İnşikak-ı Kamer
Aslında benim için bu olay şundan dolayı önemli. Din hakikat üzerine kurulu ve her konuda bir doğru cevap olmalı. Evet insan olarak herkes görüşünü söyleyebilir hatta söylemelidir de ancak metni yorumlamamın ve olayları değerlendirişimin doğruluğunu öğrenebileceğim bir adres olmalıdır ki ben buna inanmaktayım ve bu açıdan “İMAMET ZORUNLUDUR” diyorum. Delilin beni getirdiği nokta budur.
Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
İNTİZAR - Geçen Ayın Yarılması olayı ile ilgili bir İlahiyat Profesörünün paylaşımı üzerine bu yazıyı kaleme almak zorunda kaldım. Metni okuyup bir sonuca varmanız sizin hakkınızdır. Ama altta yapılan yığınlarca yorumdan Kur'an-ı Kerim bunu söylüyormuş, Kur'an böyle bir mucizenin olmadığını söylüyormuş gibi iddialı cümleler kurarsanız burada artık sınır aşılmıştır. Baştan söyleyeyim bu konuda son sözü söylemek zor ve güçtür, sanki %51'e %49 gibi duruyor. Kesin hüküm verilemez, gibi duruyor. Ama kanaatimiz Kur'an ayetleri böyle bir şeyin vukuuna daha çok delalet etmektedir. Tarihi kaynaklar ise böyle bir şeyin olmadığına daha çok delalet eder niteliktedir.
Her halükarda biz de bu çerçevede inşikakü'l-kamer olayı ile ilgili Kur'an ayetlerinden anladığımızı ortaya koymaya çalışacağız.
a- İlk ayet “اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ /Vakit yaklaştı ve ay yarıldı.” İki cümleden oluşmaktadır. Saatin (Kıyametin kopma vaktinin) yaklaştığı ve ayın yarıldığı. Kıyamet vaktinin yaklaşması hakikattir; zira artık son nebi Hz. Muhammed (s) gelmiştir ve onun gelişiyle dünya hayatının son dilimine girilmiştir. “Ay yarıldı” cümlesi de bu arkadaşın ve bu şekilde düşünenlerin iddiaları ayetin bu bölümünün mecaz anlamda olmasını gerektirmektedir. Yine ay ilerde yarılacaktır. Aynı cümle için biri hakikat diğeri mecaz iki cümlenin olması edebî zevk ile ne kadar uyuşmaktadır. Selim akıl sahibi bu iki cümlenin ya hakikat veya mecaz olması gerektiğinin akla daha yatkın olması gerektiğini söyler. Dolayısıyla biz de her iki cümlede hakikattir, diyerek kanaatimizi ortaya koyuyoruz. Yani Kıyamet yaklaşmış ve ayın yarılması gerçekleşmiştir. Allah en iyisini bilir.
b- “وَاِنْ يَرَوْا اٰيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ /Onlar bir mûcize görseler hemen yüz çevirip, "Bu öteden beri bilinen bir sihir!" derler.” İlk cümleden hemen sonra bu cümlenin gelişi müşriklerin bir mucize gördüklerini ihsas ettiriyor ve müşriklerin Hz. Peygamber'in (s) birçok mucizesini gördüklerini ihsas ettiriyor. Ancak ilgili yazıda müşriklerin sürekli bir şekilde ayet gördükleri olayı dile getirilirken, bu ayetin Kur'an ayetleri olduğu şeklinde bir yorum yapılıyor. Yani müşriklerin gördükleri ayet Kur'an ayetleridir. Kur'an bütünlüğü içinde bakıldığında Kur'an'ın hiçbir yerinde Kur'an ayetlerine Mekke müşriklerinin muhatap olması noktasında “rüyeti ayet” diye bir kavram geçmez. Bütün kullanımlar “sem-i ayet/ayetleri işitmek” ve “tütla ayet/ayetlerin kendilerine okunması” şeklindedir. Dolayısıyla Mekke Müşriklerinin gördükleri ayetin Kur'an ayetleri olarak tefsir edilmesi de uzak bir olasılıktır.
c- “وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ / süregelen bir sihirdir” şeklindeki müşriklerin sözleri de bir diğer delildir. Bu ifade de inşıkak-ı kamer olayından kasıt mecaz ve Kıyametin kopması esnasındaki ayın yarılması şeklindeki görüşe aykırıdır. Zira Kur'an'ın hiçbir yerinde Kıyametin kopması esnasındaki dehşetli olaylar karşısında müşriklerin ve kafirlerin bu süregelen bir sihirdir tarzında bir ifade geçmez. Esasında bu mantıken de mümkün değildir. Dağlar yürütülecek, güneşin ısısı dürülecek, denizler kabaracak, muazzam ve dehşetengiz olaylar k-vuku bulacak ve insan bütün bu olaylar karşısında bu süregelen bir sihirdir, diyecek. Devam edegelen sihir ifadesi dehşetengiz bir olayın yaşandığını ihsas ettiriyor. Bunu gelecekte gerçekleşecek ayın yarılmasına yorumlamak veya indirilen Kur'an ayetlerine yorumlamak zorlamadır.
d- "Kamer Suresinin İkinci ayetinde geçen ayet kelimesinden maksat ve muradın ayın Kıyamete yakın bir zamanda yarılma olmasını gerektirmektedir". Peki, Kuran-ı Kerim bu iddiayı desteklemekte midir? “Ayet” sözcüğü bilindiği gibi Kuranî bir kavramdır ve Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardandır. Kur'an-ı Kerim'de ayet kelime tekil ve çoğul olarak 382 yerde geçer. Ancak Kıyametin (Ahiretin değil) kopması için anlatılan güneşin dürülmesi, yıldızların dökülüp sönmesi, dağların yürütülmesi, denizlerin kaynatılması, göğün yarılması gibi olayların hiçbirisi için ayet kelimesi kullanılmaz. Ayet kelimesi Kur'an ayetleri, Allah'ın varlığının ve birliğinin delili ve bir Peygamberin peygamberliğine delalet eden mucize anlamında kullanılır. Ama bu ayetlerin hiçbirisinde Kıyametin kopması esnasında vuku bulacak olaylar için ayet sözcüğü kullanılmaz.
e- Bir diğer konu da Kur'an'da Hz. Peygamber'in (s) Kur'an dışında bir mucizesinin olmadığına delalet eden ayetler vardır şeklindeki iddia için ileri sürülen ayetlerin de yanlış anlaşıldığı kanaatindeyim. İleri sürülen ayetlerin hemen hemen bütünü mucizenin şartına uymuyor. Bu ayrı bir çalışma konusu olduğundan sadece bir tanesini ele alacağım. Örneğin İsra Suresinin 90-91. Ayetinde geçen şu ifadeleri ele alalım “Dediler ki: "Sen bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; içlerinden de çağıl çağıl nehirler akıtmalısın.” Peygamberin içinden nehirler akan bahçe sahibi olması demek müşriklerin “"Bu Kur'an, şu iki şehirden büyük bir kişiye indirilseydi ya, diye de eklediler.” (Zuhruf/31) ayetinde söz konusu edilen müşriklerin yanlış peygamber tasavvurunun tasdiki anlamından başka bir mana taşımaz. Bu öneriyi yerine getirmek demek Mekke müşriklerinin nübüvvetin kime verilmesi gerektiğine dair batıl iddialarının doğruluğu anlamına gelir. Halbuki öneri ile nübüvvet ve risalet arasında bir bağ olmalı ve o şeyin söz konusu şahsın peygamberliğine delil olmalıdır. Bahçe sahibi olmak ile nebi olmak arasında bir bağ olduğunu varsayacak olursak zenginlerin ve kodamanların nebi olması gerektiği gibi bir sonuç çıkar. Yeri olmadığından dolayı daha fazla detaya girmek istemiyorum. Ama Peygamber'in (s) Kur'an'dan başka mucizesi yoktu şeklindeki iddiası için ileri sürülen ve sürülebilecek olan Bakara 118, Nisa 153, Enam 37, Enam 35, Enam 106-111, Enam, 123-124, Yunus 30, Araf, 203, Hud 12-14, İsra 59 ve İsra 89 vb ayetlerin hiçbirisi kanaatimizce mucizenin tanımına ve mucizenin gösterilmesi için gerekli olan şartların tanımına uymuyor. Dolayısıyla bu ayetler Hz. Rasulullah'ın (s) mucizesinin olmadığına değil de söz konusu önerilerin mucize tanımına ve şartlarına uymadığı anlamına gelir.
f- Olayın tarihi yönü var ki, oraya pek girip de konuyu dallandırıp budaklandırmak istemiyorum. İbn Hişam, Vakidi, Belazuri vd. gibi ilk dönem tarihçilerinin nakletmemesi olayın olmadığına delil olabilir. Doğrusu bu konuda kesin bir kanaat sahibi olmamı engelleyen de burasıdır. Gerçi, Zamahşeri, Fahrüddin er-Razi ve Tabersi gibi müfessirler böyle bir konunun kesinlikle vuku bulduğunu ve vuku bulmadığını söyleyenlerin görüşlerine itibar edilmemesi gerektiğini söylemişlerse de1 son sözü söylemek güçtür.
g- Olayın olduğunu veya olmadığını söyleyenlerin ileri sürdükleri aklî deliller de çok su götürür. Böyle büyük bir olayın yaygın olması gerektiğini, bir çok bölgede görülüp dile getirilmesi gibi gerekçeler de karşı taraf tarafından yine mantıkî delillerle cevaplandırılmak istenmiştir. Biz bunlardan iki tanesini zikir edelim.
Genellikle günümüzde dahi gökyüzünde bir olay meydana geldiğinde çoğu defa gözden kaçırırız. Ancak öncesinde birisinin gökyüzünde şöyle bir olay meydana gelecek diye dikkat çekmesi üzerine dikkatlerimizi gök yüzüne veririz. Dolayısıyla dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar gökyüzünde hem de gece yarısı o esnada bir olayın meydana gelmesini beklemiyorlardı.
Olay rivayetlere göre insanların dinlenme vakti olan geceleyin gerçekleştiğinden yığınlarca insanın gözünden kaçmış olabilir.
Her halükarda o dönemin koşulları altında göz önüne alındığında dünyanın diğer coğrafyalarında olayın tespitine ilişkin bir verinin olmaması olayın olmadığının kanıtı olamaz.
Esasında başta da dediğimiz bu konuda karar vermek güç.
h- Benim okumam bir yorum olduğu gibi diğeri de bir okuma. Ortada bir metin var ve bu metin görüldüğü gibi iki, üç şekilde okumaya müsait.
Esasında neredeyse bütün metinleri tabiatı bu noktada üç aşağı beş yukarı böyledir. Bir metin olduğunda orada farklı yorumların olması kaçınılmazdır. Ancak iddialı bir şekilde kendi yorumunu İlahî iradeye dayatıp Kur'an böyle söylüyor demek çok iddialı. Bu metin 6236 ayet değil de 62360 veya 623600 ayet olsaydı yine metni okuma ve yorumlama çerçevesinde farklı görüşler ortaya çıkacaktı. Ancak okumaların ve yorumların Allah böyle demektedir şeklindeki dayatma herhalde modern dönemlerin hastalığı olsa gerek.
i- Aslında benim için bu olay şundan dolayı önemli. Din hakikat üzerine kurulu ve her konuda bir doğru cevap olmalı. Bu kesinlikle insanlar görüşlerini sunmasınlar anlamına gelmemektedir. Evet insan olarak herkes görüşünü söyleyebilir hatta söylemelidir de ancak metni yorumlamamın ve olayları değerlendirişimin doğruluğunu öğrenebileceğim bir adres olmalıdır ki ben buna inanmaktayım ve bu açıdan “İMAMET ZORUNLUDUR” diyorum. Delilin beni getirdiği nokta budur. Yoksa bir değil on tane metinde olsa hayatın bütün alanlarında hakikate ulaşabilme noktasında kamil manada yararı olamaz. Metin ancak metne vukufiyeti olan zatla kamil işlevini yerine getirir. Herhalde bundan dolayı olsa gerek ki Kur'an-ı Kerim “ve enzelna ileyke'z-zikre li tubeyyine li'n-nas/ sen insanlara açıklayasın diye sana zikri indirdik.” Bilindiği üzere tefil babı çokluğu ifade eder. Ayet- kerimede geçen “tubeyyine” fiili tefil kalıbındandır. Bu çokluğu metin bağlamında okuyacak olursak Kur'an'ın açıklanacak, vuzuha kavuşturulacak bir çok yönü hatta yığınlarca yönü vardır ve Kur'an'ın bütün boyutlarının ayan beyan, hak ve hidayet haline gelebilmesi için Cevher Caduk gibi birisine değil Muhammed Mustafa gibi birisine ihtiyaç vardır. Cevher Caduk'un veya başkasının anladığı şey hem nicelik olarak çok cüzîdir, hem de doğru olduğu noktasında net değildir. Doğru olabildiği gibi yanlış da olabilir.
j- Bir diğer husus, İslam kültürünün erken dönemlerden itibaren yazılmaması ve bunun tartışılmaz doğru olarak kabul edilmesi. Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın İslam Marifetini yazmaya kalkışmamaları ve dahası mani olmaya çalışmaları ve bu yasağın bir asır sürmesi yanlışın ne derece büyük olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Yazılmış olsaydı veya yazılmasına ihtiyaç verilseydi en azından bu tür olayların tespiti açısından daha çok yardımcı olurdu. Bu konu tartışılmaya değmez mi acaba!?
k- Hz. Peygamber'den bir yazım yasağı olduğu şeklindeki rivayet de ayrıca değerlendirilmelidir. Bu rivayet –eğer sahihse- hangi gerekçe ile söylendiği, mutlak olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur ki şimdilik bu konuya girmek istemiyorum.
l- Tevfik Allah'tan hata ve yanılgılar nefsimdendir. Allah ne güzel yardımcıdır.
Selam, muhabbet ve dua ile.
-----------------------------------------------------------------------------------------
1 Tabersi, Mecmeü'l-Beyan, c. 9, s. 238, Darü'l-Murtaza, Beyrut, 1427; Zamahşeri, Keşşaf, s. 1064, Darü'l-Marife, Beyrut, Lübnan, 1430; Fahrüddin er-Razî, Mefâtîhü'l-Gayb, c. 29, s. 96, Dârü'l-Fikir, 1981, 1. Baskı.Beyrut.