladığını görmüyor, düşünmüyorsunuz!”(8)

5- Rasûlullah (s.a.a.) İslam ahlakının temelinin iyilik olduğunu hatta kötülüğe dahi iyilikle karşılık verilmesi gerektiğini belirtmek üzere şöyle buyurmaktadır:

Eb'ul Ahvas (r.a.)'in babasından rivâyete göre, şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü! dedim; bir kimseye uğrarım fakat beni misafir edip ağırlamaz o da bana uğradığında ben de ona onun yaptığının aynısını yapayım mı? Rasûlullah (s.a.a.): “Hayır sen onu misafir et ve ağırla” buyurdular.

Beni eskimiş elbiseler içerisinde gördü ve senin malın var mıdır diye buyurdular. Ben de her türlü maldan; deve ve koyundan Allah bana bolca vermiştir dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.a.): “Öyleyse bu nimetin izi üzerinde görünsün” buyurdular.(9)

“Herkes iyilik yaparsa biz de yaparız herkes haksızlık yaparsa biz de haksızlık ederiz diyen kimseler gibi olmayın, fakat kendinizi iyilik yapanlara karşı iyilik yapmaya kötülük yapanlara karşı da haksızlık yapmamaya hazırlayınız”(10)

Din ve dini öğretiler ahlakın temel dinamiklerinden ve bireyin benliğine evrensel ahlakî ilkelerin muhkem hale gelmesine yardımcı unsurlardan olarak kabul edilir. Ahlakî ilkeler insanın fıtratında kendiliğinden bulunmaktadır. Ancak din bu noktada teyit edici ve muhkemleştirici bir rol görevi görür. Beri taraftan insandaki nefsani eğilimler ve dürtüler kontrol altına alınmazsa insan sınır tanımaz bir varlık haline dönüşür ve bütün lezzet ve hazları tatmak için elinden gelen gayreti gösterir. Belki de İslam'ın insan tasavvuru ile Batı'nın İslam tasavvuru arasındaki fark biraz da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü Batı medeniyeti olaya haz ve lezzet eksenli bakarken İslam fıtrat ve maneviyat eksenli olarak bakmakta ve insanın saadetinin başka başka şeylerde olduğuna dikkat çekmektedir. Teori de bu ayrım göze çarpsa da pratik yansıma pek de öyle görünmemektedir. Arınma ameliyesinden geçmeyen ve geçmeyi bir ihtiyaç olarak görmeyen bütün insanlar haz ve lezzetin kölesi olmaya namzettirler.

İnsan fıtratı bireye ahlakî ilke ve değerlerin korunması ve gözetilmesini ilham ederken bireyin tabiatı diyebileceğimiz diğer boyutu ise haz ve lezzetlere meyyaldır. Dolayısıyla kalp bu noktada çetin bir mücadele arenasına dönüşmektedir. İşte bu mücadelede bireyi başarıya götürecek iki temel unsur vardır:

a- İtidal

b- İnsanların hak ve hukukuna riayet.

İşte dinin rolü tam da burada devreye girmekte, insan nefsindeki dengeyi kurabilmek için şu dünya hayatında bütün yapıp ettiklerinin dahası düşünce ve kabullerinin dahi Kıyamet Gününde Allah-u Teala tarafından hesaba çekileceği inancını yerleştirmekte, bu hesabın hak ve adalet ölçüsünce olacağını, çok dakik ve çetin olacağını belirtmektedir.

Nazari ve ameli hikmet 

Nazari hikmet; bireyin evrene ve olaylara bakış açısını ifade eder ve bireyin kemali ile bağlantılıdır. Birey bu bakış açısı çerçevesinde inanç, düşünce ve kanaatlerini oluşturur. Allah'ın var ve bir olduğu, evrende adaletsizlik ve düzensizliğin olmadığı, her şeyin bir hikmete dayalı olarak yaratıldığı inanç ve kabullerin bütünü nazari hikmet kapsamına girer. Nazari hikmet ile insanın düşünsel boyutu gelişir, kemale erer.

Ameli hikmet, insanın tutum, davranış ve eylemlerini oluşturan bir takım pratik öğretilerden ibarettir. Bu pratik öğretilerin temeli ve olmazsa olmazı adalet ve zulüm kavramlarıdır. Kişi adalete uygun tavırlar ortaya koyarak ve zulümden de kaçınarak amelî hikmetini geliştirmeye ve deyim yerindeyse pratik bir masumiyet ve korunmuşluğa sahip olmaya çalışır.

Kişinin düşünce tasavvuru ile pratik hayatı arasındaki kuvvetli ve sağlam bir bağ söz konusudur. Teorisi ve düşünsel alt yapısı olmayan bir pratik hayat yoktur. Zaten insan, eylemini ortaya koymadan önce zihin dünyasında o eylem için bir düşünsel arka plan oluşturur. Kim bilir belki de Kur'an-ı Kerim'in ‘zeyyene' ve ‘züyyine' süsledi ve süslü gösterilmiştir şeklindeki ifadeler hep bu hakikate yöneliktir. Değilse diri diri evladını ve çocuğunu toprağa gömmenin nasıl bir mantıkî açıklaması yapılabilir ki!?

Aynı şey ilahî mesaja inanan bireyler içinde söz konusudur. Bir yaratıcıya ibadet edebilmek için onun var olduğunu kabul etmek ve Onun ibadete layık bir zat olduğuna inanmak gereklidir.

Bütün bu açıklamalar insanın çift boyuta sahip bir akla sahip olduğunu da göstermektedir.

Tümel re'y ve düşüncenin tikel ve tekil olaylara uyarlanabilmesi için amelî akıl, nazarî akıldan yararlanır. Dolayısıyla pratik hayattaki doğruluk ve tutarlılık, doğru düşünceye sahip olmayla bağlantılıdır. Bu durumda kişi düşünsel boyutunu geliştirmeli, tefekkür ve taakkül ameliyesini daima ileri boyutlara taşımak için savaşım vermelidir.

Kur'ani perspektif, doğru düşünce ve tutarlılık 

Kur'an-ı Kerim doğru düşünce ile istikamet sahibi olma arasında kuvvetli bir bağın olduğuna vurgu yapmakta, insanın saadet ve şekavetinde bu ikisinin önemli bir rolünün olduğuna dikkatleri çekmektedir. Doğru düşünce ve inanış kabiliyet ve yeteneğine sahip olmayan bireyleri kendisine özgü bir tarzda olumsuz niteliklerle tanımlamaktadır. İşitme, görme ve dilsiz olmaya gündelik kullanımdan farklı ve düşünce inançla bağlantılı bir anlam yüklemektedir.

Örnek olsun diye Kur'an'dan üç ayet sunacağız.

“Körle, gören bir olmaz. Karanlıkla aydınlık da bir olmaz. Gölge ile sıcak da bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (35/el-Fâtır/19-22)

“Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (8/el-Enfal/22)

“Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (7/el-Araf/179)

Ayetlerin anlamı açık olmakla birlikte birtakım notlar düşmek istiyoruz:

a- Ayetlerin bütününde bir mecaz ve bir sembolizm söz konusu olsa da son ayette geçen ‘ülaike hümü'l-gafilun' bölümü bizi düşündürmektedir. 'Gaflet' kelimesi var olan ve elan bulunan bir şeyin farkında olmayan anlamına gelmektedir. Kitabın ve dinin ilkeleri şu anda su, ekmek gibi bir hakikattir. Öyleyse bu ilkelerin farkındalığı için bir yol olmalıdır ki kınama ve azarlama yerinde olabilsin. Bu hakikatlerin farkındalığı için araçlar akıl ve kalptir. Akıl ve kalp ile bu gerçekliklere ulaşılabilir. İnsanlar da bu hakikatlere ulaşma noktasında sadece kör ile gören, işiten ile sağır olan diye iki kısma ayrılmaz. Görenler ve duyanlar da kendi aralarında bu kemal sıfatları noktasında derece derecedirler. Aynı şekilde kör ve sağır olanlar da derece derecedirler. Kimisi zifiri karanlığa gömülmüş iken kimisi de hakikatleri ayan beyan görmekte, işitmekte ve hatta yaşamaktadırlar. Bu noktada kemal sıfatlarının zirvesi Muhammed, Fatıma ve Ehl-i Beyt İmamlarıdır.(11)

b- Kur'an varlık sahasının hakikî boyutuna göre değerlendirmelerde bulunur ve bu boyutuyla bir amel kitabıdır. Varlığın hakikati sahasında hiçbir yararı bulunmayan bütün varlıkları ‘madum/yok' hükmünde değerlendirir. Hareketsiz ve cansızmış gibi tutum ve kanaat sergileyenleri ise ölü olarak kabul eder. Hidayet ve saadet noktasında işlevsiz olan bütün duyu organlarını da söz konusu organlardan yoksunmuş gibi değerlendirir. Dolayısıyla Allah'ın ayetlerini, hak çağrıyı ve saadet kılavuzunu dinlemeyen ve görmeyen insanlar her ne kadar dış görüntü itibariyle sağlıklı gözlere ve kulaklara sahip olsalar da sağır ve kör olarak değerlendirilirler.

c- Bu ayetler insanın sahip olduğu idrak kuvvetini ve aklı düşünce ve tefekkür ile geliştirmeye davet etmekte, gafletten ırak ve uzak bir yaşam ve anlayışa teşvik etmekte, yaratılış gayesi olan kemal ve saadete ulaşmayan ve bu uğurda savaşım vermeyen insanları mahrum insanlar olarak kabul ederek bizleri bu gruba dahil olmamak için uyarmaktadır.

Akıl din ilişkisi 

Akıl ile din arasındaki ilişkiyi ana hatlarıyla açıklayabilmek için hem aklın işlevini ortaya koymak gerekiyor hem de dinin üstlendiği rolün cevabını vermek gerekiyor.

a- Hemen başta şunu belirtelim ki insan bilginin husûlî olduğu ilim sahalarında akla ihtiyaç duymaktadır. Husûlî bilginin kazanımı için akıl ne kadar işlevsel olursa o derece mesafe kat eder. Taakkul ve tedebbür edilmediği istidlal ve mantık kurallarına riayet edilmediği müddetçe bu alanlarda adım atmak mümkün değildir. Dinin marifet sahası da böyledir. Diğer marifet ve bilgi türlerinde olduğu gibi dinî marifetlerde taakkul ve aklî istidlale riayet zorunluluk arz etmektedir. Bu noktada akıl ile din kesişmektedir.

b- Akıl doğru ile yanlış, sıdk ile kizb, hak ile batıl, hayır ile şerri birbirinden ayırt etme noktasında bir ölçüttür. İnsanın kemale giden yolda üstünlüğün ölçütü, dünya ve ahirette yücelme, manevî konuma sahip olabilmenin mihengidir.

Ancak bu bir hakikat ve vakıa olsa da ortada bir başka gerçeklik söz konusudur. Akıl ilahî marifetler sahasında belirli bir alanla sınırlıdır. O sınırların dışına çıkamaz, istese de o sınırları aşamaz. Hatta akıl kimi zaman sadece ahiretteki yararları ve menfaatleri değil dünyevî yarar ve menfaatleri tespit etme noktasında da acze düşmektedir. Bunun sebebi bellidir. Akıl, sınırlı ve eksiktir. Bir taraftan ilme olan aşırı düşkünlüğü ve merakı, beri taraftan varlık aleminin bütününün düzen ve intizamını kavrayabilmek noktasındaki acziyeti, varlığın gaybî boyutuna ilişkin kabiliyetinin sınırlı oluşu, insanın bütün maslahat ve mefsedetlerine ilişkin tespit ve teşhisi noktasındaki yetersizliği de izahtan varestedir. Hele bir de ebedî hayat olan ahiret hayatını da eklediğimiz zaman bu sınır ve eksikliğin ne derece ileri düzeyde olduğu daha net ortaya çıkmaktadır. İşte akıl için bütün bu alanlarda bir mihenk ve ölçüt gereklidir. Bu da Allah-u Teala'nın tertemiz ve pak kullarına olan vahyidir. O varlığın bütün hakikatlerini sunar, insanın yarar ve zararına olan şeyleri kendisine açıklar, ahiret hayatı hakkında bilgi verir. Din ile akıl arasındaki ilişkiyi bu açıklamalar ışığında daha net bir şekilde anlayabilmekteyiz. Din kemal ve saadete ulaşan yolu açıklarken, akıl böyle bir yola ihtiyaç olduğuna hüküm eder. Din ve Kitab-ı Kerim'in ‘sırat-ı müstakim' olarak nitelendirdiği şeyin hususiyetlerine akıl ulaşamaz. Ancak akıl böyle bir yolun gerekliliği ve hükümlerinin doğruluğuna kanaat getirir.

c- Akıl ve din arasındaki ilişki bir başka açıdan umum-husus min veçhin ilişkisidir. Hem akıl vahye muhtaçtır, hem vahiy akla muhtaçtır. Vahiy akıla muhtaçtır, zira vahyin doğruya, saadet ve kemale ulaştıran yol olduğuna aklın hükmüyle ulaşıyoruz. Akıl vahye muhtaçtır, zira akıl muhtemel yarar ve zarardan kaçınmaya, saadete ve kemale ulaşmanın gerekliliğine hüküm etse de bunun nasıl gerçekleşeceği noktasında aciz kaldığından bu işlevi vahiy yani yerine getirmektedir.

Akıl ile vahy arasındaki bu ilişkiyi pusula-yol, kuşun iki kanadı metaforlarıyla somutlaştırabiliriz. Pusula akıl, yol ise vahyin ta kendisidir.

d- Dini naslar da bu ilişkiyi pekiştirmektedir. Biz biri Kitab'tan diğeri de Kitab'ın müşahhas şekli olan Rasûlullah ve Ehl-i Beyt İmamlarından iki buyruk aktarmakla yetineceğiz.

Allah-u Teala "Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı tutunacak bir delilleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir." (4/en-Nisa/165)buyurmaktadır. İmam Kazım (a.s.) “Allah'ın biri zahir diğeri de batın olmak üzere iki hücceti vardır. Zahiri hüccetleri rasuller, nebiler ve imamlardır. Batıni hüccet ise akıllardır.”(12)

Ayetten anlaşılan nokta şudur: Eğer insana verilen bilgi sapma, zulmetme, yanlışa düşme noktasında yeterli olsaydı rasullere gerek kalmaksızın akıl tek başına hüccet/kanıt olabilirdi. Dolayısıyla aklın tek başına kanıt oluşu yeterli gelmediğinden akıl, vahyi alan kişilerle desteklenmektedir.

Aklın ürünü olan bilgi ile iman ve yakîn arasındaki bağ  

İman bir şeyin varlığını anlama kalben tasdik ve gereği gibi davranmaktır. Böyle bir tanım kelam kitaplarında geçen tanımdan farklıdır. Ancak Kuranî düşünce bizi böyle bir düşünceye ve tanıma itmektedir. Kur'an terminolojisine aşina olanlar kanaatimizce şuna karşı çıkmazlar: İman, Allah'ın vahdaniyetini elçilerini ve kıyamet gününü tasdik etmek, rasullerin getirdiği ilke ve öğretileri kabul etmek, tasdikle yetinmeyip ‘ittiba' etmeye çalışmaktır. Dile pelesenk olan imanın Kur'anî terminolojideki imana karşılık geldiğini söylemek güç olsa gerek.

İmanı bu şekilde tanımlayınca ‘mümin' de iman olgusunu eda eden Allah'ı ve Rasulünü tanıyan, Allah'ın vacip kıldığı bütün şeylerin doğruluğunu bilmekle birlikte itiraf eden ve tasdik eden kimsedir. Küfür ve kafir ise bu sayılan hususlarda bir nakz ve çelişkiye giden kimse ve bu eylemin kendisidir.

İman ile amel birlikteliği ve ayrılmazlığının temellerini de burada görebiliriz. Kur'an-ı Kerim “Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve âhirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.” (14/en-Nahl/97) ve “İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara ne mutlu! Varılacak güzel yurt onlar içindir.” (13/er-Rad/29) buyurmaktadır. Bilgi ve amel birlikteliği Kur'an'dan rahatlıkla elde edilebilmektedir. Değilse Kur'an'ın bile bile ve konunun hakikatinin farkında olduğu halde inkar eden kimselere yönelik şu ayeti anlamsız olur.

“ve cehedu biha vesteykanetha enfusuhum zulman ve uluvva/ nefisleri onların ortaya koydukları mucizelerin hak olduğuna kesin yakin ettikleri halde zulüm ve kibir eseri olarak inkar ettiler.” (en-Neml/14) ve "felemma caehum ma arafu bihi/Bilip tanıdıkları peygamber kendilerine gelince inkar etmeye kalkıştılar" (2/el-Bakara/89)

Dolayısıyla

a- İman ile bilgi birbirinden ayırt edilemez. Bir şeye iman etmek demek o şeyin gereklerine göre davranmak demektir.

b- Halbuki imansız bilgi bilginin gereklerini yerine getirmeyi gerektirmemektedir. Söz konusu iki ayette de görüldüğü üzere mucizenin hak olduğunu veya Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunun farkında oldukları halde ve böyle bir bilgiye sahip oldukları halde inkar etmelerine engel olamamaktadır.

Bu durum belki psikolojik açıdan incelenmelidir. Ancak şu bir vakıa ki nefsanî hastalıklar, nefse kulluk, eğilimlerin peşine takılmak bazen kişiyi bile bile bir şeyi inkara kadar götürebilmektedir. Kur'an-ı Kerim böyle bir sapışa dikkat çekmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Arzularını tanrı yerine koyan, Allah'ın -bilgisine rağmen (sapmayı tercih ettiği için)- kendini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi bir tasavvur et! Allah'tan sonra onu kim yola getirecek? Düşünmüyor musunuz?” (el-Casiye/23)

Özetle bir şeyin hak olduğunu bilmek iman için yeterli gelmemektedir. İmanın tahakkuku için bu bilginin gereğince hareket edilmesi, kalbin tam kanaat getirdiği bu bilginin lazımesinin eda edilmesi gerekmektedir.

Bir rivayet 

Ehl-i Beyt kaynaklarında İmam Sadık'tan küfrün çeşitlerini gösteren bir rivayet söz konusudur. Ebu Amr ez-Zübeyrî, rivayet eder:

Ebu Abdullah es-Sadık'a dedim ki: Bana, Allah Azze ve Celle'nin kitabında sözü edilen küfrün çeşitlerini anlat.

Buyurdu ki: «Allah'ın kitabında beş çeşit küfürden söz edilir.

Bunlardan biri, inkârdan kaynaklanan küfürdür. Bu da ikiye ayrılır.

Allah'ın emrettiklerini inkâr etmek.

Teberri etme küfrü (uzaklığı bildirme, ilişkiyi kesme, tanımama anlamında küfür) ve nimete karşılık nankörlük etmek.

İnkârdan kaynaklanan küfür, Allah'ın rabliğini inkâr etmektir. Rab yoktur, cennet ve cehennem yoktur, demek gibi. Bunu iki zındık grubu savunur ki, onlara dehriyyun da denir. Onlar "Bizi ancak zaman öldürür." (45/Casiye, 24) diyen kimselerdir. Bu, hoşlarına gittiği için uydurdukları bir dindir. Kesin bir dayanakları olmadığı gibi, bir araştırma sonucu da bu görüşe varmış değildirler. Allah Azze ve Celle, onlar hakkında: "Onlar ancak zannediyorlar." (45/Casiye, 24) buyurmuştur. Yani, söyledikleri gibi olduğunu sanıyorlar.

Allah Azze ve Celle şöyle buyuruyor: "İnkâr edenleri korkutsan da korkutmasan da birdir, onlar inanmazlar." (2/Bakara, 6) Yani, Allah Teâlâ'nın birliğine iman etmezler. İşte bu, küfür çeşitlerinden biridir.

İnkârcı küfrün bir diğer çeşidi de bilgiye dayalı küfürdür. Hakkı inkâr eden kimsenin, kendisinde yerleşik olan hakkı, bilerek inkar etmesiyle olur. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "Onu inkâr ettiler ve nefisleri de büyüklenme ve kibirlenmeden dolayı bunu benimsedi." (27/Neml, 14) Bir diğer ayette de Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "Bundan önce inkâr edenlere karşı yardım istiyorlardı. Bildikleri şey kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Allah'ın laneti kâfirlerin üzerinedir." (2/Bakara, 89) İşte inkârcı küfrün iki çeşidinin açıklaması budur.

Küfrün bir üçüncü şekli de, nimetlere karşı nankörlük etmektir. Allah Teâlâ, Süleyman (a.s)'ın ağzından aktardığı şu ayette buna işaret edilir: "Bu, beni sınamak için Rabbimin bahşettiği bir lütuftur. Şükredecek miyim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye? Kim şükrederse, kendi nefsinin lehine şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz benim Rabbim zengindir, kerem sahibidir." (27/Neml/40) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Eğer şükrederseniz, (nimetimi) arttırırım. Şayet inkâr ederseniz, kuşkusuz benim azabım çetindir." (14/İbrahim, 7) Başka bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Beni zikredin ki, ben sizi anayım. Bana şükredin ve beni inkâr etmeyin." (Bakara, 152)

Küfrün dördüncü çeşidi ise, Allah'ın emrettiği şeyi terk etmektir. Buna Allah Azze ve Celle şöyle işaret etmiştir: "Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz. Bu misakı kabul eden sizler, birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası..." (2/Bakara, 84-85) Onların kâfir olmaları Allah Azze ve Celle'nin, emrettiği şeyleri terk etmeleri dolayısıyladır. Sonra imana nispet ederek onlardan söz ediyor ve bunu kabul etmediğini belirtiyor. Yani bu imanlarının, katın da onlara bir yararı olmayacaktır "Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rezil olmak; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan gafil değildir." (2/Bakara, 85)

Küfrün beşinci çeşidi ise, teberri küfrüdür. Buna da Allah Azze ve Celle'nin, İbrahim (a.s)'ın dilinden aktardığı şu ayette işaret edilmiştir: "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah 'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. " (60/Mümtehine, 4) Yani, biz sizden teberri ettik, uzaklaştık.

Allah Azze ve Celle bir ayette de, İblis ve insanlardan dostlarının kıyamet günü birbirlerinden teberri etmelerini şöyle anlatıyor: "Ben, sizin beni Allah'a ortak koşmanızı önceden inkâr etmiştim." (14/İbrahim, 22) Bir diğer ayette de şöyle buyrulmuştur: "Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah 'ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet okuyacaksınız." (29/Ankebut, 25) Yani birbirinizden beri olduğunuzu ilan edeceksiniz.(13)

İman salih amel ilişkisi 

İman salih amel veya iman amel ilişkisinin anlaşılabilmesi için bazı kavramların anlaşılması gerekmektedir. Evren, evrendeki davranışlar, inançlar hep bir hakikat üzerine kuruludur. İman ve salih amel sadece karşılığını ahirette göreceğimiz bir durum mudur ve bu dünya hayatında itibarî bir durumu mu arz etmektedir yoksa Allah'a yakınlık ve uzaklık şu an dahi hissedilen bir hakikati mi ifade etmektedir? İnsanların düşünce ve tasavvurlarında ilahi ödül ve ceza hakkında itibarilik üzerine kuruludur. Allah-u Teala bir insana sen namaz kılacak olursan Allah katında şöyle bir yakınlık ve ödül vardır denildiğinde zihin direkt olarak insanların öldükten sonra mahşer meydanında vereceği mükafata ve ödüle gitmektedir. Biz ise tam olarak bu şekilde düşünmemekte ve işin bir vakiîliğin ve hakikatinin olduğunu benimsemekteyiz. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için ‘kurbetullah' ve ‘bu'dun anillah' kavramlarını anlaşılması gerekmektedir.

Allah'a yakınlık ve Allah'tan uzaklık ifadeleri ne anlama gelmektedir. Uzaklık ve yakınlık kavramları maddi şeyler için kullanıldığında anlam net ve açıktır. Şu ev çarşıya yakındır veya okul duraktan uzaktır denildiğinde ifadelerde kapalılık ve müphemlik söz konusu değildir. Aynı durum zamansal yakınlık ve uzaklık için de söz konusudur. Mekansal ve zamansal yakınlık ve uzaklık maddi ve cismani şeylerin ilineklerindendir. Kur'an ve hadislerde bu ifade Allah için de kullanılmaktadır. Ancak Allah-u Teala cisim ve madde olmadığından ve maddi özellik ve niteliklerden münezzeh olduğuna göre dahası zaman ve mekanı kuşattığına göre bu ifadenin anlamı için beyin jimnastiği yapmak zorunlu hale gelmektedir. Zira en azından taraflardan birisi soyut durumdadır. Soyut bir şeyin somut bir şeye yakınlığı ve uzaklığına manevî yakınlık diyecek olursa insanın Allah ile yakınlık ve uzaklığı da bu kategoriye girmektedir.

Ayetler

Allah'ın insana yakınlığı, birlikteliğini ifade eden ayetler bir açıdan bizim konumuzla alakalıdır.

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:

“Ve hüve meekum eyne ma kuntum/nerede olursanız olun O sizinle birliktedir.” (57/el-Hadid/4)

"ve nahnu akrebu ileyhi min habli'l-verid/Biz ona şah damarından daha yakınız." (50/Kaf/17)

"velemu ennellahe yehulu beyne'l-meri ve kalbihi/ biliniz ki Allah kişi ile kalbi arasına girer." (8/el-Enfal/24)

"ve iza seeleke ibadi anni fe innî karib/kullarım senden beni soracak olurlarsa ben onlara çok yakınım". (2/el-Bakara/185)

Peki, bu ayetler neyi ifade etmektedir. Öncelikle şunu belirtelim ki kulun Allah'a yakınlığı, Ona kulluğu, itaat ve taatte bulunması ve huzur-u ilahîde bulunmaktan gafil olmamasıdır. Bu olguların zıddına bir isimlendirmede bulunacak olursak buna Allah'tan uzaklık ve gaflet hali denilebilir. Kur'an terminolojisinde dikkat çeken ifadelerden birisi de ‘indallah' ‘indek' ‘indehu' gibi ifadelerdir. Allah nezdinde, Onun yanında veya ‘katından' diye çevirebileceğimiz bu ifadeler görüntü itibariyle bir bakış açısını değil de bir yakınlığı ve kurbiyeti ifade ediyor diyebiliriz.

"inne'l-muttakine fi cennatin ve neher. fi mekadi sıdkın inde melikin muktedir/takvâ sahipleri cennetlerde ve ırmak kenarlarındadır. Doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda, gücüne sınır olmayan bir hükümdarın huzurundadırlar." (54/el-Kamer/54-5)

"Rabbibni li indeke beyten fi'l-cenneti/Rabbim bana kendi katında cennette bir ev inşa et" (66/et-Tahrim/11) Son ayet Hz. Asiye'nin (a.s.) duasıdır. Ayette geçen indeke ifadesinin hakikati ifade etmediği, bir kinaye ve bir mecazı taşıdığı izahtan varestedir. Allah'ın cennette bir evi yoktur ki Hz. Asiye'nin Onun evinin yakınında bir ev sahibi olmayı arzulamış olsun. Hz. Asiye'nin bu isteği şu iki olasılığa dairdir.

a- Hz. Asiye Allah'tan cennette bir ev istemiştir.

b- Hz. Asiye Allah nezdinde bir yücelik istemiştir ve kelimeler yetersiz kaldığından bu isteğini bu sözlerle ifade etmiştir. Bizi böyle bir yoruma götüren husus ayette geçen ‘indeke' ifadesidir. Direkt olarak cennette benim için bir ev inşa et demiş olsaydı isteğin bir kasr ve köşk olduğu tam net bir şekilde belli olurdu. Ancak kendi katında gibi hususi bir ifadenin kullanımı Hz. Asiye'in isteğinin biraz daha hususî ve özel olduğu izlenimini bizde doğuruyor. Akla gelen husus bu isteğin Allah ile arasında bir fasıla ve hicabın olmadığı bir makam arzusudur.

Gaflet 

Kurbetullah ve bud'u anillahtaki kayda değer kriter ibadet ve itaat eyleminden daha çok gaflet ve huzurda bulunuşun idrakıdır. Evet Yüce Yaratıcıya ibadet etme ve taat hadd-i zatında hedeftir ve güzeldir. Ancak nihaî hedef değildir. Nihaî hedef huzur-u ilahîde bulunmayı derk ve idrak edebilme, bize yabancı ve uzak da olsa ariflerin likaullah diye nitelendirdikleri husustur. Likaullah ve gafletsiz bir yaşamın gaflet ve nankörce bir yaşama nazaran idrak ve hissiyat açısından ileri düzeylerde olduğu açıktır. Allah-u Teala özel bir grup müminden ve takva ehlinden bahs ederken "ve iza messehum taifun mine'ş-şeytani tezekkeru/şeytan onlara hafifçe bir dokundu mu hemen anlar ve görürler" (8/el-Araf/201) buyurmaktadır. Hafif bir dokunuş için dahi hemen kavrayış ve bilinç haletini yaşayan müminlerin durumu ile günahlara batmış, küfre sapmış, cehalet ve gaflet deryasında yüzmekte olanların herhâlde yaşamları ve olaya bakışları bir olmasa gerek. Nübüvvet ve risalet için de bundan daha üst bir konum ve durum söz konusudur. İşte nübüvvetin bir boyutu istifa, ictiba, ihtiyar, ba's ise diğer boyutu nebi olacak şahsın hak edişliği, aklî, ruhî ve kalbi yükselmesidir. Yoksa Allah gelişi güzel Abdullah oğlu Muhammed'î o makama seçmiş değildir. Başka birisi o makamı hak edecek olsaydı adil olan Allah onu da bu makama seçerdi. Bütün evrenin milk ve mülkünü elinde tutan ve barındıran Allah haşa kullarından bir makamı kıskanmış ve onlara karşı cimriliği tutmuş değildir.

İman peyderpey ilerledikçe, kemale doğru yol aldıkça, zahir ve batın aynîleşecek, dil ile kalp yekvucud haline gelecek, kişi yaptığını söyleyecek, söylediğini yapacak deyim yerindeyse hayatında yeknesaklık veya diğer bir ifadeyle tevhid belirgin bir hal alacak hatta bu derece daha da ilerledikçe tekvini ve teşriî anlamda iradesiyle Allah'ın iradesi aynîleşecektir.

Bu arzu edilen makam ilk olarak bir iştiyak ve şevk ile belki de yükümlünün kendisini bu amele zorlaması ile başlar.

İmam Sadık (a.s.) sadık yarenlerinden İshak b. Ammar'a ‘Ey İshak! Allah'tan O'nu görüyormuşçasına kork. Eğer O'nu göremiyorsan, şüphesiz O seni görür. Eğer O'nun seni gördüğüne inanmıyorsan kâfirsindir. Eğer O'nun seni gördüğünü bile bile günah işlersen, O'nu sana bakanların en küçümseyicisi kılarsın' buyurmuşlardır.(14)

Yine İmam Sadık Rahman Suresinin "Rabbinin makamından korkanlar için iki cennet vardır" (er-Rahman/46) buyruğu hakkında şöyle buyurmaktadırlar: “Kim Allah'ın, onu gördüğünü, söylediklerini işittiğini ve yaptığı iyi ya da kötü işleri bildiğini bilirse ve bu onu kötülükten uzak tutarsa işte o kimse Rabbinin makamından korkan ve nefsini hevadan alıkoyan kimsedir”(15)

Bu işin başlangıcı kişinin kendi kendisini huzur-u ilahîde olduğunu varsayması ve o konuma koymasıdır. Bu iki hadiste geçen örnekler pratik örneklerdir. Bunun ileri boyutları da insanın kavrayış, idrak, izan düzeyinin çok ileri boyutlara ulaştığı bir hakikati içeren bir yaşantı mıdır yoksa itibarî bir durum mudur?! İşte İmam Zeynülabidin Ali b. el-Hüseyin'in (a.s.) şu razu niyazı bunun bir hakikat olduğunu göstermektedir.

“الهي هب لي كمال الانقطاع إليك، وأنير ابصار قلوبنا بضياء نظرها إليك، حتى تخرق ابصار القلوب حجب النور، فتصل إلى معدن العظمة وتصير أرواحنا معلقة بعز قدسك،”

“İlahi! Allah'ım! Her şeyden kopup sana yönelmeyi bana bağışla. Kalp gözlerimizi, sana bakmak nuruyla aydınlat; öyle aydınlat ki kalp gözlerimiz, nur engellerini aşsın ve azamet madenine ulaşsın, ruhlarımız da kudsünün izzetine bağlansın”(16)

İmam Zeynülabidin ‘hucub/hicaplar' kelimesini kullanmaktadır. İşin ilginç tarafı İmamın söz konusu ettiği bu hicaplar zulmet hicapları da değil, nur hicapları. Zulmet ve günah hicapları, düşünsel sapkınlık ve yanlış eylemlerden oluşan hicaplar kalp ile Allah arasına giren gaflete neden olan hicaplardır. Bu hicap ve gaflet kişinin dünyaya aşırı taallukunun ilahî hakikatlere karşı kör oluşunun, ucp, tekebbür, fahr gibi manevi hastalıklarının sonucudur.

Nafile ibadetlerle kurbetullahın tahakkuk edeceğini belirten hadisler de bu makamın fiziki sonuçlarının olacağını ortaya koymaktadır.

“Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurmuştur ki: Allah Azze ve Celle şöyle buyurdu: Benim bir velimi, bir dostumu küçük gören kimse, benimle savaşmaya hazırlanmış demektir. Hiçbir kul, farz kıldığım ameli işlemek suretiyle bana yaklaşmasından daha fazla sevdiğim bir amel işlemiş değildir. Kul, durmadan nafile ibadetler işler, derken onu severim. Onu sevdiğim zaman, işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili ve tutan eli olurum. Bana dua ettiğinde icabet ederim, benden istediğinde veririm. Yaptığım hiçbir işte tereddüt etmem, mümin kulumun canını almakta tereddüt ettiğim kadar; çünkü mümin kulum ölümden hoşlanmaz, ben de ona kötülük etmekten hoşlanmam”(17)

Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: “Kim bana bir karış yaklaşırsa ben kendisine bir zira yaklaşırım. Kim bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim.”(18)

Tarihten bir sahne

Kişinin Rasûlullah'ın açık buyruğunu duyduğu hatta kendisi rivayet ettiği halde nasıl hakka karşı kılıç sallayabilir. Bir insan bu kadar alçalabilir mi diyebilirsiniz ancak tarih bize bu noktada ilginç bir örnek sunmakta: Amr b. el-As. Amr, Sıffin olayı vuku bulmadan önce ‘‘Ammar nereye dönerse dönsün hak da onunla birliktedir" hadisini rivayet edenlerden ve bunu topluma yayanlardandır.(19) Ancak iş gelip çattığında dünyevî makam ve mansıba olan eğilimi ve nefsani arzuları bizzat kendisinin bildiği ve kanaat getirdiği bu hakikate karşı kılıç kullanmaya sevk etmiştir. Olayın detaylarını el-Minkari'nin Vakatü Sıffin ve İbn Ebi'l-Hadid'in Şerhü Nehci'l-Belağa'sından aktaracağız. Nasr b. Müzâhim kendi isnad zinciri ile Ömer b. Sa'd'den şöyle rivayet etmektedir: İmam Ali (a.s.) Hemdân, Himyer ve Kahtân'dan bazı adamlarla birlikte ayakta durmaktaydı. Şam ehlinden bir adam gelerek şöyle nida etti: Bana himyerli Ebû Nûh'u kim gösterecek?

Ona ‘Himyerîler burada kimi istiyorsun' diye cevap verildi.

Adam peçesini açtı bir de baktılar ki Zülkela el-Himyerî.

Zülkela, Ebû Nûh'a ‘benimle birlikte gel' dedi.

Ebû Nûh: Nereye!?

Zülkela: Saftan çıkmaktan.

Ebu Nûh: Ne istiyorsun?

Zülkela: ihtiyacım var.

Ebû Nûh: Allah korusun ben ancak bir birlik ile gelebilirim.

Zülkela: Evet geleceksin. Sen atına tekrar dönünceye kadar Allah'ın ve Resulü'nün (s.a.a) himayesinde ve Zülkela'nın güvencesi altındasın. Sana sizin hakkınızda tartıştığımız bir konuyu sormak istiyorum.

Ebû Nûh ve Zülkela görüşmek üzere birlikte yürüdüler.

Zülkela: Ömer b. el-Hattâb döneminde Amr b. el-Âs'ın bize nakl ettiği bir hadisi sana anlatmak istiyorum.

Ebû Nûh: O rivayet nedir?

Zülkela: Amr b. el-Âs, Allah Rasûlünden şöyle duyduğunu iddia etmekteydi: Şam ehliyle Irak ehli karşı karşıya gelecektir. İki taraftan birisi hak üzeredir. Hak ve hidayet önderi bir tarafta ve yanında da Ammâr olacak.

Ebû Nûh: Allah'a andolsun ki Ammâr bizimle.

Zulkela: Bizimle savaşmakta kesin kararlı mı?

Ebû Nûh: Evet, Kâbe'nin Rabbine andolsun ki, o sizinle savaşmak konusunda benden daha kararlı. Ben ise diyorum ki, keşke hepiniz bir kişi olsaydınız ve hepinizin kafasını vursaydım ve ilk önce amcaoğlum olan senden başlasaydım.

Zülkela: Yazıklar olsun sana neden böyle bir şey arzuluyorsun? Hâlbuki ben akrabalık bağımı koparmadım, sen benim yakın akrabamsın ve seni öldürmem beni sevindirmez.

Ebû Nûh: Allah İslâm sayesinde nice bağları kopardı ve nice akraba olmayan kişiler arasında da bağlar tesis etti. Ben seni ve ashabını öldürmek isterim. Biz hak üzereyiz, siz ise batıl üzeresiniz.

Zülkela: Benimle birlikte Şam askerlerinin arasına gelebilir misin? Amr b. el-Âs ile karşılayıncaya, bunu haber verinceye ve Ammâr'ın savaşma noktasındaki ciddiyetini aktarıncaya kadar sana ilişilmeyeceğine ve öldürülmeyeceğine sana güvence veriyorum. Umulur ki Allah-u Teala bu iki tarafın uzlaşmasına, savaş ve silahın ortadan kaldırılmasına vesile kılar.

Ebû Nûh: Sen hilekar birisisin ve hilekar bir topluluğun içindesin. Ölmem, Muâviyenin adamları arasına girmemden bana daha sevimli gelmektedir.

Zülkela: Sana güvence veriyorum ki öldürülmeyeceksin; senden bir şey alınmayacak ve biate de zorlanmayacaksın….

Ebû Nûh: Allahım! Zülkela'nın bana söyledikleriyle benim niyetimi sen iyi bilmektesin. Sen beni koru.

Ardından Zülkela ile birlikte Muâviye ordusuna doğru hareket etti. Amr b. As, Muâviye'nin yanındaydı ve etrafında da bazı insanlar oturmaktaydı.

Zülkela Amr b. Âs'a dönerek şöyle dedi: Ey Ebû Abdullah! Samimi, zeki ve şefkatli bir adamla tanışmak ister misin? Ammâr b. Yâsir hakkında seni tasdik edecektir.

Amr: Bu adam kimdir?

Zülkela: Amcam oğludur ve Kufelidir.

Amr, Ebû Nûh'a şöyle dedi: Sende Ebû Tûrab'ın izini görmekteyim.

Ebû Nûh: Benim üzerimde Muhammed'in (s.a.a.) ve Ashabının izi var. Senin üzerinde ise Ebû Cehil ile Firavun'un izi var.

Ebü'l-Aver ayağa fırlayarak kılıcını çekti ve şöyle dedi: Bu yalancı soysuz adam bizim yüzümüze baka baka bize hakaretlerde ve sövgülerde bulunmaktadır.

Zülkela: Allah'a yemin ederim ki Ona dokunacak olursan senin burnunu kılıcımla keserim. O benim amcamın oğludur ve güvencem altındadır. Ona güvence verdim ve onu size getirdim ki hakkında konuştuğumuz konu hakkında size bilgi versin.

Amr b. el-Âs: Allah hakkı için doğru söyle! Ammâr b. Yâsir sizinle midir?

Ebû Nûh: Onun hakkında neden bu soruyu sorduğunu bana haber vermeden sana cevap vermeyeceğim. Onun dışında Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ashabından bir çok kişi de bizimle birliktedir. Bütünü de sizinle savaşmak konusunda kararlıdır.

Amr b. el-Âs: Rasulullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: Ammâr'ı asi bir fırka öldürecektir. Ammâr'ın haktan ayrılması mümkün değildir ve ateş Onun bedeninin hiçbir organına dokunmayacaktır.

Ebû Nûh: La ilahe illallah, vallahu Ekber. Allah'a yemin olsun ki O bizimledir ve sizinle savaşmaya da kararlıdır.

Amr: La ilahe illallah gerçekten bizimle savaşmaya kararlı mıdır?

Ebû Nûh: Evet. O Basra'ya doğru harekete geçtiğimiz Cemel Savaşındayken bana sizlere galip geleceğimizi haber vermişti. Dün de bana şunu haber verdi ki, savaşta bizi Hecer hurmalıklarına kadar kovalasanız dahi, biz Hak üzereyiz sizler ise batıl üzeresiniz ve ölülerimiz cennette sizin ölüleriniz ise cehennemdedir…

Amr b. el-Âs, Zülkela ve bir topluluk ile birlikte Ammâr b. Yâsir'e geldi.

Amr b. el-Âs: Neden bize karşı savaşıyorsun? Aynı ilaha ibadet etmiyor muyuz? Sizin yöneldiğiniz kıbleye dönerek namaz kılmıyor muyuz? Sizin davetinize davet etmiyor muyuz? Kitabınızı okumuyor muyuz? Peygamberinize inanmıyor muyuz?

Ammâr: Seni konuşturan Allah-u Teala'ya hamd ediyorum. Kıble, din, Allah'a ibadet ve Peygamber gibi inanç ilkeleri senin ve senin adamlarının değil benim ve benim adamlarımın inançlarıdır. Allah'a hamd olsun ki O seni dalalet ehli ve başkalarını da dalalete sevk eden, hidayette mi yoksa dalalette mi olduğunu bilemeyen kör bir kişi kılmıştır. Sana ve ashabına karşı neden savaştığımı anlatacağım. Rasulullah (s.a.a.) bana ahdini bozanlarla savaşmayı emretti. Ben de savaştım. Haktan sapanlar ve zulüm edenlerle savaşmamı da emretti. Onlar sizsiniz. Dinden çıkanlara gelince ise onlara yetişip yetişmeyeceğimi bilemiyorum.

Ey nesli kesik adam! Rasulullah'ın (s.a.a.) Ali'ye (a.s.) ‘ben kimin mevlası isem Ali (a.s.) da Onun mevlasıdır. Allahım Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol' dediğini bilmiyor musun?

İşte ben Allah'ın Rasûlünün ve Ondan sonra Ali'nin dostuyum.(20)

Şu ifadeler ise daha ilginç: Bu yüzden Amr, Muâviye'ye ‘Ey Muâviye! Bilmiyorum ki, hangisinin ölümüne daha çok sevineyim. Vallahi Zülkela, Ammâr'ın ölümünden sonra yaşayacak olsaydı kavmini tamamen İmam Ali (a.s.) tarafına meylettirecek ve askerlerimizin fikrini değiştirecekti' dedi.(21)

Bir insanın dünyevî bir mansıp için ahiretini böyle satmasını acı bir şekilde okumaktayız.

Buraya kadar anlattığımız kurbetullah ve Allah'tan uzaklık konusunu özetleyecek olursak her ikisi de birer vakıa ve hakikati ifade etmektedir. Kişinin Allah'a yakınlığı arttıkça eşyaya ve evrene bakışı daha bir değişmekte ve farklılaşmakta, uzaklaştıkça da basiret gözü kapanmakta, hak ve hakikate karşı kör ve sağır kesilmektedir.

Kurbet ve kemal

Kurbet yani Allah'a yakınlık ile kemal arasında da doğru bir orantı ve kuvvetli bir bağ vardır. Cevad ve kerim olan Allah kulundan hiçbir şeyi sakınmaz. Ne var ki kullar kapasiteleri oranında bu kemal ve feyzden yararlanabilirler. İşte Allah'a yakın olup olmadığını buradan da ölçebilir, kemali ne kadar çok artar ve nakısası ne derece çok azalırsa o kul o derece Allah'a yakındır. Eksiklikleri ne kadar fazlalaşır ve kemal nitelik ve sıfatları ne derece azalırsa o kul o derece Allah'tan uzaktır.

Allah mutlak kemalın menbaı, menşei, kaynağıdır. Varlık sahasında Allah'tan daha kamil bir mevcut tasavvur edilemez. İster bu kemal ilmî olsun ister ameli ve pratik olsun fark etmemektedir, bütün bunların sahibi Allahtır. Kişinin Allah'a yakınlığı bu kemallere sahip olduğu orandadır. O cemal ve celalin de sahibidir. Bazen gelir tabiat, ceylan, hanım, kız çocuğu gibi varlıklarda cemaliyle tecelli eder, bazen de gelir azap, felaket, öldürme, açlık, yokluk gibi şeylerde olduğu gibi celaliyle tecelli eder. Ama bunların bütünü bir hikmete mebnidir ve bu da kemale gelip dayanmaktadır. İşte insanın Allah'ın yakınlık ve uzaklığının anlamı Zat-ı Akdes'in sıfatları olan ilim, hilim, cevad, kudret, afv, mağfiret, adalet, hikmet, rahmet gibi sıfatları taşıyıp taşımamasıdır. Bu niteliklere sahipse o kişi Allah'a yakın, yok değilse Allah'tan uzaktır. Yakınlık ve uzaklıktan her birisi de kademe kademedir. İlim, hilim, hikmet vb sıfatları daha çok taşıyan Allah'a daha yakındır.

Bu ilahi sıfatlar ve esma Zat-ı Akdes hakkında sınırsızdır ve Bari Teala için bu sıfatlar zorunluluk arz etmektedirler. Ama bir insan için bu sıfatları bütün boyutlarıyla taşıması mümkün değildir.

Bu anlama göre ilahî kurbiyetin dereceleri ve mertebeleri vardır ve bunun sınırı yoktur. Bundan dolayıdır ki insanlık kutbunun zirvesinde bulunan Hz. Rasûlullah (s.a.a.) ve Hz. Ali (a.s.) daha yüksek mertebeye ulaşmak için yana yakıla, seve isteye, aşk ve şevk ile bu yolu daha fazla kat etmeye çalışmışlardır.

Konunun girişinde sorduğumuz kurbiyet ve budiyetin itibari mi yoksa hakiki mi olduğu sorusunun cevabı bu açıklamalarla netleşiyor ve belirginleşiyor. Bu kurbiyet ve budiyet kanaatimizce itibarî değil ekmek, su gibi bir hakikiliktir. Tekvinî gerçeklikler üzerine kuruludur. Kur'an-ı Kerim, Rasûlullah'ın (s.a.a.) diliyle "kul innema ene beşerun mislukum yuha ileyye/ de ki ben de ancak sizin gibi bir beşerim, ancak bana vahy olunuyor" buyururken itibarî bir durumdan bahs etmiyor. Yani Allah-u Teala hasbel kader Muhammed b. Abdullah'ı (s.a.a.) bu makama seçmiş değildir. Muhammed b. Abdullah risalet makamı olan tekvini makama ilahî sıfatları ve esmayı tahakkuk ettirerek ulaşmıştır. Yani ortada bir vakıîlik vardır. O özellik ve niteliklere kim sahip olursa bu vakıî makama ulaşabilir. Nübüvvet de vakıî bir makamdır ve kim yücelirse nübüvvet makamına erişebilir. Burada sorulması gereken soru şu olsa da cevabını okuyucunun kendi zihin dünyasına bırakıyoruz: Bu vakıî makam insan dediğimiz varlık var olduğu ve mevcut olduğu müddetçe var olacaktır. Peki, 632 yılından sonra nübüvvet ve risalet makamlarına yücelecek bir birey çıkmadı mı?!

Yükselen ve yükselten iki olgu: Güzel söz ve salih amel 

Kur'an-ı Kerim ilginç bir şekilde Allah'a yükselen bir diğer ifadeyle kurbiyete/yakınlığıa vesile olan bir olgudan ve onu yükselten bir başka şeyden bahs eder.

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “مَنْ كَانَ يُر۪يدُ الْعِزَّةَ فَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ جَم۪يعاًۜ اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِـحُ يَرْفَعُهُۜ وَالَّذ۪ينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّـَٔاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ وَمَكْرُ اُو۬لٰٓئِكَ هُوَ يَبُورُ”

“Kim izzet isterse bilmeli ki izzet tamamıyla Allah'a aittir. Güzel sözler O'na yükselir; rızâsına uygun iş ve davranışları da O yüceltir. Sinsi sinsi kötülük tasarlayanlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzakları altüst olur.” (35/Fatır/10)

Ayet ‘Kelimü't-tayyibin' (pak tertemiz söz) Rab Teala'nın katına yükseldiğine ancak onu yükseltenin de salih amel olduğuna dikkat çekmektedir. Bu güzel ve pak söz ile onun sahadaki yansıması olan ‘salih amel' doğru davranış arasında kuvvetli ve sağlam bir bağ vardır. İkisi birbirini destekleyen ve birbirini besleyen iki olgudur. Bu ayette ‘pak ve tertemiz söz'ün huzur-u İlahi'ye yükselebilmesi için salih amelin işlevsel olması gerektiğine vurgu yapılırken Kur'an'ın bir başka ayetinde ise salih amelin ‘pak ve tertemiz söz'ün bir meyvesi olduğuna dikkat çekilir.

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ ﴿٢٤﴾

تُؤْت۪ٓي اُكُلَهَا كُلَّ ح۪ينٍ بِاِذْنِ رَبِّهَاۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٢٥﴾” “Allah'ın nasıl bir misal getirdiğini görmedin mi? Güzel sözü, kökü sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç, rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller getirmektedir.” (14/İbrahim/24-5)

‘el-kelimü't-tayyib' muhtevası temiz söz demektir. Bu kavrama Nasır Mekarim Şirazi'nin de belirttiği gibi ancak açık, net, ışıldayan, hakiki ve vakıî kavramlar uygun düşebilir.(22) Bu açıdan bakıldığında varılacak direkt sonuç Allah-u Teala'nın şüphe götürmez Zatıdır. Zira Onun yüce, mukaddes ve münezzeh zatından daha pak daha net ve daha belirgin bir şey yoktur. Bunun dış dünyadaki en açık tecellisi ve yansıması ise Onun dosdoğru dini ve sırat-ı müstakimidir. Bundan dolayıdır ki ayet sahih akide olarak tefsir edilmiştir.(23) Ehl-i Beyt İmamlarından gelen rivayetlerin bir bölümünde tertemiz söz Ali'nin velayetini de içerecek tarzda kelime-i şehadet olarak geçerken bir bölümünde ise Ali'nin velayeti tertemiz sözü yükselten salih amel olarak geçmektedir.(24)

Ehl-i Beyt İmamlarının bu tür ayetlerde velayeti dile getirmeleri uyarlama ve uyarlamanın en açık örneğini sunmak içindir. Yoksa bütün salih ameller bu unvanın kapsamına girmektedir.

Bir uyarı 

Yukarıda geçen Fatır Suresinin ayeti çerçevesinde bir diğer konu da gündeme gelmektedir. Öncelikle şunu belirtelim ki İslam inancına sahip olmayan bir kimsenin ortaya koyacağı doğru ameller ayrıca değerlendirilmelidir, ama bir amelin salih amel olabilmesi için salih bir birey tarafından ve salih niyetle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Teknik ifadeyle ‘hüsn-ü fiilî' ‘hüsn-ü fâilî' ile değer kazanabilir ve insanın kemale doğru yolunda bir işleve sahip olabilir. Ama bu mümin bir bireyin bütün amellerinin doğru olduğu anlamına gelmemelidir.

Hüsn-ü fiilî ile hüsn-ü failî bir arada olmalı, fail de Allah'a yakınlaşma niyetini taşımalıdır. Böyle bir amelin bir tanesi dahi belki kişinin kurtuluşuna vesile olabilir. Mümin birey, katışıksız halis niyet ile dinin doğru amel diye belirlediği eylemlerden birisini gerçekleştirirse bu onu Allah katında yüceltir.

Niyet ve kalbin yapısı o derece önemlidir ki amellerin değeri buna göre şekillenebilmektedir. Sapkın ve yanlış inanç, niyetin kötü olması ve Allah'ı devre dışı bırakan ve onu hayattan koparmaya çalışan bir bakış kişiyi aşağılara çeker. “İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi ondan hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder; Allah her şeye kādirdir.” (2/el-Bakara/284)

“Yeminlerinizin kasıtlı olmayanlarından dolayı Allah sizi sorumlu kılmaz, fakat kalplerinizin yöneldiği yeminden sizi sorumlu tutar. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir.” (2/el-Bakara/225)

Niyetin doğru, salih ve sahih olmamasından ötürü salih bir eylem olan sadaka dahi kişiyi Allah'tan uzaklaştırır. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa gidermeyin. O kimsenin misali, üzerinde toprak bulunan düzgün ve yalçın bir kayadır; kayanın üzerine şiddetli bir yağmur yağmış, onu çıplak halde bırakmıştır. Bu gibilerin kazandıkları hiçbir şeyden istifadeleri olmaz ve Allah, inkârcı topluluğa hidayet vermez.” (2/el-Bakara/264) Sadaka vermek, yardımda bulunmak ve infak etmek istiyorsunuz. Bunların bütünü hadd-i zatında güzel şeyler ve dinde de salih amel olarak kabul edilmektedir. Ancak ne var ki insanın yanlış tutum ve kanaatlere sahip olması, kalbin manevî açıdan sağlıklı olmaması böyle güzelim ve yüce bir amelin dahi boşa çıkmasına hatta Allah'tan daha çok uzaklaşmasına neden olabilmektedir. Böylece bu salih amel manevî etkisini gösterememekte, hatta çirkin davranışın darb-ı meseli olabilmektedir. Bir yukarıda sunulan darbı mesele bakınız bir de Allah'ın hoşnutluğunu talep etmek gayesiyle verilen sadakanın göstereceği etkiyi betimlemek için verilen şu darb-ı mesele bakınız.

“Mallarını Allah rızâsını dileyerek ve içlerinden gelerek harcayanların misali ise tatlı bir yamaçta bulunan, üzerine bolca yağmur yağan, bu sebeple ürününü iki misli veren bir bahçedir; şayet sağanak yağmazsa incecik yağar. Allah yapıp ettiklerinizi görmektedir.” (2/el-Bakara/265)

Salih amelin örnekleri olarak namaz, oruç, zekat, yardımlaşma, fedakarlık, cihad, hacc, iyiliği emretmek ve kötülükten nehy etmek gibi yığınlarca örnek sayabiliriz. Bu eylemleri yerine getiren mümin ve salih kulu göz önüne alacak olursak burada sormamız gereken soru: Salih amelin kendisi mi daha üstündür, yoksa o ameli gerçekleştiren mümin birey mi?! İşte bu soruya Rasûlullah (s.a.a.) şu cevabı vermektedir: “Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır. Kafirin niyeti ise amelinden daha kötüdür. Herkes niyetine göre amel işler.”(25)

Amelin inanca etkisi 

İnancın nasıl ki amel üzerinde etkisi varsa bir başka açıdan bakıldığında amelin de inanç üzerinde etkisinin olduğu görülecektir. Zaten yukarıda Fatır Suresinin onuncu ayetinde geçtiği üzere salih amel ‘kelim-i tayyibi' yükseltmektedir. Bireylerin bir inanç, dünya görüşü ve ideolojiye olan bağlılıkları doğaldır ki farklılık gösterir. Kimileri hallaç pamuğu ve en alt seviyede bir inanca bağlıyken kimileri de "hakk bana gösterildikten sonra bir an dahi olsun kuşkuya düşmedim" diyebilecek seviyeye gelmektedir. Bu iki inanç ve bağlılık türüne Kuranî tabirle ‘emanet' ve ‘yerleşmiş ve istikrar bulmuş' iman da diyebiliriz. Emanet, zayıf ve cılız iman en ufak bir sarsıntı, sınanma ve imtihanda yıkılabilmektedir. İstikrar bulmuş ve yerleşmiş bir iman ise seviye ve derecesine göre hiçbir şey onu yıkamamaktadır.

Teorik ile pratiğin birbirini desteklemesi gerektiğini pratiğin teoriyi şekillendirip güçlendirdiği hatta hakikate vukuf boyut ve derecesini yükselttiğini göz önüne aldığımızda istikrar bulmuş bir inanca sahip olabilmenin en önemli etmenlerinden birisinin salih amel olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Salih amel kavramını dar anlamda değil de geniş anlamda ele alacak olursak aklî ve kalbi amellerden olan tefekkür, muhabbet ve meveddet gibi hususları ayrıca belirtmeye gerek kalmaz. Rab Teala Enam Suresinde şöyle buyurmaktadır: “مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَاۚ وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزٰٓى اِلَّا مِثْلَهَا وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ” “Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır; kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (6/En'âm/160)

Bu ayetteki incelik ve bizim vurgulamak istediğimiz hususla ilgili olan nokta şurası: Ayet “men ameli bi'l-haseneti/kim bir iyilik işlerse” demiyor da ‘men cae bi'l-haseneti/kim bir iyiliği getirebilirse…' demektedir. Çünkü yapmak ve eylemek zamanın bir diliminde gerçekleşen bir eylem olabilir. Bir kişi sahih bir inançtan kaynaklı olarak bir salih amel işleyebilir. Ancak bu inanç sabit ve rusuh bulmuş bir iman değilse o iyilik çok kısa sürede yok olabilir. Zaten insanlardan çok azı salih bir ameli Kıyamet gününe getirebilme eyleminde başarılı olabilmektedir. Zira önemli problemlerden birisi istikamet ve sürekliliktir. Bir başka deyişle iyiliklerin günahlarla yakılmaması ve yok edilmemesi, ‘hebaen mensur/savrulan kül' haline dönüştürülmemesidir.

Dini yaşamanın en önemli sonuçlarından birisi inancın sebat kazanmasıdır.

İmam Sadık (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “İlim amelden ayrılmaz; bilen amel eder, amel eden bilir. İlim amele seslenir; eğer cevap verirse kalır, aksi takdirde oradan göçer”(26)

“Bir âlim, ilmiyle amel etmiyorsa; öğütleri kalplerin üzerinden kayar gider, tıpkı yağmurun sert kayaların üzerinden kayıp gitmesi gibi”(27)

İbadetlerin ve salih amelinin tekrar edilmesinin hikmetini buradan elde edebiliyoruz.

Kökük sabit ağaç 

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ ﴿٢٤﴾

تُؤْت۪ٓي اُكُلَهَا كُلَّ ح۪ينٍ بِاِذْنِ رَبِّهَاۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ﴿٢٥﴾” “Allah'ın nasıl bir misal getirdiğini görmedin mi? Güzel sözü, kökü sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç, rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller getirmektedir.” (14/İbrahim/24-5)

Bu ayet sebat ile tertemizlik ve paklık arasında bir bağın olduğuna dikkat çekmektedir. Ayet bir başka açıdan bir ölçüt mesabesindedir. Şöyle ki yukarıda bahs ettiğimiz imanın emanet mi iman mı yoksa sebat bulmuş bir iman mı olduğunu güzel bir şekilde betimlemekte ve sanki insana şöyle demektedir: İmanının sağlamlığını ölçmek istiyorsan dışsal olgulara yapıp ettiklerine ve eylemlerine bakmalısın. Zira söz konusu iman öyle bir iman ki hangi ortamda bulunursa bulunsun Rabbinin izniyle her an semeresini sunan ortamın gerektirdiği davranışın sergilenmesine vesile olan bir imandır. Dışsal tezahür ve tecellileri olmayan ariyet gibi duran bir iman seviyesine göre bir sarsıntıda sökülebilir.

Ayet bir başka açıdan masumiyetin sürekliliğini de ifade etmektedir. Ayetten ilk edinilen izlenim böyle bir ağacın varlık aleminde olduğu yönündedir. Böyle bir ağacın olması böyle bir şahsın ve şahısların da her daim olduğu anlamına gelir. Yakînî seviyede bir inanca sahip olan kimsenin hayatı da salih amellerin tecelligahıdır.

‘Müstevde' ve‘emanet' iman tabiri bizzat Ehl-i Beyt İmamları tarafından kullanılmıştır. Kurtuluşa eren kişi nasıl tanınır?

Mufazzal b. Ömer İmam Sadık'tan (as) şöyle rivayet etmektedir: Buyurdu ki: «Eğer bir kişinin yaptıkları dediklerine uyuyorsa, o kişinin kurtuluşa erdiğine şahitlik et veya kurtuluşa eren kimse olduğunu yay.

Bir kimsenin yaptıkları dediklerine uymuyorsa, o kimse, bilginin deposu, mahzeni gibidir. Dini sarsaktır/emanettir.(28)

Meclisi hadiste geçen mustevde kelimesi hakkında şöyle der:

Burada iki olasılık söz konusudur.

a-İmanı çekip alınır.

b-İmanı yalancı bir imandır.(29)

İmam Seccad (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “İncil'de şöyle yazar: Bildiklerinizle amel etmedikçe bilmediklerinizi sormayın; çünkü amel edilmeyen ilim sahibinin küfrünü ve Allah'tan uzaklığını artırmaktan başka bir işe yaramaz”(30)

İmam Ali (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “فمن الايمان ما يكون ثابتا مستقرا في القلوب، ومنه ما يكون عواري بين القلوب والصدور، إلى اجل معلوم، فإذا كانت لكم براءة من أحد فقفوه حتى يحضره الموت، فعند ذلك يقع حد البراءة” “İman ise; bazısı kalplerde sabit ve istikrarlı, bazısı ise bilinen bir sona kadar kalpler ve göğüsler arasında emanet ve geçicidir. Bir kimseden (şer'i sebeplerle) beri iseniz ölümüne dek kendi haline bırakın, öldüğü zaman (yine eski halindeyse) artık beraatın sınırı gerçekleşmiş olur.”(31)

İbn Meysem el-Bahrânî bu hutbenin şerhinde şöyle der: Bu bölümde imanın ikiye taksim edildiğini görmekteyiz. İlki sabit ve kalbe yerleşmiş ve istikrar bulmuş ve dolayısıyla meleke halini almıştır. İkincisi ise her an değişebilen ve kalpten ayrılmaya maruz kalan iman. Zaten İmam Ali (as) ‘avarî' sözcüğünü de istiareten kullanmıştır. Çünkü böyle bir iman her an dönebilir ve red edilebilir.(32) İmam'ın buyruğundaki bir diğer nükte ise şudur: Kökleşmiş ve meleke haline gelmiş bir iman için İmam sadece kalp sözcüğünü kullanırken böyle olmayan bir imanın mekanı olarak kalbi zikir etmemektedir. Kalp ise sadır/sine arasında asılı bulunan bir şeyden bahs ediyor gibidir. Böyle bir iman bir diğer ifadeyle nefsin bir cevheri de değildir.

Özetle amelin imanın amel üzerinde iki etkisi vardır diyebiliriz.

a- İmanın emanet iman pozisyonunda meleke halini almış bir iman pozisyonuna yükselmesi.

b- Bu yükselmenin bir gerçeklik ve hakikatinin olması.

Amelin imana etki keyfiyeti 

Önceki bölümlerde itibarîlik ve hakikilik iki olgudan bahs etmiş, imanın insan yaşamı üzerinde hakîkî bir etkisinin olduğuna ve bu etkinin itibarî bir etki olmadığına değinmiştik. Şunu belirtelim ki insanlardaki iman ve inanç kademe kademedir.

İmam Sadık (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ey Abdulaziz! İman, merdivenin basamakları gibi on derecedir. Bu basamaklar birer birer çıkılır. İki basamak yukarıda olan kişi, bir basamak yükselen birine: Sen bir şey üzere değilsin, dememelidir.»

-İmam onuncu basamağa kadar bu şekilde sıraladı-

Devamla şöyle dedi: «Senden aşağı bir basamakta olanı aşağı düşürme. Ki senden yukarı olan biri de seni düşürmesin. Senden daha aşağı bir derecede olan birini gördüğün zaman, yumuşaklıkla onu yanına yükselt ve ona kaldıramayacağı yük yükleme, yoksa kırarsın. Çünkü bir mümini kıran onu yeniden onarmalıdır”(33)

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duydum: «Eğer insanlar Allah Tebâreke ve Teâlâ'nın bu mahlûkatı nasıl yarattığını bilselerdi, hiç kimse bir başkasını kınamazdı.»

Dedim ki: Allah sana iyilik versin, bu nasıl oldu?

Buyurdu ki: «Allah Tebareke ve Teâlâ cüzleri yarattı. Bunlar toplam kırk dokuz cüz oldular. Sonra her cüzü on cüze ayırdı. Böylece bir cüzü on cüz yaptı. (49X10=490) Sonra bu cüzleri mahlûkat arasında paylaştırdı. Bir adama cüzün onda birini, bir başkasına da onda ikisini yerleştirdi, ta ki onu bir tam cüze ulaştırıncaya kadar. Bir adama bir cüz ve bir cüzün onda birini yerleştirdi. Bir başkasına bir cüzü ve bir cüzün onda ikisini yerleştirdi. Diğer birine bir cüz ve bir cüzün onda üçünü yerleştirdi. Ta ki bunu iki tam cüze ulaştırıncaya kadar. Sonra bu hesaba göre, en üst derecede olan bir kimseyi kırk dokuz cüze ulaştırdı.

Allah bir kimseye sadece cüzün onda birini yerleştirmişse, bu kimse, cüzün onda ikisine sahip olan gibi olamaz. Aynı şekilde cüzün onda ikisine sahip olan da, cüzün onda üçüne sahip olan kimse gibi olamaz. Bunun gibi, tam bir cüze sahip olan da, iki cüze sahip olan gibi olamaz. Eğer insanlar, Allah Azze ve Celle'nin mahlûkatı bu şekilde yarattığını bilselerdi, kimse kimseyi kınamazdı.»(34)

İmanın her bir derecesi özel bir amel, çaba ve uğraşıyı gerektirmektedir. Dolayısıyla tevhide inanan bir birey bu inancın gereğine göre hareket etmeli, aynı şekilde ahirete ve hesap vereceğine inanan bir mümin de bu inancın gereğince hareket etmelidir. Şöyle ki ahiret gününe ve hesap vereceğine inanan bir mümin sevaba erişmek, cennete yüce makamlara ulaşmak, rıza-ı ilahiye kavuşmak için bir insana infakta bulunur, yoksul ve mahrumların ellerinden tutar, çevresindeki insanlara güleryüzlü ve sevecen bir şekilde davranır. Doğaldır ki mead ve hesap inancı olmayan birisi böyle bir beklentinin eseri olarak davranmaz. Gerçi başka saiklerle aynı tutumları sergilese de sorumluluk bilincinin zirvesinde olan müttaki bireylerin tutum ve tavırları gibi tavırlar sergileyemez.

Şabî şöyle rivayet etmektedir: Kûfe'nin Rahbe semtine gittim. Ben o zaman çocuklarla birlikte idim. Bir de baktım ki Ali'nin (a.s.) elinde biri altın diğeri de gümüş olan iki kese var. Yanında insanları kovuğu bir kırbacı da vardı. Beytülmale dönüyor ve insanlar arasında malı taksim ediyordu. O kadar dağıttı ki Beytülmalde bir şey kalmadı. Sonra da oradan elinde hiçbir şey kalmadan evine doğru ayrıldı.

Ben babama dönerek şöyle dedim: Bugün ya insanların en hayırlısını ya da insanların en ahmağını gördüm.

Babam: Ey yavrucuğum kimdir O, diye sorunca ben ‘Ali b. Ebû Tâlib'i gördüm' dedim ve gördüğüm şeyi Ona anlattım.

Babam ağlayarak "Aksine ey yavrucuğum insanların en hayırlısını görmüşsün" dedi.(35)

Ali (a.s) Beytülmalı sonuna varıncaya kadar müslümanlara dağıtır ve yerini süpürerek orda namaz kılar ve "Ey sarı (altın)! Ey beyaz (gümüş)! Uzaklaş benden git başkasını aldat!' derdi. O, Şam dışında bütün İslam dünyası elinde olduğu halde, kendinden sonra miras olarak geriye bir şey bırakmadı.(36)

Onun torunu olan İmam Seccad'ın hayatından bir örnek verelim. Medine'de ihtiyaçları karşılanan fakat kimlerin ihtiyaçlarını karşıladığını bilemediği bir takım evler vardı. Bu aileler ihtiyaçlarını kimin karşıladığını ancak İmam Seccad'ın vefatıyla öğrenebildiler.(37)

Bu bakış açısı ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnancın her bir kademe ve derecesi bir şekilde dışa yansıyacak ve eylemlerde kendisini gösterecektir. Allah-u Teala'ya karşı kulluk ve sorumluluk bilincine üst düzeye çıkaranlar için Rab Teala tarafından özel bir inayet söz konusudur. İmanın en yüksek ve en üst derecelerine yücelmek ve yükselmek için Allah-u Teala ona yardım edecek ve Tevfik ve inayet bağışlayacak kul peyderpey ilk önce karanlık hicapları yırtacak yırttıkça hazza ve lezzete erişecek, ardından nuranî hicapların kalkması için uğraşacak ve likaullah lütfuna mazhar olacaktır.

İslami marifetin temel ilkelerinden ilk basamağı kulun değişim ve dönüşüm iradesi göstermesidir. Bu irade gerçekleşince ilahî irade kulun hayrını talep eder. Eğer kulda böyle bir irade ve inkılap arzusu yok ise artık kötülük, rics ve ricz derecesine göre kaçınılmazdır. Destekçisi ve yardımcısı Rab Teala olmayan kimse için ise artık ne bir veli vardır ne de bir yardımcı. Zira varlık aleminde Zorunlu ve müstakil varlık Rab Tealadır. Diğerlerinin varlığı kendiliklerinden olmadığından ötürü yok hükmündedirler.

Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Kişinin önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu kayıt ve koruma altına alan takipçiler vardır. Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez. Allah herhangi bir toplumun başına bir kötülük gelmesini diledi mi, artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onların Allah'tan başka yardımcıları da bulunmaz.” (13/er-Ra'd/11)

İnsan özgür iradesiyle iman ve değişim basamağına ulaştıktan sonra ikinci basamağa geçiş yapar. Bu da iman ve inanca uygun cevanihi ve cevarihi davranış ve eylemlerin gösterilmesidir. İşte kişi bu yeni iman olgusunun gereğine göre davranabilirse Rab Teala daha üst derecelere yükselmesi için ona özel inayet ve lütufta bulunur. Bu yükselme ve yolculuk sonsuz ve sınırsız bir varlığa doğru yapıldığından ötürü dereceler de sonsuz ve sınırsızdır. Öyle ki Hz. Hatem (s.a.a.), Hz. Ali ve Fatımetü'z-Zehra (a.s.) örneklerinde olduğu gibi Kab-ı Kavseyn'e hatta daha ilerisine kadar varır. Artık buraları o yüce şahsiyetler bilir. İmanın her bir derecesinin özel bir amel ve eylem gerektirdiğini Makam-ı Mahmud payesine ulaşan Rasul-u Azam'ın (s.a.a.) “Şükür eden bir kul olmayayım mı!?”(38) cevabından da elde edebiliyoruz.

Rasulullah'ın (s.a.a.) bu cevabından bir diğer hakikate de ulaşabiliyoruz. İnsanların geneli için mübah olan bazı hususlar imanın en üst seviyelerinde bulunan bazı kimseler için mekruh hatta haram dahi olabilmektedir. İşte imanın itibarî değil hakikî bir durum olduğundan kasdımızın bir boyutu da budur. İman var oluşsal bir makamdır ve geliştikçe bu var oluşsal makam bir üst seviyeye yükselmektedir. “Gecenin bir vaktinde kalkıp kendine mahsus nâfile bir ibadet olarak da namaz kıl ki, rabbin seni övülmüş bir makama yükseltsin.” (17/İsra/79)

Marifet ve inanç sorumluluğu gerektirir. Her bir marifet ve inanç yeni bir sorumluluktur. Bu marifet arttıkça sorumluluk artmakta ve derece yükselmektedir. Hatta Kıyamet günündeki insanlar arasındaki derece farklılığının bir gerekçesi de budur. Nasıl ki namaz kılan ile namaz kılmayan veya hak, hukuka ve insani erdemlere riayet edenler ile etmeyenler aynı seviyede değilse ve bundan dolayı insanlar birbirinden ayrılıyorsa kulluk yapanlar da aynı derecede değildirler. Hatta görüntü itibariyle aynı gibi görünen yığınlarca namaz varsa da bu namazı ikame edenler marifetullahdaki seviyeleri cennetteki derecelerini de belirleyecektir. Rasûlullah'ın (s.a.a.) gece namazı onu ‘Makam-ı Mahmud'a yüceltirken aynı gece namazını eda eden yığınlarca insan için böyle bir durum söz konusu değildir. İşte bu hem marifetin sonucudur hem de amel, çaba ve uğraşın sonucudur. Hz. Ali'nin (a.s.) "nice oruç tutanlar vardır ki oruçtan kendilerine kalan yegane şey susuzluk; nice geceyi ibadetle geçirenler vardır ki kendilerine kalan yegane şey yorgunluktur. Akıllı ve zeki kimselerin uykuları ve iftarları ne kadar da güzeldir." buyruğu da bunu desteklemektedir.(39)

Yine Hz. Peygamber (s.a.a.) “Kim Allah'tan sakınarak ve sorumluluk bilinciyle hareket ederse kuvvetli olarak yaşar ve düşmanının beldesinde güven içinde olur.” Buyurmaktadır.(40) Bir diğer örnek ise Kur'an kıraati hakkındadır. Kur'an kiminin kalbinin şan ve süsü ve yücelme vesilesi iken kimi için lanet vesilesidir. Rasûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: “Kur'an öğreniniz. Kur'an hamili misk dolu bir küpü taşıyan kimseye benzer. Küpü açınca etrafa misk kokusu yayılır.”(41) “Kur'an ehli Allah'ın özel ve seçkin kullarıdır.”42 “Kur'an'ın haramlarını helal saymaya kalkışan kimse Ona iman etmemiştir.”(43) “Nice Kur'an karii vardır ki Kur'an kendilerine lanet etmektedir.”(44)

Kur'an'ın ilginç ve latif nüktelerinden birisi de şudur ki yapılan haseneleri birbirinden ayırt edebilmektedir. Örneğin bir yerde haseneye bire on sevap verirken,(45) başka bir yerde bire yedi yüz sevap vermekte hatta daha da ileri giderek daha da katlayacağını belirtebilmektedir.(46) Dahası ayetin sonundaki ‘"vallahu vasiun alim" ibaresindeki vüsatı da mükafatla bağlantılı olarak değerlendirecek olursak bir haseneye uçsuz bucaksız bir mükafat verilebileceğini sonucunu çıkarmak uzak bir olasılık olmasa gerek.

Özetle salih amel kalbin inanç kapasitesinden sızan bir ölçüttür, o kişinin Allah'a yönelik irfan, aşk, muhabbet ve şevkini ortaya koyar.

Suud/yükselme sadece inanç ve amel için mi geçerli yoksa insan için de söz konusu mu?!

Merhum Neraki bu soruya şöyle bir benzetme ile cevap vermektedir. Bir söz veya eylemin duyu organlarıyla algılanan olaylarda varlığı devam ettiği müddetçe sebattan bir pay sahibi olamaz. Çünkü dünya yenilenme ve zeval yurdudur. Ancak gerçekleşen olayların nefiste bir tesiri olur. Eğer tekrarlanacak olursa tesir müstahkem hale gelir. Gitgide yerleşen bir meleke halini alır. Bu şuna benzemektedir: Kömür alev halini aldığında ilk olarak düşük bir ısıya sahiptir. Bu alev şiddetlendikçe ısısı artar ve çevresini aydınlatmaya başlar. Tam bir ateşe dönüştüğünde ise çevresini tam olarak aydınlatmakla birlikte yakıcılık özelliğine de kavuşur. Nefsanî haller için de benzer bir durum söz konusudur. Kuvveti arttıkça yerleşik bir meleke ve batınî bir suret haline dönüşür. Kendisine özgü eserlere sahip olan ilkeler halini alır. İnsanî nefisler fıtratlarının ilk evrelerinde nakışlardan ve suretlerden yoksun sayfalar gibi olup huyları kolaylıkla içselleştirebilecek yapıdadırlar. Huylar nefiste müstahkem hale gelecek olursa o huyların zıddını oldukça güç bir şekilde kabul ederler.(47)

Bizim de benimsediğimiz bu nazariyeye göre; insan bir şeye inanır, inancının gereği olarak ameli yapmaya başlar ve bu tekrarlanacak olursa bir müddet sonra eylem ile eylemin faili aynîleşecektir. Yakîn ve şecaat denilince Ali'nin akla gelmesi gibi.

Günahların insan davranışına etkisi  

Salih amel nasıl ki inancın yerleşmesine ve varoluşsal olarak bir dereceden daha üst bir derece ve mertebeye yükselmesine neden oluyorsa günah, isyan ve çirkin davranışların da insan inancı üzerinde bu defa tersinden bir etkisi olacaktır.

Bunu iki maddede sıralayabiliriz.

a- Dalaletin ve yanlış inancın yerleşik bir hal alması. Hatta sökülmesi güç bir hale dönüşmesi.

b- Tersine bir durum ile yanlış inancın cehennemin derekelerine doğru kemale erişmesi.

Kur'an münafıklardan bahs ederken şöyle der: “Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar; artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” (4/en-Nisa/145)

İnanç ile amel birbirini çeken zıtlığı kabul edemeyen iki olgu gibidir. Yanlışlar bir müddet sonra Allah'ın ayetini tekzibe ve hakikate muhalefet etmeye kadar insanı götürür.

“Sonra, kötülük işleye işleye Allah'ın âyetlerini yalanladılar ve onlarla alay ettiler. Böylece sonları daha da kötü oldu.” (Rum/10) Bu ayet Allah'ın ayetini tekzib ve onları alaya alma eyleminin bir öncesi olduğuna delalet etmektedir. Mekarim Şirazi'nin belirttiği gibi günahlar ve masiyetler insanın ruhu üzerinde kötü bir etkiye sahiptir, hastalığın bedeni eritmesi gibi o da kişinin imanını yemeye başlar.(48)

Şu ayet de aynı hakikate mebnidir. “Bunun üzerine Allah da kendisine verdikleri sözden caydıkları ve hep yalan söyledikleri için, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar yüreklerine münafıklığı yerleştirdi.” (9/et-Tevbe/77)

Bu ayet de başlangıçta bu insanların münafık olmadıklarını ancak fiillerinin kendisini münafıklık sonucuna götürdüklerini çıkartabilmekteyiz.

Beydavi ayetin tefsirinde iki olasılıktan bahs etse de ikisi de bizim bu görüşümüzü destekler mahiyettedir. Ona göre ilk olasılığa göre kötü fiilleri ikinci olasılığa göre cimrilikleri kendilerini nifağa götürmüştür.(49) Biz ise şu kanaatteyiz: Ayetin kendisinde zaten nifağa götüren sebep açıkça belirtilmiştir. Zira ‘bima ehlefu' ve ‘ve bima kanu yekzibun' ifadelerinde geçen ‘bi' harf-i cerrleri sebebiyyeyi ifade etmektedir. Yani, nifağa götüren sebepler:

a- Allah'ın kendilerine verdikleri sözden caymaları.

b- Yalan söylemeleri.

Özetle kötü ve çirkin ameller kişiyi öyle bir noktaya sürükler ki böyle bir durumdan kurtulmak güçtür.

 

------------------------------------------------------------------------------------------

1 Ayetin arapça orijinal metni: “اَنْتُمْ مُسْلِمُونَۜوَوَصّٰى بِهَٓا اِبْرٰه۪يمُ بَن۪يهِ وَيَعْقُوبُۜ يَا بَنِيَّ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰى لَكُمُ الدّ۪ينَ فَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَ”
2 “ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نْ وِعَٓاءِ اَخ۪يهِۜ كَذٰلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَۜ مَا كَانَ لِيَأْخُذَ اَخَاهُ ف۪ي د۪ينِ الْمَلِكِ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜفَبَدَاَ بِاَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَٓاءِ اَخ۪يهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِنَشَٓاءُۜ وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ”
3 Şerif er-Razi, Telhisü'l-Beyan fi Mecazati'l-Kur'an, s. 259
4 El-Emsel, c. 1, s. 236 5 Şeyh Huveyzi, Tefsir-ü Nuri's-Sakaleyn, c.
5, s. 41, hds no: 65 Thk: Haşim Rasul Mahallati, Müessesetü İsmailiyan,
6 El-Berki, el-Mehâsin, s. 26, Dârü'l-Kütübi'l-İslamiyye, 1951, Tahran
7 Şerhü Nehci'l-Belağa, c. 3, s. 202, Tahkik Muhammed Ebü'l-Fazl İbrahim.
8 Nehcü'l-Belâğa, 193. Hutbe.
9 Tirmizi, Sünen, Kitab Birr ve's-Sıla, 62. Bab, hds no: 2006
10 Tirmizi, Sünen, Kitab Birr ve's-Sıla, 62. Bab, hds no: 2007
11 El-Haskânî, Şevâhidü't-Tenzîl, c. 2, s. 154, hds no: 781, Thk: Şeyh Muhammed Bakır el-Mahmûdî, 1990, 1. baskı
12 El-Küleyni, el-Kâfi mine'l-Usûl, c. 1, s. 16, Thk: Ali Ekber el-Ğıffârî, 3. Baskı, Darü'l-Kütübi'l-İslamiyye, Tahran, 1388 Metnin orjinali: “يا هشام إن لله على الناس حجتين: حجة ظاهرة وحجة باطنة، فأما الظاهرة فالرسل والأنبياء والأئمة - عليهم السلام -، وأما الباطنة فالعقول”
13 El-Usul mine'l-Kafi, c. 2, s. 389-390, Babü Vucuhi'l-Küfür, hds no: 1
14 El-Usul mine'l-Kafi, c. 2, s. 65. Arapça metin: )، فإن كنت ترى أنه لا 1يا إسحاق خف الله كأنك تراه وإن كنت لا تراه فإنه يراك (يراك فقد كفرت، وإن كنت تعلم أنه يراك ثم برزت له بالمعصية، فقد جعلته من أهون الناظرين عليك
15 Age, c. 2, s. 70-1
16 Seyyid İbn Tavus (664), İkbâlü'l-Amâl, c. 3, s. 299, Tahkik: Cevad el-Kayyumi el-İsfahani, 1414Recep, 1. baskı
17 El-Usul mine'l-Kafi, c. 2, s. 353, Hadisin metni: من أهان لي وليا فقد أرصد لمحاربتي وما تقرب إلي عبد بشئ أحب إلي مما افترضت عليه وإنه ليتقرب إلي بالنافلة حتى أحبه، فإذا أحببته كنت سمعه الذي يسمع به وبصره الذي يبصر به ولسانه الذي ينطق به ويده التي يبطش بها، إن دعاني أجبته وإن سألني أعطيته، وما ترددت عن شئ أنا فاعله كترددي عن موت المؤمن، يكره الموت وأكره مساءته
18 Şeyh İhsai, Avaliü'l-Leali, c. 1, s. 56, İran, 1403; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 153 Arapça metni: ان الله تعالى يقول: من تقرب إلي شبرا، تقربت إليه ذراعا، ومن تقرب مني ذراعا، تقربت منه باعا، ومن أتاني مشيا أتيته هرولة "
19 El-Futuh, c. 3, s. 79. Hatta Amr bu hadisi rivayet ettiğinden dolayı daha sonra Muaviye tarafından sert bir şekilde eleştirilecektir.
20 Age, c. 6, s. 16-21
21 Age, c. 6, s. 24
22 El-Emsel, c. 11, s. 25
23 Age, agy.
24 Bkz: el-Kafi, c. 1, s. 356, hds no:85; Tenbihü'l-havatır, c. 2, s. 109; Emali, c. 2, s. 109; Tefsirü'l-Kummi, c. 2, s. 182 ve 183
25 El-Kafi, c. 2, s. 84
26 El-Kafi, I, 44 
27 Age, agy.
28 Age, I, 45
29 Meclisi, Biharü'l-Envar, c. 66, s. 227
30 Age, I, 45
31 Nhbl, 189. hutbe
32 Biharü'l-Envar, c. 66, s. 228
33 El-Kafi, II, 44-45 
34 Age, II, 44
35 Haşim Maruf el-Hasanî, Siyretü'l-Eimme İsna Aşere, c. 1, s. 314, Mektebetü'l-Haydariyye
36 Şerh-u Nehci'l-Belâğa, c. 1, s. 22
37 Ebü'l-Feth el-Erbili, Keşfü'l-Ğumme, III, 32, 2012, Beyrut, Darü't-Tearuf
38 El-Kafi, II, 95
39 Nhbl, 142. Hikmet.
40 Bhnv, c. 67, s. 283
41 Seyyid Burucerdi, Camiü'l-Ehadisi'ş-Şia, XV, 26, 1409, Qum
42 Agei, agy.
43 Mirza Hüseyin Nuri, et-Tabersi, Müstedrekü'l-Vesail, IV, 250, Müessesetü li İhyai Ali'l-Beyt, 1407, hds no: 4620
44 Age, agy. Hds no: 4621
45 Enam, 6/160
46 Bakara, 2/261
47 Nerak, Camiü's-Seadat, I, S. 28, Müessesetü ismailiyan, 1428-Qum
48 Emsel, X, 111
49 Beydavi, Envarü't-Tenzil, III, 90, Darü İhyai't-Türasi'l-Arabiy, Beyrut.