Peygamberler nübüvvet gelmeden önceki hayatlarında dalalette miydi?
Böylece sadece bir olay özelinde elde ettiğimiz birkaç cüzi niteliklere hayatının diğer olaylarında sahip olduğu nitelikleri, marifetleri ve erdemleri ekleyecek olursak nübüvvetin bir hak etme olduğunu, nebinin nübüvvet öncesi sıradan bir insandan farklı olmadığı bir hokus pokusla şahsın nebi olduğu şeklindeki tasavvurun ne derece yanlış ve hatalı olduğunu anlayabiliyoruz.
Kasas Suresi 24. ayetinin analizi
Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
Bu satırları kaleme aldığım esnada birçok defa aklıma gelen Abbas Kadıoğlu anısına. Rabbim rahmetiyle yarlıgasın, Hz. Rasûlullah'a (s) ve Ehl-i Beyt İmamlarına komşu eylesin.
İNTİZAR - Nübüvvet ve ilahî risalete mazhar olan şahısların önceki hayatlarının bir tür, cehalet, bir tür karanlık ve dalalet üzere olduğu tasavvurunun Klasik İslam Düşüncesi'nde de Modern İslam Düşüncesi'nde de bir takım tartışmalarla birlikte var olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda genel tasavvur şöyledir: Bir insanın aniden nebi veya rasul olur, kemale doğru dikey bir gelişim göstermeden diğer insanlar gibi onlar arasında yaşarken İlahî irade tarafından seçilir. Seçilen nebinin o derece de bir sa'y ve gayreti söz konusu değildir. Konu çerçevesinde Kur'an-ı Kerim'deki bazı ayetler de delil olarak kullanılır. “Seni yol bilmez bir halde bulup yol göstermedi mi?” (93/Duhâ/7) ayeti bu konuda delil olarak kullanılır. Ayette geçen “dalalet” sözcüğü “gayy” batıl şeye inanmak olarak tefsir edilerek Peygamber'in risalet öncesi sapık, dalalette olduğu, yanlış bir inanca sahip olduğu gibi bir kanaat söz konusudur. Her neyse biz Ulu'l-Azm Peygamberlerinden birisi olan Hz. Musa'nın nübüvvet öncesi hayatından bir sahneyi anlatan Kasas Suresinin 24. Ayetini ele alıp incelemeye ve peygamberlerin nübüvvetten önce amelî ve nazarî hikmet noktasındaki konumlarına ışık tutmaya çalışacağız.
“فَسَقٰى لَهُمَا ثُمَّ تَوَلّٰٓى اِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لِمَٓا اَنْزَلْتَ اِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَق۪يرٌ”
“Bunun üzerine Mûsâ, onların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekilip, "Ey rabbim! Bana lutfedeceğin her türlü hayra muhtacım!" diye niyazda bulundu.”
A- Kur'an-ı Kerim'in genel anlatım tarzından anlatıldığına göre bu olay nübüvvetten önce gerçekleşmiştir. Şöyle ki Hz. Musa (a) Mısır'da birisini öldürdükten sonra Medyen Şehrine doğru harekete geçmiş, orada bir müddet Hz. Şuayb'ın (a.s.) veya Şuayb'ın kardeşinin oğlunun[1] yanında kalıp O'nun kızı Safûrâ ile evlendi. Bir müddet orada kaldıktan sonra ailesi ile Mısır'a doğru yola koyuldu. Kur'an'ın anlatımından Hz. Musa'nın Medyen'den çıkışının soğuk bir zaman diliminde olduğunu çıkarsamak o kadar da güç olmasa gerek.
“Mûsâ bu süreyi doldurup ailesiyle birlikte yolda giderken Tûr tarafında bir ateş gördü; ailesine, "Siz bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir parça ateş getiririm" dedi.”[2] Hz. Musa (a.s.) ateşi almak için o mevkiye geldiğinde kendisine nida edildi, vahy almaya başladı.
“Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafından, (oradaki) ağaç yönünden kendisine şöyle seslenildi: "Ey Mûsâ! Muhakkak ki ben yalnızca âlemlerin rabbi olan Allahım.”[3]
B- Her halükarda bu olay nübüvvetten önce meydana geldiğinden, bir Peygamber'in nübüvvet öncesi eylem ve marifet düzeyini göstermesi bakımından önemli görülebilir. Ayeti lafzî bir okumaya tabi tutacağımızdan okuyuculardan özür diliyoruz, ancak elden geldiğince bu okumaların ayetin mesajına da yansıtmaya çalışacağız.
“وَلَمَّا وَرَدَ مَاءَ مَدْيَنَ وَجَدَ عَلَيْهِ أُمَّةً مِنَ النَّاسِ يَسْقُونَ وَوَجَدَ مِنْ دُونِهِمُ امْرَأتَيْنِ تَذُودَانِ قَالَ مَا خَطْبُكُمَا قَالَتَا لَا نَسْقِي حَتَّى يُصْدِرَ الرِّعَاءُ وَأَبُونَا شَيْخٌ كَبِيرٌ (23) فَسَقَى لَهُمَا ثُمَّ تَوَلَّى إِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ إِنِّي لِمَا أَنْزَلْتَ إِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَقِيرٌ (24)”
“Medyen suyuna vardığında orada hayvanlarını sulayan bir grup insanla karşılaştı. Onların biraz ötesinde de (hayvanlarının suya gelmesini) engelleyen iki kadın gördü. Onlara, "meseleniz nedir?" diye sordu. "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (hayvanlarımızı) sulayamayız; babamız da çok yaşlıdır" dediler. Bunun üzerine Mûsâ, onların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekilip, "Ey rabbim! Bana lutfedeceğin her türlü hayra muhtacım!" diye niyazda bulundu.”[4]
24. ayet “الفاء” edatıyla başlıyor. “Fe-seka” "Fa" her ne kadar atıf harfi olsa da ilk akla gelen “takibiyye” veya “tertibiyye” olmasıdır. Yani “hemen bunun üzerine”, “hemen ardından” gibi anlamlara gelir. Bu durumda konumuzla ilgili olarak söyleyecek olursak kıssa da geçen o iki kız durumlarını anlatır anlatmaz, Hz. Musa (a.s.) hemen harekete geçti. Yapılan haksızlık, yanlışlık karşısında yerinde oturmayı tercih etmedi. Haksızlığa uğrayan bu çaresiz iki kıza yardımcı olmak için derhal alelacele işe girişti. Gerçi kızlar açısından bakacak olursak mazlumiyetlerini güzel bir şekilde anlatmış olma gibi bir durum da söz konusudur.
Bu Hz. Musa'da yardımseverliğin, mazlumların elinden tutmanın, onların imdadına koşmanın ahlak ilminin diliyle söyleyecek olursak “hal” değil de “meleke” “tabiat” “tahalluk” ve “tahakkuk” mertebelerinden birisinde olduğunu gösterir.
Zira “hal” olabilmesi için bir anlık olup bitmesi veya herhangi bir maniinin olması durumunda fiiliyata kolay kolay dökülmemiş olmasını gerektirir. Halbuki Hz. Musa'nın (a) bu kıssasına baktığımızda uzun bir yolculuktan gelen Hz. Musa (a) kuyunun başındaki insanları gözlemliyor, orada iki kızın davarlarını sulayamadıklarını görüyor, işin içinde bir terslik olduğunu anlıyor, gerekçesini sormak üzere o iki kıza yanaşıyor, gerekçesini öğrenir öğrenmez açlığına, yabancı olmasına aldırış etmeksizin işe koyuluyor. “Ben bu şehrin yabancıyım” “Ben acıkmış, uzun yoldan gelmişim” gibi gerekçeleri ileri sürerek yardıma koşmamazlık etmiyor. Olayı analiz edince Hz. Musa'da bu güzel erdem ve hasletin ileri düzeyde olduğunu söylemek “tahalluk” ve “tahakkuk” mertebelerinde olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Sadece tek bir olay üzerinden okumak çok sıhhatli olmasa da en azından sosyal olgu olarak Hz. Musa (a.s.) toplumun dertleriyle hemhal olan, toplumu ve olayları okuyan bir bireydir. Hz. Rasûlullah'ın henüz daha peygamber olmadan katıldığı ve bir üyesi olduğu Hılfu'l-Fudul (Erdemliler Paktı) Hz. Musa'nın tavrıyla ne derece örtüşüyor. Galiba mazlum ve garibanlara yardım etmek peygamberlerin nübüvvet öncesi bir ahlakî nitelikleri. Muhtemelen Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) Hira Dağı'na çıkıp uzun uzun halvetlerde bulunması bir şeylerin acısını çektiğinin göstergesidir. İşte “Dallen/seni yol sapıtmışken görüp de sana hidayeti bağışlamadı mı?” olası anlamlarından birisi bu olabilir. Yani seni insanları tezkiye etme, onlara talimde bulunma hakkında, adaleti ve marifeti gerçekleştirme konularında nasıl bir yol takip edileceği yol hakkında yol bilmez bir haldeyken bulup da sana bu ve bunun dışındaki diğer alanlarda hidayeti bağışlamadı mı? “Dallen”e konu olan şeyi inanç sapıklığı olarak telakki edip Hz. Rasûlullah'ı da diğer Mekke müşrikleri gibi putperest, İlahî marifetlerden ve hakikatlerden habersiz ve bu noktada sapık olarak telakki etmek sıkıntılı gibi görünmektedir.
C- Bu düşüncelerimi yazıya dökmemi tavsiye eden arkadaşın[5] dile getirdiği üzere ayette “ذهب” fiili yerine “تَوَلّٰٓى” fiilinin kullanılması da ayette Hz. Musa'nın ahlakı hakkında bir diğer ip ucudur. İyilik yapmak elbette güzel bir eylemdir. Yapılan iyilik hakkında direkt akla gelen şu dört olasılık var.
a- İyiliği yapmak ve yaptığı iyiliği başa kakmak.
b- İyilik yapmak ve çekip gitmek. Ama yaptığı iyilikten dolayı memnun olmak.
c- İyilik yapmak, ama karşıdakini mahcup etmemeye çalışmak.
d- İyilik yapmak, iyiliği bir şey olarak görmemek. Yokmuş gibi devam etmek. Yani iyilikleri ve hasenelerini değil de günahlarını, eksikliklerini göz önüne almak. Sadece bedenen değil, zihnen ve kalben dahi o iyiliği silmek.
İbn Aşûr'un da belirttiği gibi “tevellâ” ile “vellâ” eş anlamlıdır.[6] Ancak harf ziyadeliği mana ziyadeliğini gerektirdiğinden ötürü “vella anh”da anlam yüz çevirmek iken “tevella”da anlam “arkasını dönmek”tir.[7]
Her neyse bu ifade bize şunu ihsas ve iş'ar ettirmektedir. İyiliği yaptıktan sonra iyiliği yokmuş gibi davranmak ve yüz çevirmek. Biraz daha etraflıca analiz edilebilirse Hz. Musa'nın marifetullahını, ihlasını ve Ahiret inancının ne derece üst seviyede olduğunu gösteriyor dersek yanlış düşünmüş olmayız sanırım. Çünkü o iyiliği zihinde dahi yok sayma ileri düzey bir Ahiret inancını gerektiriyor. Bu da bizim nübüvvet bir taraftan ba's, istifa ve ictiba iken beri taraftan hak ediştir, gelişi güzel seçiş değildir, görüşümüzü destekliyor. Nebi o esnada aynı toplum içinde yaşadığı kimseler ile üç aşağı beş yukarı aynı marifet seviyesine sahiptir şeklindeki düşünceyi ve kanaati benimsemiyoruz.
D- Tevhid-i Efali olarak İnzal
Gündelik hayatta her birimiz onlarca belki yüzlerce hatta binlerce olay yaşamaktayız. Madde dünyasının sebep sonuç dairesine her an maruz kaldığımızdan o olaylardaki tevhidi efalîyi gözden kaçırırız, çoğu defa aklımızın ucundan dahi geçmez ve sebep sonuç silsilesine bakarız. Neredeyse baskın ve yegane unsur olarak bakarız. Halbuki doğru bir bakış açısı hem tevhid-i efaliyi hem de sebep sonuç dairesini göz önünde bulundurmaktır ki bunu da çok az kimse başarabilir. Asıl müsebbibü'l-esbab, olayın, olayların, hatta evrenin dahi yed-i kudretinde olduğu Allah ve Onun sınırsız ve sonsuz kudretine pratik olarak iman hayatımızda üst düzeylerde değil de alt seviyelerde seyr etmektedir. İşte bu olayda Hz. Musa (a.s.) tevhid-i efalînin ve tevhid-i fiilinin güzel bir örneğini sunuyor, direkt olarak Allah'a hitap ederek “İnzal edeceğin hayra” buyuruyor. Yani olaylarda Allah'ın kudretinin tecelli ettiğinin bilincinde olarak direkt ona yalvarıp yakarıyor ve Ondan istiyor. Sebep sonuç dairesine başvurma hakkı olsa da O Rab Teala'dan talep ve istekte bulunuyor.
Hz. Musa'nın Rububiyet algısı
Kur'an'ın anlatımına göre Hz. Musa'nın hayatının kronolojik olarak göz önüne aldığımızda bu ayete gelinceye kadar Hz. Musa (as) üç defa “Rabbi” kelimesini kullandığını görüyoruz. Evrendeki rububiyyetin tecellisinin farkına varmaya çalışan, sebep sonucunu zincirini idrak eden bir Zat, henüz daha nebi olmamış. Olaylara rububiyet dairesinde sürekli yaklaşan ve evrende rububiyeti okuyan bir arif, bir veli, agâh bir kul.
İlk olarak Kıptıyi öldürmesinden sonra Hz. Musa'nın “Rabbi” şeklindeki yakarışını görmekteyiz. Rububiyeti mağfiret ile birlikte okuma.
“قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي ظَلَمْتُ نَفْس۪ي فَاغْفِرْ ل۪ي فَغَفَرَ لَهُۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ”
“Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim; beni bağışla!, Allah da onu bağışladı. Çünkü O, gerçekten çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.”[8]
İkinci olarak Mısır Yurdundan hicret ettiği ve çıktığı esnada Rububiyet ile necat arasında bağ kurduğunu görüyoruz.
“فَخَرَجَ مِنْهَا خَٓائِفاً يَتَرَقَّبُۘ قَالَ رَبِّ نَجِّن۪ي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ۟”
“Mûsâ korku içinde etrafı gözetleyerek oradan ayrıldı. Rabbim! Beni zalimler topluluğundan kurtar, dedi.”[9]
Medyen'e yöneldiğinde hidayet ile rububiyet arasındaki ilişki.
“وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَٓاءَ مَدْيَنَ قَالَ عَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يَهْدِيَن۪ي سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ”
“Mûsâ Medyen'e doğru yöneldiğinde, "Umarım rabbim bana doğru yolu buldurur" dedi.”[10]
Bunlar Hz. Musa'nın Rab Teala ile kuvvetli bir bağının ve kevnî olaylardaki tevhid-i efalinin tecellisi hususunda bir muvahhid olduğunun güzel birer kanıtıdır. Bu şekliyle dahi çok üst düzey bir insan. Makam be makam nübüvvete/yüceliğe doğru yürüyor.
Ve Şimdi de bu olayda rububiyet ile inzalül hayr (hayrın indirilmesi) arasında bir bağ kurarak şöyle diyor.
“فَسَقٰى لَهُمَا ثُمَّ تَوَلّٰٓى اِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لِمَٓا اَنْزَلْتَ اِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَق۪يرٌ”
“Bunun üzerine Mûsâ, onların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra gölgeye çekilip, "Ey rabbim! Bana lütfedeceğin her türlü hayra fakirim/muhtacım!" diye niyazda bulundu.”
Musa (a) “Rabbi inni lima enzelte ileyye min hayrin fakir/Rabbim bana inzal edeceğin hayra fakiri.”
Olayın değerlendirilmesi
Şimdi tavır, tutum ve davranış olarak toplumumuzdaki insan tiplerini Hz. Musa'nın bu tutumuyla karşılaştıralım. İster Türkiye toplumu olsun ister diğer toplumlar olsun insanların önemli bir bölümü böyle bir olaya müdahil olmak istemez, suya sabuna dokunmak istemez. Beladan kaçınır ve bir grup erkek topluluğunu karşısına almak istemez ve biz de bunu normal karşılarız. Bu grup insanlar henüz daha nebi olmayan Hz. Musa'nın çok ama çok altında.
İlk grup insandan biraz daha iyi olan insanlar Hz. Şuayb'ın iki kızına yardım etmeye çalışır. Bunlar iyi insanlardır ve biz bu insanları takdir ederiz. Ama bunlar da cüzî de olsa bir karşılık beklerler ve her olaya müdahale etme gibi bir yapıları ve tabiatları yoktur. İhlasla böyle bir ameli yapmış olma gibi bir durumları çoğu insan için söz konusu değildir. Hz. Musa (a) bunların da üstünde.
Üst düzey insanlar iyiliği yapıp karşıdakini utandırmama ve mahcup etmeme duygusuna sahip insanlar. Yardım etmeyi kendine tabiat haline getiren insanlar. Bunlar iyiliği yapar, yardım eder, yardım eden insanın onurunu düşünür. Ama kalplerinde yardım yaptıklarına dair bir hiss ve bir mutluluk taşırlar. Hz. Musa bunların da üstünde.
Bu olayla ilgili olarak Hz. Musa'yı değerlendirdiğimizde sahip olduğu özelliklerden bazılarını sıralayalım.
a- Mazlumlara ve darda kalmışlara yardım eden ve bu yardım etmenin kendisinde tabiat, tahalluk ve tahakkuk düzeyine geldiği bir zat.
b- İyiliği rıza-ı ilahi için yapma.
c- Gözüpeklik ve cesaret
d- Rab Teala'yı daima anma ve zikir etme.
Böylece sadece bir olay özelinde elde ettiğimiz birkaç cüzi niteliklere hayatının diğer olaylarında sahip olduğu nitelikleri, marifetleri ve erdemleri ekleyecek olursak nübüvvetin bir hak etme olduğunu, nebinin nübüvvet öncesi sıradan bir insandan farklı olmadığı bir hokus pokusla şahsın nebi olduğu şeklindeki tasavvurun ne derece yanlış ve hatalı olduğunu anlayabiliyoruz.
Duadaki incelikler
Dua ve duadaki sözcükler insanın yapısını ve marifet düzeyini ortaya koyar. Şimdi Hz. Musa'nın duasını inceleyelim. Hz. Musa (a) onca yol tepmiş Mısır'dan Medyen'e gelmiş, öyle görünüyor ki yorulmuş, acıkmış ve susamış, bir beşerin ihtiyaç duyacağı şeylere muhtaç hale gelmiş, bedenini ayakta tutacak bir takım maddi şeylere ihtiyaç duyar bir raddeye gelmiş ve artık ihtiyacını gidermesi gerekiyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi kızlara yardım ettiği halde onlardan maddi bir beklenti içerisine girmeyerek hacetini Rab Teala'ya arz ederek şöyle dua etmiştir.
“Allahümme” kelimesi yerine “Rabbi”. Rabbi kelimesi Hz. Musa'nın evrendeki olaylarda sebep-sonuç silsilesinin hakim pozisyonda olduğunu ihsas ettiriyor. Bu amaçla da sebep sonuç dairesinin asıl sahibine rububiyet niteliğini göz önüne alarak yakarışta bulunuyor.
“İ'ta/Vereceğin” kelimesi yerine “inzal”. Rab Teala'nın yüceliğini ve kendisinin hakirliğini ihsas ettiriyor. Çünkü i'ta sözcüğü bazen eş değer iki varlık arasında olabilir. Ama inzal sözcüğü dil bilimcilerin belirttikleri gibi nüzul; yukarıdan aşağıya doğru iniş “Hubut” ve “vuku” “hulul” gibi anlamlara gelir. Biz bunlardan sadece iki tanesinin ibaresini sunacağız.
Feyyûmî'nin Misbahü'l-Münir'inden ve İbn Manzûr'un Lisânü'l-Arabından nüzul kelimesinin anlamlarını sunacağız.
Misbâh'da Nuzul: Uluvdan esfele doğru inmek[11]
Lisan: Hulul anlamlarına gelir.[12]
Allme Mustafavî ise Kur'an kelimeleriyle ilgili ansiklopedik eserinde bu madde hakkında şöyle der: Maddi olsun manevi olsun doğal olarak yüce mertebeden bir şeyin yukarıdan aşağıya inmesi.[13]
Buna göre Rab Teala karşısında huzuu ve huşuunu kendisini bir hiç mesabesinde gördüğünü söyleyecek olursak inşallah yanılmış olmayız. Zaten kişi ulvî makamlara tevazu ile ulaşır ki Hz. Musa da bu olay özelinde tevazusunu bu sözcükten elde edebiliyoruz. Yani sen Rabsın, Mütealsın, tenzih, takdis ve i'ta makamının sahibisin ben ise bir hiçim, senin karşında senin aciz bir kulunum.
Bu kelimeden çıkartılacak bir diğer anlam olayların ve eşyanın aslının Rab Teala katında olduğunun Hz. Musa tarafından idrak edilmiş olması.
Kur'an-ı Kerim “وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُۘ وَمَا نُنَزِّلُـهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ” “Hiçbir şey olmasın ki bizim katımızda hazineleri bulunmasın. Biz ancak onları belirli bir ölçüye göre indiririz.” Hz. Musa (as.) dünyada meydana gelen her bir olayın ilahi hazinelere göre şekillendiğinin bilincinde olarak istediğini anlayabiliyoruz. Olmayacak bir şeye yönelik bir istekte bulunmaktan kaçınmak için “inzal” kökünü kullanarak bir talepte bulunuyor.
“Hacet” kelimesi yerine hayr: İnsanın ihtiyaçları olabilir. Bu ihtiyacının kendisi için hayır mı şer mi olmasını kestirmesi bilgisi sınırlı olan insanın kudretinin dışındadır: Hz. Musa (a) hacetinin karşılanmasını istemektense “hayrı” talep ediyor. Bu da aslında Onun tevekkül mertebesine sahip olduğunu bize gösteriyor. Kendi bilgisine ve ihatasına dayanmayıp Allah-u Teala'nın sonsuz ve sınırsız ilmine dayanıyor.
“muhtac” kelimesi yerine fakîr. Fakir kelimesi ile muhtaç kelimesi arasında da büyük bir fark var. Zira muhtaç sadece bir veya birkaç alandaki acziyetini ifade etmektedir. Muhtaç dediğimiz kişinin belirli bir alana veya birkaç alana özgü olan ihtiyacını diğer alanlarda ise muhtaç olmadığını gösterir. Ama fakir kelimesi ise Sosyal olaylar ve maddî yardım sahasında ayakta durabilecek kudretten yoksun olma anlamındadır.
Sözcüğün bir de kişinin bütün varlığı ve benliği ile ayakta durabilmekten yoksun olabilme gibi felsefi bir anlamı da var. Fatır Suresinde bu anlam söz konusudur.
“يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَـرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ”
“Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve mutlak kemaliyle hep övgüye lâyık olan O'dur.”[14]
Yani ey insanlar siz varlığa gelebilmek, varlığınızı sürdürebilmek ve her an hayatta kalabilmek için her şeyinizle Allah'a muhtaçsınız. Hz. Musa'nın duasında sözcüğün bu anlamda kullanılmış olması uzak bir olasılık değildir.
Bütün varlığı ve benliği ile Allah'a muhtaç olduğunu ikrar ediyor. Hz. Musa'da cüzî bir müstağniliği göremiyoruz. Şimdi biz kendimize bir bakalım. Kur'anî vahye muhatabız, ilahî kitabın her şeyi açıkladığına kanaat getiriyoruz. Bizim iyilerimizde dahi Rab Teala karşısında cüzî bir müstağnilik var. Yani sadece ihtiyacımızın olduğu hususları göz önüne alarak ‘ben sana şöyle şöyle muhtacım' gibi bir tavır içindeyiz.
Bir de bu dua bize Hz. Musa'nın daha ziyadesini istediğinin ve Rabbinin takdirinin kendi isteğinden daha hayırlı olacağının farkında olduğunu ihsas ettiriyor.
Rab Teala da Onun bu talebine öyle bir karşılık veriyor ki;
a- Onu Hz. Şuayb'ın evinde konaklattırıyor
b- Kendisine salihai, afife bir eş bağışlıyor.
c- Bu evden çıktıktan sonra dönüşte ilahî vahye mazhar oluyor.
Zira O bağışı bol olan verdikleri hazinesinden hiçbir şey eksiltmeyen mutlak kemal sahibidir.
Asla dua ile ilgili söylenecek çok şey var da bu kadarının Hz. Musa'nın marifeti için yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Özetle Hz. Musa'nın nübüvvet önceki hayatından sadece bir sahneyi incelemeye çalıştık. Eksiklik bizden Tevfik ve inayet ise Rab Tealadandır.
Selam, muhabbet ve dua ile.
[1] Tarihi veriler burada farklılık göstermektedir. Konumuzla direkt bağlantısı olmadığından o kadar da önemli değildir. Bkz Taberî, Târihü'r-Rüsül ve'l-Mulûk, c. 1, s. 399, Tahkik: Muhammed Fazl İbrahim Dârü'l-Meârif, 2. Baskı, Mısır; Salebî, el-Keşf ve'l-Beyân, c. 7, s. 244, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyru- 2002
[5] Erol Erkan, Gaziantep Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[6] Muhammed b. Tâhir Aşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, c. 20, s. 101-102, ed-Dârü't-Tûnusiyye li'n-Neşr, 1984, Tunus
[7] Allâme Mustafavî, et-Tahkîk min Kelimâti'l-Kur'ani'l-Kerîm, c. 13, s. 225, 1. Baskı, 1393- Tahran
[11] El-Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed el-Mukrî, Misbâhü'l-Münîr fî Garîbi Şerhi'l-Kebîr, s. 600, Muhakkık: Abdülazim eş-Şinnâvî, Dârü'l-Marife, Kahire
[12] İbn Manzûr el-İfrîkî, Lisânü'l-Arab, c. 11, s. 656, Kum- 1405
[13] Allame Mustafavî, et-Tahkîk fi Kelimâti'l-Kur'ani'l-Kerî, c. 12, s. 95