İsrail lobisi ve ABD dış politikası
10.06.2015
Siyonist İsrail rejiminin Orta Doğu'daki pozisyonu ve bu rejimin bütün uluslararası hukuk kurallarını ihlal etmedeki “ayrıcalıklı” tabiatı onlarca yıldır tartışılmıştır. Yakın çevresindeki asgari 200 milyonluk Müslüman Arap nüfusa rağmen Siyonist rejimin kendini kayıt altına alacak hiçbir uluslararası karara itibar etmemesi ve hatta bu yönde karar alınmasını dahi engelleyebilmesi uluslararası siyaset alanında kalem oynatan akademisyenleri iki ana gruba ayırmıştır. Bunların ilki Siyonist İsrail rejiminin vekil sıfatıyla hareket etmesi sebebiyle korunduğunu düşünürken, ikinci grup Siyonist rejimi güçlü kılan şeyin bulunduğu bölgedeki imkân ve kaynaklarından ziyade dışarıda, hassaten Amerika Birleşik Devletleri'nde onun lehine lobi faaliyeti yürüten unsurlar olduğunu söylemektedir.
Chicago Üniversitesi'nden siyaset bilimci Prof. John Mearsheimer ile Harvard Üniversitesi'nden Prof. Stephen M. Walt Siyonist rejimin Amerika'daki güçlü lobicilik faaliyetleri sebebiyle uluslararası kuralları hiçe sayabildiklerini düşünenler arasında yer alıyorlar. Bu iki akademisyenin birlikte hazırladıkları “The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy” isimli kitap Elif Ocak tarafından tercüme edilmiş ve Sakarya Üniversitesi iktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Prof. Dr. Emin Gürses'in önsözü ile Türk okuyucusuna sunulmuştur. Gürses, önsözde, kitabın Zbigniew Brezezinski tarafından övgüyle anıldığını zikrettikten sonra, müelliflerin de İsrail lobisinin baskısına maruz kaldıklarını, hatta Prof. Walt'ın bir süreliğine üniversitedeki derslerine ara verdiğini ve zorunlu izne ayrıldığını dile getirir.
Kitap iki ana bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Birinci bölümde yazarlar Amerikan dış politikasında İsrail'in ayrıcalıklı konumunu izaha çalışan açıklamalara yer vermiş ve bunların geçersizliğini ispata yönelmişken, ikinci bölümde Amerika'daki İsrail lobisinin yapısını, faaliyetlerini ve etki düzeyini incelemişlerdir.
Yazarlara göre Amerikan dış politikası temas ettiği her yerde cari olsa da son birkaç on yıl boyunca, özellikle 1967'deki Altı Gün Savaşı'ndan beri, Amerika'nın Orta Doğu politikasının merkezinde İsrail'le olan ilişkisi yer almaktadır. Amerika'nın kendi güvenliğini dahi tehlikeye atan böylesi bir ilişki biçiminin Amerikan siyasal tarihinde eşi benzeri yoktur. Yazarlar bu durumu, Amerikan aklının dışa yönelik algısından değil, neredeyse tamamen ABD iç politikasından, özellikle de İsrail Lobisi'nin yürüttüğü faaliyetlerden kaynaklandığını düşünürler. Öyle ki, Amerika bu lobiyi razı edebilmek adına İsrail'e İkinci Dünya Savaşı'ndan 2003 yılına kadar toplamda 140 milyar dolar doğrudan yardım sağlamıştır. Yıllık asgari 3 milyar doları bulan bu yardımlar yaklaşık olarak ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturur. Bunun da ötesinde, tüm diğer müttefiklerinden farklı olarak, kendisine ayrılan kaynağın yaklaşık olarak %25'ini kendi savunma sanayisini desteklemek için kullanabilen İsrail, ABD'den aldığı yardımı nasıl kullanacağına dair hesap vermek zorunda olmayan tek ülke olarak öne çıkar.
Washington'un Siyonist İsrail rejimine yönelik ayrıcalıklı tavrı maddi yardım ile kalmaz. ABD İsrail'e NATO müttefiklerine vermeyi reddettiği istihbaratlara erişim imkânı da verir. Yine ABD'nin göz yummasıyla İsrail nükleer silahlara sahip olmuştur.
Washington'un sağladığı ayrıcalıklı ilişki biçiminden güç alarak uluslararası kuralları ihlalden çekinmeyen İsrail için Washington yoğun bir diplomatik destek de sunar. ABD, 1982'den bu yana Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne ait otuz iki kararı sırf İsrail'i eleştirmesi sebebiyle veto etmiştir. Bu, diğer tüm Güvenlik Konseyi üyelerinin kullandığı vetoların toplam sayısından daha fazla bir sayıya tekabül eder. Hatta ve hatta, Irak işgaliyle başlayan, Bush yönetiminin Orta Doğu'yu dönüştürme ihtirasının kısmen de olsa İsrail'in stratejik pozisyonunu iyileştirmek adına olduğunu ileri sürenler vardır. Tüm bunlara istinaden yazarlar, ”Amerika'nın İsrail'e sağladığı desteğin eşi benzeri yoktur.”, ifadesine yer verirler.
ABD'nin İsrail'e yönelik ayrıcılıklı tutumunun gerekçesi olarak gösterilen konuları ele alan yazarlar, bunların ilkinin “stratejik gerekçe” olduğunu ifade ediyorlar. İkinci Dünya Savaşı'nın hemen akabinde, Soğuk Savaş'ın başlangıcında kurulan Siyonist İsrail rejiminin o dönemde Amerika'ya faydalı hizmetler sunduğunu, bu cümleden olmak üzere, Mısır ve Suriye gibi Sovyet destekli ülkelere utanç verici mağlubiyetler yaşattığını, yine Sovyetler hakkında çok değerli istihbaratlar sağladığını zikre değer buluyorlar. Amerika'nın İsrail'in bu dönemdeki stratejik değerine binaen hiç de ucuz olmayan bu ilişkiyi sürdürdüğünü belirten yazarlar, buna rağmen, 1979 İran İslam İnkılâbı sonrasında olduğu gibi, petrol stoklarının güvenliğine ilişkin endişelerin baş gösterdiği zamanlarda Amerika'nın İsrail'e güvenemediğini belirtiyorlar.
Kitapta, Soğuk Savaş döneminde İsrail Amerika için stratejik bir değer ifade etse de Birinci Körfez Savaşı'nın (1990-1991) Siyonist rejimin artık stratejik bir yüke dönüştüğünü gösteren bir dönüm noktası olduğuna işaret ediliyor. Bu dönemde ABD, Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak'a karşı İsrail'deki üsleri kullanmayı göze alamadığı gibi, onun Irak'a karşı kurulan ittifaka zarar vermemesi için başkaca kaynaklar ayırmak zorunda da kalmıştır. 2003 yılındaki İkinci Körfez Savaşı'nda tarih bir kez daha tekerrür ediyor. İsrail yine ittifaka zarar verici unsur olarak beliriyor. 11 Eylül saldırılarının akabinde Amerika'nın “haydut devlet” olarak ilan ettiği İran, Irak ve Beşar Esad Suriye'si gibi ülkelerin Amerika ve İsrail'in ortak düşmanı olduğu tezi ikna edici gibi gözükse de bu, İsrail'in Amerika için bir yük olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zira İsrail'i hedef alan Filistin kökenli şiddet kör bir şiddet değil, İsrail'in Filistin'i kolonize etmeye yönelik uzun süreli gayretine verilen bir cevaptır, deniliyor. Siyonist İsrail rejiminin, “ABD ile İsrail'in ortak düşmanları” eşitlemesinin neden-sonuç ilişkisini tersine çevirmek anlamına geldiğine vurgu yapılarak: “ABD'nin terörizm probleminin olması İsrail'le yakın müttefik olmasından kaynaklanmaktadır, bunun aksi doğru değildir.”, ifadesine yer veriliyor. Öyle ki, Washington “haydut devlet”ler ile problemli bile olsa, nükleer silah bile edinseler yine de bunlar ABD için stratejik bir felaket teşkil etmeyecekti. Bunun da ötesinde, İsrail-ABD ilişkisinin ABD'nin bu devletlerle mücadelesine zarar verdiği öne sürülüyor. Bu iddianın ispatı sadedinde, Nisan 2004'te 52 eski İngiliz diplomatın Başbakan Tony Blair'e, gönderdiği, Bush ve Başbakan Ariel Sharon'un politikalarının ‘taraflı ve kanuna aykırı' ve ‘Batı, Arap ve İslam dünyası arasındaki ilişkileri olumsuz bir şekilde etkilediğini' anlatan mektuptan bahsediliyor. Tüm bunların dışında İsrail'in, ABD Genel Saymanlık'ına göre, “müttefikler arasında ABD'ye karşı en agresif casusluk operasyonları düzenleyen ülke” olması da, onun stratejik değerinin sorgulanmasını zorunlu kıldığı kanaati dile getiriliyor.
Walt ve Mearsheimer İsrail'e tanınan ayrıcalıklı konum için gösterilen bahanelerden birisinin “ahlaki yükümlülük” olduğunu vurguluyorlar. Buna göre, İsrail, genellikle düşmanca davranışlar sergileyen Arap Goliath tarafından köşeye kıstırılan, zayıf ve mahsur ‘demokratik” Yahudi Davut olarak tanıtılıyor. Ne var ki, bunun tam tersi bir görüntü gerçeğe daha yakın. Zira günümüzde İsrail Orta Doğu'daki en büyük askeri güçtür. Klasik kuvvetleri komşularından çok daha üstündür ve bölgede nükleer silaha sahip tek devlettir. Yazarlar, eğer zorunlu gerekçe güçsüzü desteklemek olsaydı ABD, İsrail'in düşmanlarını destekliyor olmalıydı, diyorlar.
Kitaba göre, İsrail'in demokratik bir ülke olduğu tezi de inandırıcı değildir; zira ‘demokratik İsrail' sadece bir şekildir; Siyonist rejimin kontrol altında tuttuğu milyonlarca Filistinli bütün politik haklarından mahrum bırakılmıştır ve ‘ortak demokrasi' gerekçesi de buna bağlı olarak zayıflamış, anlamsız hale gelmiştir. İsrail'deki Yahudi toplumu da rejimin yönelttiği yoldadır. İsrail Demokrasi Kurumu Mayıs 2003'te İsrail Yahudilerinin %53'ünün Araplar için tam bir eşitliğe karşı olduklarını, %77'sinin önemli siyasi kararlarda Yahudi çoğunluğun önemli olması gerektiğine inandıklarını, sadece %31'inin hükümette Arap partilerin de yer alması gerektiğini düşündüğünü ve %57'sinin Arapların göçe zorlanmaları gerektiğini söylediğini rapor etmiştir. Tüm bunlar Amerika'nın İsrail'e yönelik ayrıcalıklı desteğinde öne çıkardığı ortak değer “demokrasi” söyleminin sağlam bir temelinin olmadığını ortaya koymaktadır.
Yazarlara göre, İsrail'e verilen desteği haklı çıkarmak için kullanılan bir üçüncü bahane “geçmişteki suçların telafisi”dir. Bununla kast edilen Holokost sebebiyle Yahudilerin Hıristiyan Batı'da çektiği sıkıntılardır. Bu bir gerçek olsa da Filistinlilerin bu suçta hiçbir payı olmadığı da gerçektir. Filistinliler kendi anavatanlarında yaşadılar ve İsrail kurulduğunda bile Yahudi nüfusu, tüm göçlere rağmen, 20. yüzyılın başındaki yüzde 5'ten yüzde 35'e ancak varabilmişti. Bu halde bile toprakların sadece yüzde 7'sine sahiptiler. Ben Gurion henüz 1941'de, zor ve şiddet olmaksızın Arapları bu topraklardan çıkarmanın imkânsız olduğunu söylüyordu ve 20. yüzyılın tamamı bu hedefe ulaşmak için Araplara uygulanan şiddet ile geçti. Bu hakikati doğrulamak üzere yazarlar, David Ben Gurion'un Dünya Yahudi Kongresi başkanı Nahum Goldmann'a söylediği “Ben bir Arap lider olsaydım, İsrail'le asla anlaşma yapmazdım. Bu çok normal: Biz onların ülkesini ellerinden aldık… İsrail'den geliyoruz, ama iki bin yıl önce. Bunun onlar için anlamı ne? Yahudi düşmanlığı, Naziler, Hitler, Auschwitz vardı; fakat bütün bunlar onların hatası mıydı? Onlar sadece bir tek şeyi görüyor: Biz buraya geldik ve ülkelerini çaldık. Böyle bir şeyi neden kabul etsinler ki?” sözünün yanı sıra, Filistin'in çalınması sırasında, 1947-1948'de Yahudiler tarafından işlenen infaz, katliam ve tecavüz gibi etnik temizlik suçlarını; 1956 ve 1967 savaşlarında yüzlerce Mısırlı savaş tutsağının katledilmesini; 1967'de ise 100 bin ile 260 bin kadar Filistinliyi işgal ettiği Batı Şeria'dan ve 80 bin Suriyeliyi de Golan tepelerinden sürmesini öne çıkarıyorlar.
Yazarlara göre Amerika'nın İsrail rejimine yönelik ayrıcalıklı desteğini haklı çıkarmaya yönelik son bahane “Erdemli İsraillilere karşı kötü Araplar” iddiasıdır. Bu iddia durmaksızın tekrarlansa da yakından bakıldığında İsraillilerin tavrının düşmanlarınınkinden farklı olmadığı görülecektir. Mesela; Birinci İntifada esnasında (1987-1991), IDF, ordularına coplar dağıtmış ve onları Filistinli protestocuların kemiklerini kırmaya teşvik etmiştir. İsviçreli ‘Çocukları Koruyalım' organizasyonunun tahminine göre, intifadanın ilk iki yılında 23.600 ile 29.900 çocuk –ki bunlardan üçte birinin bazı kemikleri kırılmıştı- dayak yaraları nedeniyle tıbbi müdahaleye ihtiyaç duymuştur. Dövülmüş olan bu çocukların neredeyse üçte biri on veya onun altı yaşlardaydı. İkinci İntifada ise İsrail şiddeti daha da yükseldi. IDF isyanın ilk günlerinde bir milyon mermi attı ve o zamandan beri ölen her İsrailli için 3,4 Filistinli öldürüldü ve bunların çoğu olayları seyretmekte olan masum insanlardı; öldürülen Filistinli çocukların İsrailli çocuklara oranı ise daha da yüksektir; her bir İsrailli çocuğa karşılık 5,7 Filistinli çocuk. Terör faaliyetlerine katılan Siyonist liderler ise zaman içinde affedildi ve hatta aralarından, başbakanlığa kadar yükselen ve “‘Ne Yahudi ahlakı ne de Yahudi geleneği terörizmden bir savaş aracı olarak faydalanmamıza engeldir”, diyen Yitzak Shamir gibi kişiler de çıktı.
Kitabın ikinci bölümüne yazarlar “Lobi” kavramını tanımlamakla başlıyor. Kitaptaki kullanım şekliyle “Lobi” kelimesi “ABD dış politikasına İsrail yanlısı bir yön vermek amacıyla, aktif bir şekilde çalışan birey ve örgütlerin dağınık koalisyonunun kısa bir ifadesi” anlamına geliyor. Amerikan Yahudilerinin İsrail'e duygusal bağlılığı yüksek düzeyde olmasa da, Yahudiler, en güçlü ve meşhuru AIPAC olmak üzere, ABD dış politikasını etkileyebilmek için bir dizi örgüt kurdular. Bu örgütler salt Yahudilerden oluşmuyordu. İçlerinde önemli Hıristiyan Evanjelikler de vardı. Hıristiyan Evanjelikler İsrail'in yeniden doğuşunun İncil'deki kehanetin bir parçası olduğuna inandıklarından, İsrail'in yayılmacı gündemini destekleyen ve İsrail'e baskı yapmayı Tanrı'ya karşı gelmek olarak kabul eden kişilerdir. Bu örgütler Amerika'nın bölünmüş hükümet sisteminden faydalanarak politik süreçleri etkilerler. Karşılarında güçlü bir Arap lobisi olmadığı için de etkileri yüksektir.
Yazarlara göre, Lobi, İsrail'e ABD desteği sağlamak için iki ana strateji takip etmektedir. Birincisi, İsrail'i desteklemesi için hem Meclis'e hem de Yürütme organına baskı uygulamak, ikincisi ise İsrail'le ilgili kamusal söylemin İsrail'i olumlu bir şekilde tasvir etmesini sağlamaktır. Böylelikle Amerikan kamuoyunda, İsrail'e desteği sorgulamakla sonuçlanacak tarafsız bir tartışma yürütülmesinin önüne geçilmektedir. Lobi'nin ABD Meclis'indeki nüfuzunu açıkça görmek mümkündür. Her şeyin tartışılabildiği bu kürsüde İsrail söz konusu olduğunda bütün ateşli hatipler sessizliğe bürünürler. Bu güç, “Benim dış politikadaki birinci önceliğim İsrail'i korumaktır”, diyen Dick Armey misali Hıristiyan Siyonistler üzerinden devşirilir; ama bununla da kalmaz Lobi, İsrail yanlısı Meclis çalışanlarından da faydalanır.
Lobi'nin Meclis'teki etkisinin çekirdeğini AIPAC oluşturur. AIPAC kendi gündemini destekleyen Meclis üyelerini ve adaylarını ödüllendirip güçlü mali destek sağlarken, karşı çıkanları cezalandırabilme kudretine sahiptir. Bunun neticesi olarak, ABD'nin İsrail politikasının bütün dünya ülkeleri için önemli sonuçları olmasına rağmen, Meclis'te bu politika ile ilgili açık hukuki kavga söz konusu bile olamaz.
Lobi Demokrat başkan adaylarının seçim masraflarının yüzde 60'ını Yahudi destekçilerden temin ederek icra organına da büyük baskı uygulamaktadır. Bu yolla, yönetim belirlenirken, İsrail'i eleştiren kişilerin önemli dış politika görevlerine gelmelerini engellemeye ve İsrail yanlısı kişilerin icra organlarında önemli mevkilere gelmelerini sağlamaya çalışırlar. Bu durumun somut karşılığı Filistin - İsrail müzakerelerinde görülür. Filistinli delegeler biri İsrail, diğeri ise Amerika bayrağı taşıyan iki İsrail heyetiyle müzakere ettiklerini görürler.
Lobi kamuoyunu İsrail lehine tutabilmek için medyaya önem verir ve bu alandaki kalemleri destekler. Gazeteci Eric Alterman'ın tespitine göre, Orta Doğu uzmanları arasında İsrail'i kayıtsız şartsız destekleyeceği düşünülen 61 köşe yazarı ve yorumcuya karşılık sürekli olarak İsrail'in hareketlerini eleştiren ve Arap yanlısı bir konum alan sadece beş uzman vardır. İsrail yanlısı bu eğilim önde gelen gazetelerin başyazılarında da böyledir. İsrail'i zaman zaman eleştirenler bile tarafsız değildir. İsrail yanlısı tutumun sürekliliğini sağlayabilmek için Lobi The American Enterprise Institute, The Brooking Institution, The Center for Security Policy, The Foreign Policy Research Institute, Heritage Foundation, The Hudson Institute, The Institute for Foreign Policy Analysis ve Jewish Institute for National Security Affairs (JINSA) gibi düşünce kuruluşlarında etkin olarak yer alır. Buralardaki beyin takımı ağırlıklı olarak, İsrail yanlısı kişilerden oluşur.
Kitaba göre; Lobi'nin İsrail'le ilgili tartışmaları bastırmakta en çok zorlandığı yerler üniversitelerdir. Akademik özgürlüğe karşı çıkmak ve dokunulmazlığı bulunan profesörleri tehdit etmek ya da susturmak zor olsa da arasında Martin Kramer ve Daniel Pipes'in yer aldığı Campus Watch internet sitesi örneğinde görüleceği üzere, Lobi onları izlemekten ve fişlemekten ve Filistinli Edward Said'i kadrosunda bulunduran Columbia Üniversitesi'ni hedef almaktan imtina etmemektedir.
Yazarlar, bu faaliyetlerini yürütürken Lobi'nin muhaliflerini “Yahudi düşmanlığı” suçlamasıyla susturduğunu vurgularlar. Buna göre, “Yahudi düşmanlığı”, İsrail'in faaliyetlerini eleştirmek ya da İsrail yanlısı grupların ABD'nin Orta Doğu politikası üzerinde önemli etkisi olduğunu söylemek, anlamına gelmektedir. Bu noktada da bir ikiyüzlülük görülür; İsrail medyası bir övünç kaynağı olarak Amerika'daki Yahudi lobisinden bahsederken, İsrail Lobisinin var olduğunu iddia eden İsrail dışındaki birisi Yahudi düşmanlığıyla suçlanabilir. Bu çok etkili bir taktiktir, çünkü Yahudi düşmanlığı iğrenç ve kimsenin suçlanmak istemediği bir şeydir. İsrail'in Filistinlilerin evlerini yıkmakta kullandığı Caterpillar marka buldozerlerin satışını eleştiren İngiltere Kilisesi dahi sırf bu eleştiri yüzünden “Yahudi düşmanı” ithamından kurtulamamıştır.
Yazarlara göre, ABD'nin Orta Doğu politikasını şekillendirme gayreti Lobi'nin ana hedefleri arasındadır. Bölgedeki savaşlar ve Amerikan müdahaleleri de bu perspektiften okunmalıdır. Yaygın kanaat Irak'a yönelik saldırının bir petrol savaşı olduğu yönünde ise de savaşın itici gücü olan çekirdek kadro “yönetimdeki en savaş taraftarı İsrail yanlısı ses” ve “samimi bir İsrail yanlısı” olarak tanımlanan Wolfowitz gibi İsrail'deki Likud Partisi ile sıkı bağları olan kişilerden oluşuyordu. Bu kişiler İran ve Irak'ı kontrol altında tutabilmek için bölgeye Amerikan askeri yerleştirmeyi planlıyorlardı ve Bush'tan evvel Clinton'dan da bunu istemişlerdi. Bu amaçlarına ancak 11 Eylül'ün yardımıyla ulaşabildiler ve İsrail için tehdit algılamasının üst sıralarında yer alan Bağdat'ı bu suretle düşürebildiler. Bağdat'a yönelik saldırının ardından Sharon ve onun vekilleri Washington'u, Şam'ı hedef alması için sıkıştırdılar. Sharon ABD'yi Suriye'ye ‘çok ağır' baskı uygulamaya davet ederken, Savunma Bakanı Shaul Mofaz Maariv'e verdiği röportajda, “Elimizde Suriye'den talep etmeyi düşündüğümüz konulardan oluşan uzun bir liste var ve bu işin Amerikalılar aracılığıyla yapılması uygundur.”, diyordu. Washington Post İsrail'in, ABD'nin Suriye Başkanı Beşar Esad'ın faaliyetleri ile ilgili istihbarat raporlarını besleyerek Suriye'ye karşı yürütülen kampanyayı körüklediğini yazdı. Wolfowitz, Suriye'deki rejimin değişmesi gerektiğini ifade etti ve Richard Perle bir gazeteciye Orta Doğu'daki diğer rejimlere ‘iki kelimelik bir kısa mesaj' verilebileceklerini söyledi: “Sıra sizde.” Yosi Klein Halevi, Los Angeles Times'da ‘Sıradaki Hedef Suriye' başlıklı bir yazı yazarken, Zev Chafets New York Daily News'de “Terör Dostu Suriye'nin de Bir Değişime İhtiyacı Var” başlıklı bir yazı yayımladı. Lobi o dönemde Suriye'ye yönelik açık bir savaş başlatmayı başaramasa da, Suriye Sorumluluk Yasası'nın çıkarılmasında etkili oldu ve böylelikle Suriye ile Amerika arasındaki ilişkinin Amerikan ulusal çıkarlarından sapmasını sağladı. Irak ve Suriye'nin İsrail için yarattığı stratejik tehdit kabul edilmekle birlikte, İran İsrail için en tehlikeli düşman olarak görülüyor. Irak Savaşı'ndan bir ay evvel İsrail Savunma Bakanı Ben Eliezer, “Irak problem teşkil ediyor… Fakat bana sorarsanız İran Irak'tan da tehlikeli.”, diyerek bu durumu ortaya koyuyor. Amerika'yı buna hazırlamak ve fakat İran ile askeri bir karşılaşmanın yaratacağı risklerden de uzak durmak için Lobi İran'da bir rejim değişikliği seçeneğinde ısrarcı oldu. Walt ve Mearsheimer, Lobi olmasa bile Amerika ile İran'ın müttefik olmasının zor olacağını ve fakat ilişkilerin bu derece gergin olmayabileceği kanaatindedirler.
Yazarlar serdettikleri tüm bu delillerin nihayetinde, kitabın sonuç bölümünde, Lobi'nin gücünün engellenebileceğini, Washington'un Amerikan çıkarları ile uyumlu bir dış politika geliştirmesinin mümkün olduğunu ancak yakın zaman içinde bunun gerçekleşmesini ummayı gerektirecek nesnel şartların bulunmadığını zira Lobi'nin bir rakibinin olmadığını, bununla birlikte Lobi'nin bu tür faaliyetlerinin Amerika'yı feci sonuçları olabilecek çatışmalara sürükleyebileceğini, Lobi'nin etkisi sebebiyle Amerika'nın Filistinlilere karşı işlenen suçlara ortak olduğunu ve bunun da ahlaki sorumluluk doğurduğunu, Lobi'nin İsrail hakkındaki tartışmaları engellemesinin Amerikan demokrasisi için de tehlike oluşturduğunu, hatta ve hatta Lobi'nin faaliyetlerinin İsrail için bile kötü sonuçlar doğurduğunu, bölgede anlaşmaya dayalı bir barışın tesisini engellediğini ve bunun da İsrail toplumunun yararına olmadığını, İsrail'i bir zamanların Güney Afrika'sı gibi ırkçı bir devlete çevirdiğini, tüm bunlara rağmen, Lobi hakkında yürütülecek açık bir tartışma ortamının sağlıklı sonuçlara ulaşmak için bir imkan oluşturabileceğini ve bunun Amerika dahil herkesin faydasına olduğunu vurguluyorlar.
Sonuç olarak, alanında yetkin iki akademisyenin imzasını taşıyan bu kitap, Amerika'nın İsrail'i Orta Doğu'da bir maşa/sopa olarak kullandığı, asıl gücün Amerikan devletinde olduğu, Amerika'da Yahudilerin sermaye ve etkinlik açısından önemlerini kabul etmekle birlikte, bu gücün/etkinin Amerikan halkı ve yönetimine yönelecek tepkileri önlemek/perdelemek için abartıldığını söyleyen karşıt tezlerle birlikte okunmayı ve bu suretle değerlendirilmeyi hak ediyor.
Stephen M. Walt – John Mearsheimer, İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası, Tercüme: Elif Ocak, İstanbul: Zodyak Kitap, 2014, 128 s.