İmam Humeyni’de velayet anlayışı
20.11.2014

Giriş

Geriye dönük bir okumayla, İran İslam İnkılâbı’nı, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (saa) miladi 680 yılında Kerbela’da kıyıma uğratılmış neslinin yaklaşık 1300 yıl sonra yeniden tarih sahnesine çıkışı olarak kabul edebiliriz. Tarihin bu tarz bir okuması dini metinler açısından akışın tahrifi de sayılmaz. Bilinen metinlere göre, Hz. Hüseyin’in (as) tüm arkadaşları ile birlikte katledilmesi ve kadınların esir alınmasının ardından Hz. Peygamber’in neslinin Medine’ye sığınmak zorunda kaldığı bir noktadan başlayan süreç, İmam Mehdi’nin zuhuru ile sona erecek, Mehdi’nin Müslümanların başına geçişiyle Hz. Peygamber’in temelini attığı “ilahi adalet devleti” kurulmuş olacaktır.  Bu bütünlük içinde baktığımızda, İran İslam İnkılâbı bu sürecin tarihi akış içindeki zorunlu bir parçasıdır. Bu çalışmada İran İslam İnkılabı’nın ideolojik zeminini oluşturan “Velayet-i fakih” teorisine İnkılab’ın lideri İmam Humeyni’nin yüklediği anlam incelenecektir.

Velayet fikrini doğuran vakalar

Hz. Peygamber’in hac merasimi sırasında yaptığı ve tarihe “Veda Hutbesi” olarak geçen konuşma ashab tarafından Peygamber’in rıhletinin yakın olduğu şeklinde anlaşılmıştır. Ne var ki, bunun da öncesinde, kaynaklar,  Hz. Peygamber’in hicretin onuncu yılının Ramazan ayında girdiği yirmi günlük itikâfın ardından kızı Hz. Fatıma’ya, “Cebrail her zaman benimle bir kez Kur’an okurdu. Ancak bu sefer iki kez okuduk. Ayrılış zamanımın geldiğini düşünüyorum.”, dediğini nakleder.[1]

Hac farizasının ardından Medine’ye dönmek üzere yola çıkan Hz. Peygamber Gadir-i Hum denilen mevkide mola verir ve bu esnada Hz. Ali ile bir kısım şahıslar arasında beytülmale ait ganimetler sebebiyle oluşan ihtilafı dinler. Hz. Peygamber ayağa kalkarak bir konuşma yapar ve bu konuşmasında, “Ben size iki emanet bırakıyorum. Bunlardan birisi Yüce Allah’ın Kitabı’dır ki o hidayet ve nurdur. Yüce Allah’ın Kitabına yapışın ve onu sımsıkı tutun. İkincisi ise Ehl-i Beyt’imdir. Ehl-i Beyt’im hakkında size Allah’ı hatırlatırım.”, der ve devam eder:

“- Ey insanlar! Ne için şahitlik edersiniz?

- Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna.

- Sizin veliniz kimdir?

- Bizim velimiz Allah ve Resûlüdür.

- Ben müminler için öz nefislerinden daha değerliyim. Bunu biliyorsunuz değil mi?

- Evet biliyoruz. Sen bize öz nefislerimizden daha değerlisin.”

Bu konuşmanın ardından Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin elini tutup kaldırarak şöyle der: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım ona dost olana dost ol! Ona düşman olana düşman. Ona yardım edene yardım et.[2]

Tarihe Gadir-i Hum vakası olarak geçen ve “mevla” kavramı etrafında dönen tartışmalara kaynaklık yapan bu konuşma çeşitli yollarla nakledilmişse de, kimilerinin itirazı ile karşılaşmıştır. İbn-i Teymiyye vakayı inkâr etmemekle birlikte içeriğinin çarptırıldığını savunanlar arasındadır. Sırat-ı Müstakim isimli kitabında o, Gadir-i Hum vakasına asılsız eklemeler yapıldığını, rivayetler Sahiheyn’den[3] olan Müslim’den gelse de, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi yüksek bir yere çıkarıp onu Müslümanların halifesi olarak ilan ettiğine dair rivayetlerin aslı olmadığını söyler.[4]

Vakaların tespiti açısından izlenecek yolda nakli esas almak, literatürü oluşturan belgeleri incelerken, sıhhatinde ittifak edilenler üzerinde ilerlemek, mümkün olduğunca müşterek kaynaklara atıf yapmak icap eder. Gadir-i Hum vakası daha sonra Sünni ve Şii olarak isimlendirilecek her iki akımın kaynaklarında da birbirine yakın anlatımlarla yer almaktadır. Yakın zamanda yapılan bazı çalışmalarla kaynakların tetkikinde önemli neticeler de elde edilmiştir.[5]

Rivayetler, her ne kadar, ikinci Halife Ömer’i Hz. Ali’nin velayeti için tebrik eden ilk şahıs olarak yansıtsa da,[6] Hz. Peygamber’in irtihalinin ardından yaşanan Beni Sakife olayında onu Ebu Bekir’i Müslümanların halifesi olarak öne çıkarırken görüyoruz. Bu olay, velayet/ imamet/ hilafet ekseninde başlayan ve Muaviye’nin oğlu Yezid’i ardılı olarak atamasıyla saltanata dönüşen, Müslümanların nihai otoritesi meselesinin de başlangıcı kabul edilmiştir.  Nehcül Belaga’da yer alan bir ifadeye göre, Hz. Ali bu durumu kınamış, bu işi yapanların “ahlaksızlık ekip helak biçtiklerini” söylemiştir.[7]

Hz. Peygamber’in irtihali ile başlayan bu mesele, yönetim işinin kimin uhdesinde kalacağı çevresinde dönen bir tartışma yaratsa da, Müslümanların yönetime/ idareye/ hükümete ihtiyaçları olduğu konusunda bir ihtilaf olmamıştır. Zira Müslümanlar, Hz. Peygamber’in sünneti ve davranışlarının hükümet teşkili gereğinin bir delili olduğuna, önce Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin hükümet teşkilatı meydana getirdiğinde hemfikirdirler.[8] Gadir-i Hum’daki konuşmaya ve Hz. Peygamber’den gelen başkaca rivayetlere binaen Müslümanlardan bir grup Hz. Ali’den başlayarak, Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i takiben halen gaybette olduğuna inanılan Hz. Muhammed Mehdi’nin de içlerinde bulunduğu on iki kişinin Müslümanların meşru yöneticisi olduğunu, meşruiyetin kaynağının ise Allah’ın tayini ve bu tayinin Hz. Peygamber vasıtasıyla bildirilmesi şeklinde gerçekleştiğini savunmuştur.[9] Gadir-i Hum ve Beni Sakife vakalarını farklı şekilde yorumlayanlar ise, Müslümanların emirinin/ velisinin Allah’ın nasbı değil, ümmetin tercihi esasına dayandığını ileri sürmüştür.

İmam Humeyni, imamın Allah’ın nasbı olduğunu savunan geleneğin bir temsilcisi olarak hükümet teşkiline ve gaybet döneminde Müslümanların nasıl yönetileceğine dair görüşlerini birçok vesile ile dile getirmiştir. Ona göre, hükümet teşkili ve gaybet döneminde Müslümanların idaresinin dini öğreten adil fakihte olması yani “velayet-i fakih” mevzuu kendisinin ortaya attığı yeni bir şey değildir. Bu, İslam’da baştan beri var olan bir ilkedir.[10] Buna itiraz eden Mazlum Uyar, velayet teorisinin zaman içinde şekillendiğini ve bugün İmam Humeyni’nin genişlettiği yorumun temellerinin Allame Hillî (ö:1326) döneminde atıldığını savunur.[11]

Hükümet teşkilinin zorunluluğuna dair deliller

İmam Humeyni’ye göre İslam, “hakk” ile “halk” arasındaki ilişkileri düzenleyen birkaç ilkeden ibaret bir “isim” olmayıp “gerçeklik”in tam olarak kendisiydi. Bu yüzden Müslümanların İslam’ın mahiyetinin saklı kalmasına seyirci kalmamaları gerekiyordu.[12]  “İslam’da devlet ve yönetim biçimine ilişkin bir şey yoktur, kısacası İslam sadece kanun koymuş fakat bunların nasıl uygulanacağını düşünmemiştir”, şeklindeki kanaatin Müslümanlara aşılanan ve Müslümanların da zamanla kabullendiği emperyalist bir aldatmaca[13] olduğunu vurgulayan İmam Humeyni, bu tür düşüncelerin İslam inancına aykırı olduğunu;  bir kanun külliyatının bulunmasının toplumun düzenlenmesi ve durumunun düzeltilmesi için yeterli olmadığını, kanunun insanlığın ıslahına ve mutluluğa eriştirilmesine yol açabilmesi için yürütme gücüne ve yaptırıma gerek duyduğunu,  buna binaen, yüce Allah’ın Şer’i hükümleri göndermekle kalmayıp, bir hükümet biçimi ve icra ve idare teşkilatı da gösterdiğini, Hz. Peygamber’in de kapsamlı bir hükümet teşkil ettiğini söylüyordu.[14] Şayet Allah teşriden sonra bir yürütme (icra) gücünü belirlemese/ göstermeseydi, yasamanın sonrasında ve bir hükümet çerçevesi içinde yürütme gücü olmasaydı bu bir eksikliğin varlığı anlamına gelecekti.[15]

İmam Humeyni, hükümetin zaruretini Şer’i hükümlerin mahiyetine bağlar. Çeşitli kanun ve kuralları kapsayan Şer’i ahkâm, tam ve külli bir toplum düzeni oluşturur. Bu hukuk nizamı içinde insanın ihtiyaç duyabileceği her şey sağlanmıştır.[16] İslam’ın koyduğu vergiler ve ana çizgilerini çizdiği bütçe yalnız yoksulların ölmeyecek kadar geçinmesi (sedd-i ramak) ve yoksul seyyidlerin geçindirilmesi amacına yönelik olmadığını göstermektedir.  Aksine hükümet teşkili ve büyük bir devletin zaruri harcamalarını karşılayabilmek için bu kurallar konulmuştur.[17] Yasamadan sonra yürütme gücü de var olmalıdır ki, mahkeme kararları uygulanabilsin, kanunlar yürütülsün ve böylece kanunların ve adil mahkeme kararlarının semereleri topluma iletilebilsin.[18]

Diğer yandan, İslam Nizamı’nı koruma ve İslam toprak bütünlüğünü ve İslam ümmetinin istiklalini savunma amacına ilişkin hükümler; devlet kuralları gibi, bir hakkın elde edilmesi ve sahiplerine verilmesine ilişkin kurallar veya hudud ve kısas gibi Hakim-i İslami’nin nezaretinde yürütülmesi gereken kurallar bir hükümet teşkilini zorunlu kılar.[19] Yine, İslam birliğini sağlamak, İslam vatanını emperyalistlerin ve onların başa diktiği yöneticilerin elinden kurtarmak için de hükümet teşkilinden başka yol yoktur, derken İmam Humeyni,   Hz. Fatıma’nın bir sözüne atıfta bulunur: “İmamet, nizamın korunması ve Müslümanların iftirakını ittihada tebdil içindir.”[20]

Hükümet kurma ihtiyacı ise belirli bir zamanla sınırlı değildir zira ayeti kerime gereğince, İslami hükümler belirli bir zaman ve mekan ile sınırlı kurallar değildir; Hz. Peygamber’in çağında gerekli olan hükümet ile yürütme ve yönetim örgütü bizim çağımız da dahil olmak üzere her çağda gereklidir.[21] İnsanların adilane bir hayat sürmeleri ve ilahi hükümlerin sınırları içinde ilerlemelerini dileyen Allah, tecavüzleri, zulümleri, başkasının haklarına el uzatmaları engelleyen, güvenilir, emanete riayet eden, Allah’ın yarattıklarını gözetip koruyan, insanları İslami talimlere, akidelere, kurallara yönelten, yol gösteren, düşmanların ve mülhidlerin dinde ve kurallarda koydukları bidatleri önleyen bir yönetici zorunluluğunu değişmez ilahi sünnetlerden kılmıştır.[22] Böylesi bir idare, salih bir hükümettir.[23] Salih bir hükümetin olmadığı, İslam-dışı bir siyasi nizamın bulunduğu bir yerde ilahi iradenin tahakkuk etmeyeceği, İslam siyasi nizamının terk edilmiş olacağı açıktır.[24]

İmam Humeyni’ye göre İslam, Hakk’ın ve adaletin ardında olan, hürriyet ve bağımsızlık isteyen mücahit kişilerin dinidir. Mübarizlerin ve sömürüye karşı olan halkın okuludur.[25] Bu kişiler İslami hükümet teşkili için ciddi bir gayret göstermekle ve bu işe tebliğ ile başlamakla yükümlüdürler.[26] Ne var ki, bu tebligat hemen netice vermeyecek, zamana ve sürekli faaliyete ihtiyaç duyacaktır.[27] Faaliyetin hedefi ise İslam hakkında meydana getirilen belirsizliği zihinlerden silmek olmalıdır.[28] Evlerimizde oturmamalı, memleket işlerine müdahil olmalıyız[29] ve bilmeliyiz ki, İslam ülkelerine hükmedenlerin hiçbirisinin bizden üstün özellikleri yoktur. Aksine birçoğu sıradan bir kişinin seviyesinin üstünde liyakate sahip değildir.[30] Emperyalistlerin Müslümanlarla ilişkilerinde teraziye koydukları şey namaz kılmaları, oruç tutmaları değildir. İslam topraklarını, Müslümanları, kaynakları koruyacak hükümeti teşkil vazifesinden yüz çevirir, bununla ilgilenmezseniz istediğiniz kadar namaz kılabilirsiniz zira onların ilgisi namazlarınız ile değil kaynaklarınızladır.[31] Bu vecibeyi duyurduğu talebelerine İmam Humeyni, “Burada yalnız ‘mübahase’ için oturmayın, İslam’ın diğer hükümlerini de okuyun ve üzerinde düşünün, gerçekleri yayın, broşürler yazın ve yayımlayın! Etkili olacağı şüphesizdir. Etkili olduğunu ben bizzat tecrübe etmiş olduğum için söylüyorum.”, diyerek seslenir.[32]

İslami hükümeti kurma çabasından el çekmenin gaybetten sonra İslam’ın hayattan çekildiğini kabul etmek anlamına geleceğini ifade eden İmam Humeyni, bunun İslami akide ile bağdaşmayan bir durum olduğunu dile getirir ve buradan hükümetin zorunluluğuna ulaşır.[33] Ona göre, Allah, gaybet dönemi için belirli bir kişiyi devlet başkanlığına tayin etmemiş bulunsa bile, İslam’ın ilk döneminden İmam Muhammed Mehdi zamanına kadar yönetimde yer alacaklarda aranması gereken özellikleri cari kılmıştır.[34]  Böylelikle her çağ için hükümet teşkili imkan dahilindedir.

Öte yandan, İmam Humeyni’ye göre, “Umumi ve her noktaya şamil bir hükümet kuramadığımıza göre kenara çekilip oturalım” görüşü de doğru değildir. Aksine, Müslümanların muhtaç oldukları her işi ve İslami devletin üstlenmesi gereken her ödevi yapabildiğimiz ölçüde yerine getirmemiz gerekir.[35]

İslami hükümetin şekli ve mahiyeti

İslam’da teşrinin kaynağının Allah olduğu ve Hz. Peygamber’in Allah’tan aldığı kanunu insanlara tebliğ ettiği ve yine Allah’ın izni ile hükmettiği hususunda tartışma yoktur. Hz. Peygamber’in sağlığında otoritenin kaynağı konusunda da bir ihtilaf yaşanmamıştır. Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra Müslümanlar takvaca en üstün ve Allah’ın iradesini en iyi bilebilir durumda olanın emirlik/ imamet/ velayet konumuna sahip olmasını istiyorlardı ancak kimin bu niteliklere sahip olduğu konusunda ihtilafa düşüyorlardı.[36] Yukarıda da belirtildiği üzere, Gadir-i Hum ve sair vakalara dayanarak, Hz. Ali’nin yanında yer alan bir grup onun bu işe ehil olması sebebiyle Müslümanların seçimine gerek kalmaksızın zaten Allah tarafından atandığını ve Hz. Peygamber’in de bu atamayı tebliğ ettiğini savunuyordu.

Bu ekolün bir temsilcisi olan İmam Humeyni, Hz. Peygamber’in Allah’ın emri ile kendisinden sonra gelecek halifeyi/ imamı/ veliyi tayin ettiğini söyler ve buna itikadın İslami hükümlerin icrası amacıyla bir hükümet teşkili için mübareze etmeyi de zorunlu kıldığını savunur. Ancak bu halife kanun koyucu değildir. O sadece Allah ve resulü tarafından konulan kanunu uygulamakla mükelleftir.[37]

İmam Humeyni’ye göre İslam devlet ve hükümet biçimi halen var olan yönetim biçimlerinden hiçbirine girmez. İslam devlet ve hükümet biçimi istibdad ve mutlakiyet olarak nitelendirilemez. “Meşruti” bir yönetim olduğu söylenebilir fakat bu meşrutiyet fiili ve tanınmış anlamıyla; kanun çıkarılmasının kişilerin ve çoğunluğun oylarına bırakılmış olduğu bir meşrutiyet değildir. Şu sebeple meşrutidir: Yöneticiler, icra ve idare işlerinde, Kur’an-ı Kerim’de ve Resûl-i Ekrem’in sünnetinde beyan edilen şartlarla kayıtlıdırlar. Şart mecmuası, riayet edilmesi ve yürütülmesi gereken İslam hüküm ve kanunlarıdır. Bu sebeple İslam yönetimi ilahi kanununun insanlara hâkim olduğu düzendir. İslam Devleti ile meşruti monarşi ve cumhuriyet biçimindeki devletlerarasındaki temel fark da buradadır.[38]

İslam Devleti kanun (hukuk) devletidir. Bu devlet şeklinde hâkimiyet Allah’a mahsustur ve kanun Allah’ın hükmü ve buyruğudur. İslam kanunu her yerde ve İslam Devleti’ne tam olarak egemendir.[39] Gerçekte hâkim olan kişiler değil kanundur. Herkes kanun güvencesi altındadır. İslami kanunun koruma alanı içindedir. Halk ve Müslümanlar, Şer’i mukarrerat içinde serbesttirler. İnsanlar hürriyete sahiptirler ve İslam’ın adil düzeni böyledir.[40]

İmam Humeyni İslam’ın nezdinde kanunun durumunu da açıklar. Buna göre, İslam, kanunu toplumda adaletin gerçekleştirilmesi, insanın itikat, ahlak, kültür ve eğitim yönünden yüceltilmesi için bir araç olarak görmektedir. Kanun adilane nizamın kurulması ve yürütülmesi ve böylece eğitimli insan yetiştirilmesi içindir.[41]

İslamî hükümeti yöneteceklerde aranacak şartlar

İmam Humeyni’ye göre, yöneticide aranacak şartlar İslam Devleti’nin tabiatından ileri gelmektedir. Akıl ve tedbir gibi genel şartlardan başka, iki temel şart vardır ve bunlar Kanun’u bilmek ve adaletten ibarettir. Kanun bilgisi ve adalet Müslümanlar nazarında iki temel şart ve unsurdur. Başka şartlar bu iki temel şart yanında yer almaz ve zaruri değildir.  İslam Devleti kanun devletidir, diktatörlük de, kişilerin halka tahakkümü de demek değildir. Yönetici kanunu bilmiyorsa hükümete layık değildir. “El fukaha, hükkamün ales-selatin”, müsellem bir kuraldır. Sultanlar İslam’a riayet ediyorlarsa, fukahaya uymalı, kanun ve hükümleri onlardan sormalı ve icra etmelidirler. Demek oluyor ki, gerçek yöneticiler bu fakihler olmaktadır. Şu halde gerçekten ve resmen de fakihlerin hâkim olmaları gerekir, kanunu bilmemeleri dolayısıyla fakihlere uymak mecburiyetinde olan kişiler değil.[42] Bu iki niteliği olan liyakatli bir kimse ortaya çıkar da hükümet teşkil ederse, Resul-i Ekrem’in toplumun yönetiminde haiz bulunduğu velayeti haiz olur ve halkın ona itaat etmesi gerekir.[43]

İmam Humeyni bu iki şartı sağlayan kişinin yetkisinin Hz. Peygamber ile aynı olduğunu savunur. O, bunun manevi bir makamı değil bir sorumluluğu işaret ettiğini söyler. Ona göre, velayet yani egemenlik, yürütme (icra) ve yönetim (idare) birçok insanın tasavvurunun aksine, imtiyaz değil, ağır sorumlulukları olan bir ödevdir. Velayet-i fakih de zihni ve itibari bir kavrama dayanmaktadır ve hukuki bir yapıdan ibarettir.[44] Böyle olunca, egemenliği üstlenmek, haddizatında bir şan ve makam değil, hükümlerin icrası ödevinin yerine getirilmesi için ve İslam’ın adilane nizamının kurulup yürümesi için bir vesileden ibarettir.[45]

Kanunu bilecek ve adil olacakları tespit sadedinde İmam Humeyni, Hz. Peygamber’den nakledilen bir hadise yer verir. Buna göre Hz. Peygamber, üç kez “Allah’ım halifelerime rahmet kıl!”, buyurunca ashab, “Ya Resulullah! Halifelerin kimlerdir?”, diye sorar. Hz. Peygamber, “Benden sonra gelen, hadis ve sünnetimi nakledenler ve benden sonra halka öğretenler.”, cevabını verir.[46] İmam Humeyni’ye göre hadiste bahsi geçen halifelerden maksat İslam fakihleridir. Hükümlerin yayılması, insanların öğretimi ve eğitimi adil fakihlerin ödevidir.[47] Bu fakihler devlet örgütü ve devlet düzeninden ilahi hükümleri icra, İslam’ın adil nizamını kurma ve insanlara, halka hizmet için yararlanmalıdırlar. “Velayet-i fakih” ilkesi onlara görev yüklemiş ve ödevlerini yerine getirmekle yükümlü kılmıştır.[48] Bu kapsamda fakihler, zalimlerin gayrimeşru yararlanma arzuları ve servet kaynaklarından belirli kişi ve zümrelerin yararlanması eğilimi ile savaşmak, çoğunluk aç ve mahrum kalırken onların yanında yağmacı ve haram yiyen vurguncu zalimlerin naz ve nimet içinde ömür sürmelerine imkân vermemek ödevi altındadırlar.[49]

İmam Humeyni, Hz. Peygamber tarafından fakihe yüklenen bu sorumluluğu teyid babından Hz. Ali’nin bir sözünü de delil getirir. Buna göre, Hz. Ali imameti yüce hedefler için, hakkı gerçekleştirmek ve batılı gidermek amacıyla kabul etmiştir zira Yüce Allah’ın alimlerden söz alıp onlara, zulmedenlerin amansız açgözlülüğü ve sömürmeleri ile buna karşı mazlumların dayanılmaz açlığını gördüklerinde susmama ödevini yüklemiştir.[50]  Hz. Ali, müminlere imamet konusunda velayet ve hâkimiyet sahibi olanın “bahil”,  cahil, korkak, rüşvetçi ve sünnet ile kanunu yüzüstü bırakacak birisi olmaması gerektiğini de söyler.[51]

İmam Humeyni’ye göre, Hz. Peygamber’den ve Hz. Ali’den gelen rivayetlerden ayrı olarak mantık da bize fakihin yönetimdeki rolünü kabul yolunu açar: İslam yönetimi kanun yönetimi demek olduğuna göre, hukuk bilginleri ve üstelik din bilginleri olan fakihlerin yönetimde görev almaları gerekir. Ülkenin bütün icrai ve idari işlerinde, ülkede plan ve program hazırlanmasında denetimleri bulunmalıdır.[52]

Bir rivayette geçen, “Fukaha İslam’ın kaleleridir” sözünü İmam Humeyni, “İslam’ı korumakla ödevlidirler ve İslam’ın koruyucusu olmak için gerekli ortamı hazırlamalıdırlar”, şeklinde yorumlar.  Ona göre bu, mutlak vacibattandır, meşrut değil. İslam fakihleri bu ödevi titizlikle izlemeli, dini merkezler bu hususu düşünmeli, kendilerini örgüt, araç ve güç ile donatmalıdırlar ki, İslam’ı bütün anlamı ile koruyabilsinler.[53] Bu öylesine önemli bir vazifedir ki, namaz ve oruçtan daha vaciptir.[54] Bu ilahi bir görevdir ve böylesi bir görev makam, mal veya başka bir şey uğruna bırakılamaz. Amaç yüce olduğu takdirde onun uğrunda karşılaşılacak zorluklar insan nazarında bir hiç sayılmalıdır.[55]  Bu vazifeyi ise ancak dünya hırsı batağına düşmedikleri sürece adil fakihler yerine getirebilir. Şu halde bir fakih dünya malı yığma hevesine düşerse adil değildir ve Resul-i Ekrem’in emini ve İslami hükümlerin icracısı olamaz. Yalnız adil fakihlerdir ki, İslami hükümleri icra ederler ve İslami nizamları ayakta tutarlar. Adil fakihler diğer devletlerle ilişkilerde, halka karşı muamelelerde ve hoş geçinmede, adalet ve kaza işlerinde, kamu gelirlerinin bölüştürülmesinde Hz Ali gibi davranırlar.[56] İslami ilimleri geliştirir, yayar ve gerçeğini gerçek olmayanından ayırırlar.[57] Servet sahiplerinden yoksulların haklarını alıp onlara iletirler.[58] Devlet gelirlerini, vergileri öncelikle yoksulların durumunu düzeltmek için harcarlar.[59] Ülkede haram yiyiciliğin önüne geçerler.[60] İslam’ın haysiyetini ortadan kaldırmaya çabalayan, zayıfların hukukunu ayaklar altına almaya çalışan zümreyi bu “münker”den “nehy” ederler.[61] İşçinin hizmetindedirler ve ezilenleri kurtarmak için çabalarlar.[62] Daima kamu yararını gözetir, şahsi mülahazalar ve duygulanmalardan yüz çevirirler.[63] Kısaca hükümete ilişkin bütün kanunların icrası fakihlerin uhdesindedir.[64] Böyle fakihler insanların kendilerine tabi olmak zorunda oldukları, Allah’ın işleri sonuçlandırmak için belirlediği, halka hüccet konumundaki kimselerdir.[65]

İslam İnkılabı sürecinde ve sonrası Velayet-i fakih ilkesinin tatbiki

Şahruh Ahavi, İmam Humeyni’nin “Velayet-i fakih” kuramına getirdiği yorumun ve buna bağlı olarak monarşiye karşı tavrının zamanla değiştiğini,  ilk kitabı olan “Keşfü’l-Esrar/Sırların Keşfi”nde monarşiyi kesin bir tavırla reddetmediğini söyler. Ona göre, İmam Humeyni, kitapta laik prensipler ile Rıza Şah’ın baskıcı idaresini ciddi bir şekilde eleştirip Rıza Şah siyasetini telin etse de,  “kötü bir hükümet hiç hükümet olmamasından hayırlıdır” anlamına gelecek şekilde monarşi idaresine de hafifçe taraf çıkıyordu. Bu arada, 1925-1941 yılları arasında yapılmış kanunların iptalini isteyen İmam Humeyni, bu kanunların Allah’ın arzusu dışında şeyler olduğunu söylüyordu.  1971 baharına gelindiğinde ise İmam Humeyni artık “İslam tek hükümdara temelden muhaliftir” diyordu.[66] İmam Humeyni’nin bu görüşleri Necef’te verdiği derslerden derlediği İslam Hükümeti adlı kitabında (1971) güçlü ifadelerle tekrarlıyordu. Bu eserinde Humeyni hem monarşinin hem de hanedan usulü idarenin İslam’a aykırı olduğunu savunuyordu.[67] 1963-1977 yılları arasında bulunduğu sürgün sırasında Humeyni, İslam’ı savunmada acze düştüğü, despotluğa başvurduğu, demokrasiyi ayaklar altına aldığı, ulemayı taciz ve tahkir edip yabancıların ülke kaynaklarını kontrol etmesine mahal bıraktığı için Şah’ı ve rejimi şiddetle eleştirmiştir. Fakat sözlerinde Şah’ın ve monarşinin devrilmesine yer verdiği görülmüyordu. Şah’ın İran imparatorluk geleneğinin korunması yolundaki aşırı hassasiyetine karşı Humeyni en fazla İslam’ın monarşiye mugayir olduğunu söylüyordu. Ancak 1978 tebliğinde, “Muhammed Rıza Han bir vatan haini ve Allah’a isyan etmiş birisidir ve devrilmesi Şeriat gereğidir” diyordu.[68]

Şahruh Ahavi’den  farklı olarak Roy Mottahedeh İmam Humeyni’nin 1969’da basılan ve özellikle İranlı talebeler arasında gizlice dağıtılan bir dizi konuşmada “fakihin velayeti” düşüncesine tam, popüler ve Farsça bir yorum getirdiğini, artık açıkça konuştuğunu ve “Artık  Şah’ı devirip fakihi erke getirmek zamanı”, dediğini nakleder.[69] Vakıa, İmam Humeyni’nin İran’daki Şah rejimine muhalefeti süreç içinde yükselen bir grafik sergilese de, ait olduğu düşünce ekseninden uzaklaşmamıştır. “Haram gelir kaynakları” üstüne iki ciltlik bir yapıt ile ticari hukuk üzerine yazdığı iki kitapta talebeleri, kuramsal sorunlarla olağandan fazla ilgilenen bir hukukçu aklının soyut biçeminin etkisini görüyordu. Ayrıca bu eserlerde gittikçe artan politik eylemciliği de göze çarpıyordu. 1961’de yazılmış “haram gelir kaynakları” hakkındaki kitabında bir bölüm “Zalime zulmünde yardım etmek hiç kuşkusuz haramdır” sözleriyle başlıyor; önemli bir bölüm de zulme karşı direnmeye ayrılıyordu. Irak’a sürgüne gönderildikten sonra yazdığı ticaret hukuku tartışmasında yetimlerin durumunu tartıştıktan sonra, “Kendi servetini yönetemeyen birine, servetini harcamakta velilik edenler arasında fetva çıkarmak için gerekli bütün koşulları kendinde toplamış fakih olan kadı da vardır. Şimdi fakihin velayeti konusuna dönmekte bir sakınca yoktur” diyerek bir sonraki bölüme başlıyor ve konuya korkunç bir şiddetle dönüyordu.  “Fakihin velayeti”ni ara sıra sessizce savunan Şii fakihler olmuştu fakat Humeyni’den önce hiçbiri “hükümet” de demek olan velilik (velayet) sözcüğünün gerçekte “hükümet” olduğunu bu denli uzun uzadıya ve böyle bir vurguyla savunmuş görünmüyor.[70]

İmam Humeyni’nin fikriyatını tatbikte izlediği yolda bir usul takip ettiği, dönemin şartlarını göz ardı etmediği söylenebilir. İmam Humeyni’nin Kum’da öne çıkmaya başladığı dönemde havza, ulemanın saygın şahsiyetlerinden Ayetullah Burucerdi’nin idaresindedir. Mottahedeh’e göre, Şiiliğin en üst önderi Ayetullah Burucerdi politik çatışmalar ve politik sorunlar üzerine konuşmaktan kaçınmakta bir ustaydı.[71] İmam Humeyni’nin hasımları dahi, 1946’dan 30 Mart 1961’deki ölümüne kadar mollaların büyük çoğunluğunca kabul edilen “merca” olan Ayetullah Burucerdi’nin son yıllarında Humeyni’nin gölgede kalmasının doğal olduğu düşüncesindedirler.[72] İmam Humeyni’yi milli bir şahsiyet haline getiren 1963-1964 olaylarıydı.[73] Şah’ın havzaya saldırısının ardından İmam Humeyni’nin dini/ siyasi karşı koyuşu, Şah’ın temel olarak İslam’ın kendisine ve dini sınıfın varlığına karşı olduğunu söylemesi[74] ve “Kur’an ve İslam’ı kendisine zararlı gören ve onları yolundan kaldırmak isteyen Amerika’dır; İslam din adamlarını kendi yolunda bir diken gören de Amerika’dır.”, demesi[75]  onu altmışların sonlarında yüz binlerin kabul ettiği ve önem sırasında 1961’de ortaya çıkmış altı “merca” içinde olan bir “mecra-ı taklit haline getirdi.[76]

İmam Humeyni’nin bu şekilde başlayan ve giderek artan bir ivme kazanan yükselişi, Batılı öğretmenlerinden 20. yüzyıl Avrupa’sının ulusçuluk ve ilerleme ideolojilerini öğrenen[77] İran halkının, bir iki kuşaklık milliyetçilik, Batılılaşma ve sosyalizm serüveninin ardından gelen düş kırıklığını gidermek için, kendisini geleneksel değerlere bağlayan tek İslam yüksekokulu olarak kalan medresenin[78] önderliğinde,  daha eski ve köklü değerlere geri dönme temayülü olarak okunabilir.[79] İran halkına göre İmam Humeyni “İslam’ı yeniden hayata kavuşturan” kişiydi.[80] Vakıa, ulemanın yüzyıllarca sessizliği ve rejimi devirmek gibi faaliyetlerden titizlikle kaçınması göz önüne alınacak olursa, bu, İran tarihinde daha önce benzeri görülmemiş bir hareketti.[81] Bu süreçte ulema arasında, İmam Humeyni’nin tavizsiz tümüyle İslami sistem görüşünü destekleyenler olduğu gibi, ulemanın siyasi düzenin muhafızı rolünü oynamasını tercih edenler ve bu iki grubu uzlaştırmaya çalışanlar ile siyasetle hiç ilgilenmeyip fıkıh öğretmeyi yeğleyenler de vardı.[82] Öyle de olsa, din kurumu rejimin kendi tarafına çekemediği yegâne toplum kesiti olduğundan, devrimsel faaliyetin merkez gücünü oluşturdu.[83]

Şah’ın İran’ı terk etmesinin akabinde ülkesine dönen İmam Humeyni daha evvel talebelerine derslerinde anlattığı, kitaplarında derc ettiği, bildirilerle halka duyurduğu, vaazlarında zikrettiği hususların Velayet-i fakih kuramı ekseninde hayata geçirilmesi için çaba gösterdi. Bu dönemde çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda; İslam’ın taguti rejimler karşısında insanların yetiştirilmesi için geldiğini;[84] insan olmayan kalabalıkları insanlaştırmaya çabaladığını;[85] toplumun ilahi ve şeytani iki yol karşısında durduğunu;[86] adil bir hükümetin münkerden alıkoyacağını;[87] halkın fikrini açıklamakta serbest olduğunu ve kendisinin İslam Cumhuriyeti’ni desteklediğini;[88] bir İslam Cumhuriyetinde zulme yer olmadığını, varlıklıların yoksulları sömüremeyeceğini ve onları düşük ücretlerle çalıştıramayacaklarını;[89] İnkılab’ı koruyan ve devamını sağlayanların yoksul kesim olduğunu ve İnkılab’ın da bütün imkânlarıyla mustazafları koruması gerektiğini;[90] Pehlevi soyunun bütün emlak ve malvarlığı ve onlara mensup olup bu milleti çalıp çırpan kişilerin servetinin müsadere edilerek iktisaden zayıf durumda olanlar için mesken yapılması emrini verdiğini;[91] İran’daki bu hareketin yalnızca İran’a ait olmadığını;[92] Amerika’nın dünyadaki yoksul ve ezilmiş milletlerin bir numaralı düşmanı ve İran’ın da Amerika ile resmen savaşan bir ülke olduğunu;[93] Siyonizm, kapitalizm ve komünizm sistemlerinin köklerini tüm dünyada kurutmak istediklerini;[94] dünyayı İslam ile tanıştırmak gerektiğini[95] dile getirmiştir.

İmam Humeyni, İslam İnkılâbı sürecinde ve sonrasında yaptığı her şeyi İslam Hukuku’nun verdiği haklar muvacehesinde ve İran halkının ezici çoğunluğunun şahsına verdiği güvenoyu temelinde gerçekleştirdiğini dile getiriyor[96] ve halktan ulemayı izleyip, ulema aleyhine söylenen hiçbir şeye kulak asmamasını istiyordu.[97] İnkılâb’ın lideri İmam Humeyni talebelerine verdiği derslerden oluşturduğu İslam’da Devlet kitabında bahsettiği bir hususu 1979’da gerçeğe dönüştürmüş oluyordu: “Allah’a yemin olsun ki, hiçbir işi taklit mercii veya rehber olmak için yapmamışımdır. Ama eğer böyle bir görev omuzlarıma yüklenirse, onu da reddetmeyeceğim.”[98]

İmam Humeyni Velayet-i fakih ilkesini İran İslam Cumhuriyeti Anayasası’na bir madde olarak koydurup ilkenin meşruiyet temelini güçlendirmiştir. Anayasa’nın 110’uncu maddesi Veliyyi fakih’in yetkilerini düzenlemektedir. Buna göre:

“Rehberlik Makamının ödev ve yetkileri şunlardır:

 1. Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi’ne danışıldıktan sonra İran İslâm Cumhuriyeti’nin genel politikasını saptamak.

 2. Rejimin saptanan politikasının doğru icra edilmesine nezâret etmek.

 3. Geniş soruşturma yetkisi.

 4. Silahlı Kuvvetler Başkomutanı’nın tayini.

 5. Savaş ve barış kararı almak ve genel seferberlik ilan etmek.

 6. Tayin, azil ve istifa kabulü: Denetim Şûrâsı’nın (Şûra-i Nigehbân) fakîhleri; Yargı Erkinin en yüksek makamları; İran İslâm Cumhuriyeti Radyo ve Televizyon Kurumu Başkanı; Genelkurmay Başkanı; İslâm Devrimi Muhafızları Başkomutanı; Askerî ve emniyet güçlerinin üst düzey komutanları

 7. Üç silahlı kuvvet arasındaki olası ihtilafları çözme ve aralarından irtibat sağlamak.

 8. Normal yollarla çözülemeyen rejim içindeki problemleri Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi aracılığı ile çözüme kavuşturmak.

 9. Kanunun öngördüğü şartları hâiz Cumhurbaşkanı adaylarının halkın onayı ve seçimi ile Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra mazbatasını imzalamak.

Bu kanunda belirtilen şartlara sahip olma açısından Cumhurbaşkanlığı adaylarının yeteneği seçimlerden önce Denetim Şûrâsı’nca ve ilk dönemde de Rehberlik Makamı’nca onaylanmış olması gerekir.

 10. 89’uncu maddeye dayanmak suretiyle ülke yararını gözeterek, Ülke Yüce Divanı (Divan-ı Âlî-i Kişver) tarafından kanunî ödevlerine aykırı davrandığına hükmedilmesinden yahut İslâmî Şûrâ Meclisi tarafından yetersizliğine karar verilmesinden sonra Cumhurbaşkanı’nı görevinden azletmek.

 11. Yüksek Yargı Başkanı’nın önerisinden sonra İslâmî ölçüler çerçevesinde mahkûmların ceza sürelerini azaltmak ya da af kararı almak.

Rehber kendisine ait bazı ödev ve yetkileri başkasına devredebilir.”

 

Tüm bu yetkiler, İmam Humeyni’nin Velayet-i fakih ilkesi çerçevesinde Hz. Peygamber’den imamlara ve o cihetle fakihe geçtiğini savunduğu yetkilerdir. İmam Humeyni’nin deyimi ile Hz. Peygamber’in ve imamların devlet başkanlığı yetkisinden az ve fazla değildir.

Sonuç

Tarihi süreç içinde gelişen Velayet-i fakih teorisinin hayata geçirilmesiyle birlikte, bugün, İran İslam Cumhuriyeti yeryüzünün din adamları eliyle yönetilen tek ülkesi haline gelmiştir. İran’da ulema ve onun en üst düzey temsilcisi Veliyy-i fakih, nihai anlamda, dini ve dünyevi yetkenin tartışma kabul etmez sahibidir. Böyle de olsa, teoriye ilişkin tartışmalar nihayete ermiş değildir.  İran’ın hukuki ve siyasi yapısını dini temelde şekillendiren bu kuram, İran’ı anayasal bir cumhuriyet yapması, teşri ve idari kurumlarının nizama dahil etmesi ve halkın katılımını öngörmesi sebebiyle teokratik anlayıştan uzaktır. Modern çağda modern bir toplumu örgütleyip idare etme kudreti göstermesi açısından,  İran’da uygulanan bu sistem incelenmeyi ve Sünni siyaset teorileriyle kıyaslanmayı hak etmektedir.

 

     



[1]Celaleddin VATANDAŞ, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti, Cilt: 2, s. 542, Pınar Yayınları, İstanbul, 2009.

[2] a.g.e., ss. 554-555.

[3] Buharî ve Müslim´in Sahih’lerine "iki sahih hadis kitabı" anlamında kullanılan bir usul-u hadis terimi.

[4] İbni Teymiyye, Sırat-ı Müstakim, Cilt: 2, s. 115, 116, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991

[6] Celaleddin VATANDAŞ, a.g.e. s. 555. Hz. Ömer Hz. Ali’ye, “Ey Ali! Ne mutlu sana! Sen sabahladığında da, akşamladığında da, erkek, kadın tüm Müslümanların mevlasısın”, der.

[7] Eş-Şerif Er Razi, Nehcü’l-Belağa, Tercüme Adnan Demircan, s. 35, Beyan Yayınları, İstanbul, 2006.

[8] İmam Humeyni, İslam’da Devlet, s. 57, Objektif Yayınları,  İstanbul,  Aralık 1991.

[9] İsna-i Aşeriyye olarak bilinen, On iki İmam Şiili’ğinde Hz. Peygamber’den sonra meşru hükümet hakkına sahip olanlar sırasıyla şöyledir: Ali bin Ebu Talib (599-661), Hasan bin Ali (624-670), Hüseyin bin Ali (626-680), Ali bin Hüseyin (658-713), Muhammed el-Bakır bin Ali (676-734), Cafer-i Sadık bin Muhammed (699-765), Musa el-Kazım bin Cafer (745-799), Ali er-Rıza bin Musa (765-818),  Muhammed el-Cevad bin Ali (810-835), Ali Naki bin Muhammed(827-868), Hasan-ul Askeri bin Ali (846-874), Muhammed Mehdi bin Hasan-ul Askeri (868-?).

[10] İmam Humeyni, İslam’da Devlet, s. 156.

[11] Mazlum UYAR, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri, ss. 84-85, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2004.

[12] İmam Humeyni, İslam’da Devlet, s. 42.

[13] a.g.e., s. 50.

[14] a.g.e., s. 55.

[15] a.g.e., s. 51.

[16] a.g.e., ss. 60-61.

[17] a.g.e., s. 61.

[18] a.g.e., s. 56.

[19] a.g.e., ss. 64-65.

[20] a.g.e., ss. 68.

[21] a.g.e., ss. 58.

[22] a.g.e., ss. 71.

[23] a.g.e., ss. 72.

[24] a.g.e., ss. 66.

[25] a.g.e., ss. 40.

[26] a.g.e., ss. 159.

[27] a.g.e., ss. 167.

[28] a.g.e., ss. 162.

[29] a.g.e., ss. 169.

[30] a.g.e., ss. 171.

[31] a.g.e., ss. 53.

[32] a.g.e., ss. 101.

[33] a.g.e., ss. 59.

[34] a.g.e., ss. 83.

[35] a.g.e., ss. 86.

[36] Marshall G.S.  Hodgson, İslam’ın Serüveni, Cilt 1, s. 206, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995.

[37] İmam Humeyni, İslam’da Devlet, ss. 51-52

[38] a.g.e., ss. 75-76.

[39] a.g.e., ss. 76.

[40] a.g.e., ss. 107.

[41] a.g.e., ss. 107.

[42] a.g.e., ss. 80-82.

[43] a.g.e., ss. 83.

[44] a.g.e., ss. 84.

[45] a.g.e., ss. 88.

[46] a.g.e., ss. 92.

[47] a.g.e., ss. 95.

[48] a.g.e., ss. 88.

[49] a.g.e., ss. 68.

[50] a.g.e., ss. 89-90.

[51] a.g.e., ss. 90-91.

[52] a.g.e., ss. 106.

[53] a.g.e., ss. 99.

[54] a.g.e., ss. 100.

[55] İmam Humeyni, Konuşmalar,  s. 163, Objektif Yayınları,  İstanbul,  Aralık 1991.

[56] a.g.e., ss. 91.

[57] a.g.e., ss. 96.

[58] a.g.e., ss. 98.

[59] a.g.e., ss. 153.

[60] a.g.e., ss. 148-149.

[61] a.g.e., ss. 118.

[62] İmam Humeyni, Konuşmalar,  s. 31.

[63] İmam Humeyni, İslam’da Devlet, s. 118.

[64] a.g.e., ss. 105.

[65] a.g.e., ss. 115.

[66][66] Şahruh ahavi, İran’da Din ve Siyaset, s. 289, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990.

[67] a.g.e., ss. 290.

[68] a.g.e., ss. 294.

[69] Roy Mottahedeh, Peygamberin Hırkası, s. 233, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003.

[70] a.g.e., ss. 229-230.

[71] a.g.e., s. 117.

[72] a.g.e., ss. 175.

[73] a.g.e., ss. 228.

[74] a.g.e., ss. 177.

[75] a.g.e., ss. 232.

[76] a.g.e., ss. 233.

[77] a.g.e., ss. 34.

[78] a.g.e., ss. 51.

[79] a.g.e., önsöz.

[80] a.g.e., giriş xxix.

[81] Şahruh Ahavi, İran’da Din ve Siyaset, s. 301.

[82] a.g.e., ss. 300.

[83] a.g.e., ss. 302.

[84] İmam Humeyni, Konuşmalar,  s. 48.

[85] a.g.e., ss. 77.

[86] a.g.e., ss. 163.

[87] a.g.e., ss. 44.

[88] a.g.e., ss. 35.

[89] a.g.e., ss. 42.

[90] a.g.e., ss. 403.

[91] a.g.e., ss. 32.

[92] a.g.e., ss. 75.

[93] a.g.e., ss. 144.

[94] a.g.e., ss. 398.

[95] a.g.e., ss. 39.

[96] a.g.e., ss. 303.

[97] a.g.e., ss. 87-95.

[98] İmam Humeyni, İslam’da Devlet, s. 30.