ÖZEL: General Kasım Süleymani röportajı: 33 Gün Savaşı’nın bilinmeyenleri (4)
"...Oraya vardığımızda, şu habis John Bolton'un hayli gergin ve endişeli bir şekilde volta attığını gördüm. İkisi de bana savaşın hemen durması gerektiğini söylediler. Neden? diye sordum. Savaş sona erdirilmezse İsrail ordusunun patlayıp dağılacağını söylediler.” Sonuç olarak, İsrailliler tüm ön koşullarından vazgeçip Hizbullah'ın şartlarını ve ateşkesi kabul etmek zorunda kaldılar.
General Süleymani: İkinci nokta askeri teçhizatın kullanılmasıyla ilgiliydi. Düşman, kapsamlı askeri eylemleriyle Hizbullah'ın gücünü sıfırladığını veya en azından asgari hale getirdiğini varsayıyordu. Ancak düşman, Hizbullah'ın füze atma kabiliyetini kaybettiğini her duyurduğunda, Hizbullah o gün veya sonrasında önceki günden daha fazla füze ateşliyordu. Füzeleri fırlatmak basit bir iş değildi; yani, bir bölge hareketli, ağır hava topçuları tarafından sürekli tehdit altında tutulduğunda füzenin bir sığınaktan çıkması, hedefe nişan alması ve fırlatıcının zarar görmeden başka bir güvenli yere varması çok zor bir görevdi.
Muhabir: Bu düzeydeki bir hazırlık ne kadar sürede ve hangi aşamalarla elde edildi?
General Süleymani: Hizbullah savaşçılarının hazırlığı ve çevikliği, 2000 ve 2006 yılları arasında, yani Siyonist rejimin Güney Lübnan'dan kaçtığı dönemden itibaren yapılmaya başlanan hassas ve yoğun tatbikatlardan kaynaklanıyordu. Bu tatbikatlar ve bu hazırlık, daha önce Hizbullah tarafından “Seyyidü'ş-Şüheda” olarak adlandırılan bir plan çerçevesinde 2006 yılına kadar kesintisiz devam etti. Bunun planlayıcısı ve komutanı İmad'dı. Düşmanla yüzleşirken nasıl konumlanıp nasıl davranılacağının taslağını tam olarak çıkarmıştı.
Üçüncü nokta, Hizbullah'ın taktikleri hakkındadır. Ön cephe müstahkem mevkilerinin olduğu diğer savaşların aksine, bu savaşın ön cephede belli bir set noktası yoktu. Aksine, buradaki her yer bir kale konumundaydı. İşgal Altındaki Filistin ile Lübnan arasındaki sınırların kesişme noktası olan temas noktasından, en azından Litani'ye ve Litani Nehri'ne dek her tepe, köy ve hatta her ev ön cephe noktasıydı. Ama klasik savaşlarda yaygın olan ve Saddam'ın işgaline karşı bizim de kullandığımız geleneksel müstahkem mevkiler değildiler. Aksine, özel taktiklere için kullanılan mevziler şeklindeydiler.
Hizbullah'ın taktiklerini sınırları içinde boş veya güvenli bir yeri olmayan geniş, akıllı bir mayın tarlası olarak düşünebilirsiniz.
Dolayısıyla düşmanın hareketlerini gözlemlediğinizde, sınırdaki köylerden bile giremediğini görebiliyorduk. Kasabalara da giremediler. Sonunda, Vadi el Huceyr'den girip Litani'ye doğru ilerlemek istediler ve düşmanın asıl kırılma ve yenilgi noktası da burası oldu.
33 Gün Savaşı'yla ilgili önemli bir nokta vardı. Hizbullah'ın vurduğu her bir darbe, Emirü'l-Müminin'in (a.s.) Hendek Savaşı'nda Amr b. Abduved'a vurduğu darbesi gibi inanılmaz bir etkiye sahip oluyordu. Hz. Peygamber, Emirü'l-Müminin (a.s.) tarafından vurulan bu darbe tüm cinlerin ve insanların ibadetlerine eşittir, buyurmuştur. Neden? Çünkü İslam'ı kurtarmıştı.
Hizbullah, darbelerini bazen tek bir vuruşla Siyonist rejimin bütün varlığını bir anda ortadan kaldıracak şekilde tasarlıyordu. Bunun bir örneği rejimin Deniz Kuvvetleri idi. Lübnan'ın güneyine ulaşmak için bir bağlantı yolu olduğunu biliyorsunuz. Bu yol, Akdeniz kıyıları boyunca uzanarak Sayda ve Tire'den geçer ve sonunda Güney'in ön hatlarına varır.
Tüm savaşlarda Siyonist rejimin firkateynleri denizde mevzi alır ve bu yolu hassas toplarla kapatırdı. Bu savaş sırasında da ilk hafta aynı şeyi yaptılar. Düşmanın hayal etmediği ve Hizbullah'ın onları gafil avladığı şey, deniz füzeleriydi. Bu füzeler o gün ilk defa test edilecekti. Daha önce tüm bu füzeler gizlenmişti ve test edilmemişlerdi.
Bu zor bir operasyondu. Füze gizli bir sığınaktan çıkarılıp yüklendiği bir araçla açık bir fırlatma sahasına götürülmek zorundaydı, üstelik önlerinde 3-4 İsrail firkateyni beklerken. Bunun Seyyid konuşma yapacağı zaman yapılması planlanmıştı. Çünkü Lübnan halkı arasında Seyyid Hasan'ın yaralandığına dair söylentiler yayılmıştı ve bu durum halkta büyük bir endişe doğurmuştu. Seyyid ile İmad arasında Seyyid'in konuşma yapması gerektiğinde fikir birliğine varıldı.
O haftaya dek biz füzeyle cevap verme dışında önemli bir şey yapmadığımızdan, düşmanın üstünlüğü vardı. Bunun yapılması gerekiyordu. Füze, fırlatıcısına yüklendi ve birkaç kez ateşlenmeye hazır hale getirildi fakat her defasında fırlatmada sorunla karşılaşıldı. Seyyid bunu konuşması esnasında sürpriz bir operasyon olarak duyurmak istiyordu. Bu konuşmanın daha sonra yayımlanması için kaydedilmesi gerekiyordu. Seyyid odada konuşurken biz de İmad ve başka bir kardeşle bitişik bir odada oturuyorduk. Seyyid'in konuşması sona eriyordu ama füze henüz fırlatılmamıştı. Savaş da çok zorlu seyrediyordu. Seyyid son veda selamını vermek üzereyken, tam bu noktaya geldiğinde, bu sözleri söylemeden hemen önce füze fırlatıldı. Füze süpersonikti ve firkateyni hemen vurdu. Seyyid konuşmasının sonuna geldiğinde, sanki öbür dünyadan ilham almış ve sahneyi izliyormuş gibi, “Şimdi İsrail firkateyninin gözlerinizin önündeki yanışını görmektesiniz” dedi.
Seyyid'in bu sözleri, füzenin hedefi vurmasıyla aynı zamana denk geldi. Bunun arkasında halkın genelince kabul edilemeyecek bir felsefe vardır, ancak Allah bu ifadeyi isabetli darbeyle aynı zamana denk getirmiştir ve bu düşündürücüdür. Bu savaş gemilerinin parazit yapma (jammer) sistemine sahip olmasına ve gelen füzeleri saptırabilmesine veya anti-füze sistemleri ile onları vurabilmesine rağmen, atılan füze firkateyni ortadan ikiye bölmüştü! Bu, Siyonist rejimin deniz kuvvetlerinden kurtulma anlamına geliyordu; savaşın sonuna kadar da bir daha ortada görülmedi. Tek bir füze ile Siyonist Rejimin tüm deniz kuvvetleri sahne dışına atıldı.
Bu durum, yani tek bir füze darbesiyle bir rejimin deniz kuvvetlerinin sahne dışına atılması elbette derinlemesine analiz edilebilir. Burada konu Siyonist Rejimin gücüdür. Yani deniz kuvvetleri tek füzeyle etkisiz hale getirilen bir rejimin, kaç firkateyni olursa olsun, bir dahaki sefere iki veya üç füzeyle tamamen etkisiz hale getirileceği anlaşılabilir. O sefer 100 km menzildeyken sahneden atıldı, bir dahaki sefere 300 km menzilli bir füzeyle atılır.
Neyse, sonuçta bu bir mucizeye ve çok büyük bir zafere dönüştü. Evlerinden çıkmak zorunda kalan veya o sırada bombardımana tutulan insanlar, sevinçlerini “Allahu Ekber” haykırışlarıyla ifade etmeye başladılar. Bu, Hizbullah'ın denklemi değiştiren bir başka sürpriz hareketiydi ve Siyonist Rejim, Hiyam Vadisi'ne ve Litani'ye doğru hareket etti ve burada bir kez daha mağlup edildi.
20'sinden 27. ve 28. günlere dek zor zamanlar geçirdik. İmad ve ben birbirimizden ayrıldık. Seyyid farklı bir yerdeydi ve biz her gece birlikte oturum düzenliyorduk. Kendi özel yöntemlerimizle Seyyid'e ulaşıyorduk ve İmad çatışmalarla ilgili ayrıntılı raporlar veriyor ve Seyyid'den de talimat alıyordu. 20. günden 28. güne kadarki dönem çok zor zamanlardı. Muhtemelen bu 33 günün en zor günleriydiler bunlar. Bazı konuları ele almanın şimdi vakti değil.
Bu arada İmad önemli bir yenilik keşfetti ve bu çok etkili oldu. Bunun etkisini ölçmek istersem, Rehber'in bu savaştaki zaferle ilgili Seyyid'e verdiği mesaj ve vaatlerle karşılaştırmam gerekir. Çok önemliydi: Savaş cephelerinde düşmanla vuruşmakta olan ve ateş altındaki mücahitlerin Seyyid Hasan'a yazdıkları mektuptan bahsediyorum. Harika bir mektuptu. Okunduğu gün, fikir kendisine ait olan İmad yüksek sesle ağlamıştı. Bu mektubu dinleyip de ağlamayan birini görmedim. Daha da önemlisi, Seyyid'in o mektuba verdiği yanıttı.
Yani belki bir benzetme yapmak istersek, İmam Hüseyin'in dostlarının Kerbela'da O'nu düşmana karşı savunurken okudukları şiirler gibiydi diyebiliriz. Ve Seyyid'in mücahitlerinin düşman karşısındaki dayanıklılıklarını takdir ederek cevap vermesi, İmam Hüseyin'in Aşura gecesinde yoldaşlarını öven konuşması gibiydi. Mücahitlerin Seyyid'e mektubu ve Seyyid'in buna cevabı hem çok etkili hem de ilahiydi ve çok fazla enerji üretti. 28. günden itibaren savaş farklı bir hal aldı.
Bunu dinleyen herkese burada bir noktayı hatırlatmalıyım. İran'daki Kutsal Savunmamız sırasında buna benzer birçok sahne vardı. O savaş sırasında Hakk'ın tarafında olmamızın nedenlerinden birinin de savaşçılarımızın maneviyatı olduğunu söylemiştim, bu da perdelerin kaldırıldığı, Allah'a doğru yapılan seyr u sülûka benziyordu. Bazen perdelerin ve hicapların arkasından konuşurlardı.
Kerbela 5 Harekâtı'ndan yaklaşık bir buçuk yıl önce Şelemçe'deydik, bir operasyon için hazırlanıyorduk. Doğal olarak, istihbarat güçlerimiz önceden operasyon bölgesini tespit etmiş ve düşmanın bizi görmesini engellemek için oraya yerleşmişti. Önümüzde bir su kütlesi vardı. O gün “Hüseyin Sadıki” ve “Ekber Musayipur” adlı iki savaşçımız istihbarat toplamak için ayrıldılar ama bir daha geri dönmediler. Çok arif bir kardeşimiz vardı. Genç bir öğrenciydi ama çok arifti. Amelî irfanda muhtemelen onun gibisi çok az bulunurdu. Bazı evliyanın ve irfan büyüklerinin 70-80 yıl içinde ulaştığı bir dereceye varmıştı. Ben Ahvaz'da idim, askerî telsizle benimle temasa geçti ve buluşmak istedi. Onunla buluşmaya gittim. Ekber Musayipur ve Sadıki'nin dönmediğini söyledi. Çok üzüldüm, henüz operasyona başlamadan düşmanın bizden esir aldığını ve tüm operasyonun ifşa edildiğini söyledim. Bunları öfkeyle dedim.
Orada bir gün kaldım ve ertesi gün döndüm çünkü birkaç cephede aktiftik. İki gün sonra benimle tekrar iletişime geçti ve görüşmek istedi. Ben de gittim. Adı Hüseyin'di, Ekber Musayipur'un ertesi gün döneceğini söyledi. Ona “Hüseyin, sen neden bahsediyorsun?” dedim. Gülümsedi “Gulam Hüseyin'in oğlu Hüseyin öyle dedi” diye cevap verdi. Babasının adı, değerli bir öğretmen olan Gulam Hüseyin'di. Annesi de öğretmendi. Kendisi de delikanlılığında bir öğretmen gibiydi. İnsanlar “Hüseyin Bey” dediklerinde sadece onu kastederlerdi. Orada belki yüzlerce Hüseyin vardı ama “Hüseyin Bey” tekti. Neyse, neden bahsettiğini sordum. “Yarın Ekber Musayipur geri dönecek ve ardından da Sadıki dönecek” dedi. Ona bunu nereden biliyorsun deyince “sadece burada kal” diye yanıtladı.
Ben de kaldım. Kum torbalarıyla yapılmış bir tür tahkimatın içine yerleştirilmiş askeri bir dürbünümüz vardı, ona tavşan dürbünü derdik. Dürbünü kullanan istihbarat mensupları su üzerinde bir şey gördüklerinde saat 13.00 civarıydı. Kendim bakmaya gittim ve suda bir ceset gördüm. Kardeşler onu aldılar, evet, Ekber Musayipur'du gelen!
Ertesi gün de Hüseyin Sadıki geldi. Şaşırtıcı olan şey, suyun türbülansa rağmen onları hareket noktalarına geri döndürmüş olmasıydı. İkisi de suda şehid olmuştular ve su bedenlerini aynı noktaya getirmişti. Çok şaşırtıcı bir durumdu. Hüseyin'e “Bunu nasıl bildin?” diye sordum. Bana, “Önceki gece rüyamda Ekber Musayipur'u gördüm, bana esir alınmadıklarını ve şehid edildiklerini söyledi” dedi. “Yarın bu saatte döneceğim ve Sadıki de ertesi gün dönecek ” dedi diye de devam etti.
Ardından Hüseyin bana önemli bir şey söyledi. Bana “Ekber Musayipur'un benimle niçin konuşabildiğini biliyor musunuz? Çünkü iki temel erdemi vardı. İlki evli olmasıydı. İkincisi de sudayken bile her zaman gece namazı kılardı. Rüyamda beni ziyaret etmesini sağlayan onun bu erdemleriydi” dedi.
Hüseyin'in kendisi de daha sonra şehid oldu.
Şunu da belirtmek isterim ki, o zor günlerde Güney'de de sorumlulukları olan Hizbullah'taki çok dindar kardeşlerden biri, kendi ifadesiyle uyku olmayan bir halde gördüklerini şöyle anlatmıştı: “Bir iki hanımefendinin yanında başka bir hanımefendi gördüm. Mükaşefemde O'nun Fâtıma Zehrâ (selamullahi aleyha) olduğunu hissettim. O'na doğru gittim ve kendimi ayaklarının dibine attım ve vaziyetimize bakmasını söyledim. Nasıl olduğumuza bir bakıver dedim. O her şeyin yoluna gireceğini söyledi. Hayır dedim. Rüyamda ayaklarına uzanıp O'ndan bir şeyler almaya niyetlendim. Israr ettiğimde, her şeyin yoluna gireceğini söyledi ve çıkardığı mendili salladı ve tamam, bitti, buyurdu."
Kısa bir süre sonra bir İsrail helikopteri füzeyle düşürüldü ve ardından tanklar vurulmaya başlandı. Tanklarının vurulması rejim için savaştaki yenilgisinin başlangıcı oldu. Böylece yeni bir denklem ortaya çıktı, savaşta ilk kez Kornet füzeleri görüldü ve İsrail'in Merkava tankları ilk kez bu şekilde vurulmuş oldu. Bir günde yaklaşık 7 tank imha edilmişti.
Muhabir: Savaş nasıl sona erdi?
General Süleymani: Şimdiki Katar Başbakanı Hamad el-Halife, o dönemde Katar'ın dışişleri bakanıydı. BM'deydi ve Lübnan'a gelip giderek arabuluculuk yapıyordu. Daha sonra şöyle anlatmıştır:
“O günlerde Amerikalılar ateşkes yapılmasının sözünü etmeye bile izin vermiyorlardı. Ümitsizliğe kapıldım ve dinlenmek için eve gittim. Birdenbire, İsrail'in Birleşmiş Milletler Büyükelçisi peşime düştü. Endişeliydi ve acelesi vardı, nerede olduğumu sordu. Yeni bir şey mi oldu? dedim. BM'ye gitmemiz gerektiğini söyledi. Oraya vardığımızda, şu habis John Bolton'un hayli gergin ve endişeli bir şekilde volta attığını gördüm. İkisi de bana savaşın hemen durması gerektiğini söylediler. Neden? diye sordum. Savaş sona erdirilmezse İsrail ordusunun patlayıp dağılacağını söylediler.”
Sonuç olarak, İsrailliler tüm ön koşullarından vazgeçip Hizbullah'ın şartlarını ve ateşkesi kabul etmek zorunda kaldılar. Bu, Hizbullah için büyük bir zaferdi. Aslında, bu sadece o savaşın zaferi değildi, aynı zamanda bir dönüm noktasıydı ve İsrail'in Lübnan'a yönelik saldırganlık korkusunun sona ermesiydi. Ve bu durum bugüne kadar sürmüştür. Hizbullah sadece İsrail'in Lübnan'a saldırması korkusunu etkilemekle kalmadı, aynı zamanda Siyonist rejimin başka her saldırı ihtimalini de etkiledi. 33 Gün Savaşı'ndan sonra Siyonist rejimin stratejisinin, Ben-Gurion'un önleyici ve saldırı amaçlı stratejisinin değiştiğini ve yerini yavaş yavaş savunma stratejisine bıraktığını doğrulayabilirim.
Birkaç hafta önce, Hizbullah'ın 2 şehidinin intikamını alacağı tehdidinden sonra İsrail'in sınırın sıfır noktasından 3 ila 5 km içeriye kaçtığını gördünüz. Hatta öyle ki al-Meyadeen muhabiri dikenli telin karşı tarafına geçti ve İşgal Altındaki Filistin'den haber yaptığını söyledi. Bu, 33 Gün Savaşı'nın sonucudur.
Muhabir: Bugünlerde Kutsal Savunma Haftasını kutluyoruz. Kutsal Savunma kültürü ve edebiyatı bölgedeki Direniş Cephesi'ni nasıl etkiledi ve nasıl devam etti?
General Süleymani: İslam tarihindeki hadiselerin seyrine baktığınızda, Emirü'l-Müminin'in (a.s.) Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) takip ettiğini görürsünüz. Emirü'l-Müminin'in vaaz verirken, bir mektup yazarken veya hutbe okurken ana referansı ve örneği her zaman Hz. Peygamber, O'nun eylemleri ve tavırlarıydı.
Kutsal Savunmamız da aynı niteliktedir. Yani, diğer tüm kutsal savunmalara nispetle anne konumundadır, merkezî ve kutsal bir durumu vardır. Kutsal Savunma sırasında, manevi konular en yüksek seviyelerde zuhur etti. Dinî tebliğ en üst düzeyde ortaya çıktı ve inanç ve ibadet konuları hiçbir sapma olmaksızın kusursuz bir şekilde sergilendi. Özveri, cihad ve şehitlik en zarif şekilde sunuldu. Kutsal Savunmamızdaki üst ve ast arasındaki ilişki ancak İslam'ın ilk günlerinin eşsiz sahneleriyle karşılaştırılabilir. Yani Kutsal Savunma her yönüyle bir zirveydi.
Muhabir: Çok teşekkür ederim.
-SON-
Çeviri: Ozan Kemal Sarıalioğlu
Medya Şafak