Şii ilahiyatında siyasi düşüncenin gelişimi
2.08.2016
Giriş
Son İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi 16 Ocak 1979’da İran’ı terk ederken, ülkedeki durumu düzeltebileceği umuduyla Şahpur Bahtiyar’ı başbakan olarak atıyordu. Kısa bir süre sonra, on beş yıllık sürgünün ardından İran’a döneceğini bildiren İmam Humeyni’nin bu kararına karşı Bahtiyar, “Ayetullah Humeyni İran’a geldiğinde bakacağız. Sunacağı bir program veya görüş varsa saygıyla dinleyeceğiz ama başbakan olmak veya benzeri bir göreve gelmek istiyorsa, ben yerimden çok memnunum” dese ve siyasi ve sosyal hayatı normalleştirmeye yönelik bir kısım vaatlerde bulunsa da, İmam Humeyni, Bahtiyar’ın vaatlerini bir kenara iterek, “Hükümeti ben atayacağım. Bu yönetime karşı harekete geçeceğim. Milletin desteğiyle hükümeti ben atayacağım”, diyordu.
Şii Dünya’nın dışındakiler için İran’daki halk hareketi başarıya ulaşmış bir devrim olarak görülse de, dikkatlerini Şii ilahiyatındaki siyasi düşüncenin gelişimine yöneltenler “Hükümeti ben atayacağım”, diyen İmam Humeyni’nin sadece İran’da değil, çok daha derinlerde, Şii ilahiyatında da köklü bir devrim yaptığını fark ettiler. “Hükümeti ben atayacağım” sözü salt siyasi bir liderin beyanı olarak değil, Şii ilahiyatında siyasi düşüncenin bin yıllık gelişiminde ulaşılan zirveyi işaret eden bir kaide olarak tarihe geçti. Bu söz Şiileri, Şii din adamlarını siyasetten uzak tutan bir noktadan başlayıp siyasetin şahikasına taşıyan bir serüvenin de mottosuydu.
Bu çalışma ile aktarmayı amaçladığımız şey, Hazreti Peygamber’in (as) vefatının ardından başlayarak günümüze ulaşan tarihi süreçte Şii ilahiyatında siyasi düşüncenin gelişimine ışık tutmaktır. Çalışma üç ana bölümden oluşuyor.
Birinci bölümde Hazreti Peygamber’in vefatından İsnaaşeriyye’nin mezhep esaslarından olan Gaip İmam Muhammed Mehdi’ye kadar olan süreç ele alınacaktır.
İkinci bölümde Gaip İmam Muhammed Mehdi’nin Gaybet-i Sugra ve Gaybet-i Kübra’sının akabinde Şii toplumun geçirdiği siyasi evrim değerlendirilecektir.
Son olarak da, İran İslam Cumhuriyeti’nin ilanı ile tepe noktasını bulan gelişmelere yer verilecektir.
I.BÖLÜM
Hz. Peygamber’in (as) vefatı ile On İkinci İmam’ın gaybeti arasında Şii ilahiyatında siyasi düşüncenin gelişimi
Hazreti Peygamber’in (as) Müslüman toplumun merkezinde yer aldığı, toplumun tüm unsurlarının onun ekseninde döndüğü, onun hem dini hem de siyasi bir lider olduğu hilafsızdır. Müslüman toplum için onun bu konumu rıhletine dek sürse de, rıhletin ardından yaşanan bazı vakalar önce fikri ve akabinde fiili ayrılıkları tetiklemiş, Müslüman toplum iç çekişmeler, savaşlar ve hatta katliamlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Tüm bu yaşananların temelinde Hazreti Peygamber’in (as) vefatıyla bırakacağı/ bıraktığı liderlik makamına kimin geçeceğine dair ihtilaf yer almaktaydı.
Bugünden geçmişe bir bakışla, Müslüman toplumun, bugün Sünni ve Şii olarak adlandırdığımız iki ana ekolünün kaynaklarının müştereken naklettikleri bir kısım rivayetler meselenin kökeninde Hazreti Peygamber’in Büyük Hac dönüşü Gadir Hum denilen mevkide Müslümanları toplayarak irad ettiği hutbenin yer aldığını işaret etmektedir. Bu hutbesinde Hazreti Peygamber bazı konulara değinir ve “Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım. Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah’ın kitabıdır, onda mutlak hidayet ve nur vardır. Binaenaleyh sizler Allah’ın kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız. Diğeri de Ehli Beyt’imdir. Ben Ehli Beyt’im hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum. Bu ikisi kıyamete kadar birbirinden ayrılmaz.” , dedikten sonra yanında bulunan, amcası Ebu Talib’in oğlu, kızı Fatıma’nın kocası, torunları Hasan ve Hüseyin’in babası Hazreti Ali’yi insanlara “Mevla” olarak tanıtır. Raviler, bu noktada, Hazreti Peygamber’in (as), “Ben kimin Mevlası isem Ali de onun Mevlasıdır. Kim Ali’ye düşman ise bana düşmandır.”, dediğini naklederler. Yine kaynaklara göre orada hazır bulunanlar Hazreti Peygamber’in bu sözünden, kendisinden sonra Müslüman toplumun meşru liderliğine Hazreti Ali’nin atandığını anlamış ve onu tebrik etmişlerdir.
Gadir Hum vakasından kısa bir süre sonra Hazreti Peygamber (as) vefat etmiş ve bu andan itibaren de Müslüman toplum arasında liderlik sorunu baş göstermiştir. Kaynakların bir kısmı Hazreti Peygamber’in Ehli Beyt’inin ve az sayıda yakınının defin işleriyle meşgul oldukları bir sırada Beni Sakife’de toplanan Ensar ve Muhacir’in Müslüman toplumun liderliği konusunu müzakere ettiklerini ve nihayetinde Hazreti Ömer’in Hazreti Ebu Bekir’e biat etmesiyle liderliğin Kureyş’te kaldığını, daha sonra da Medine halkının Hazreti Ebu Bekir’e tümden biat ederek onun yönetiminin meşruluğunu ortaya koyduğunu aktarsa da, bazı kaynaklar Hazreti Ebu Bekir’in seçiminin Müslüman toplumun hür iradesi ile gerçekleşmediğini, Ehli Beyt’in hazır olmadığını, Gadir Hum’da Hazreti Peygamber (as) tarafından yapılan atamanın dikkate alınmadığını ve bu sebeple Hazreti Ali başta olmak üzere sahabenin bir kısmının mevcut yönetimi meşru kabul etmediğini nakleder. Hazreti Ali’nin yanında yer alan bu kişiler tarihi süreçte “taraftar” anlamına gelen “Şii” (Ali Şii’si) adını alacakken, seçimin meşruiyetini kabul edenler ve Hazreti Ali’nin fazilet sebebiyle bir öncelik hakkı olmasına rağmen onun atanmasında bir nas bulunmadığını savunanlar Ehli Sünnet olarak anılacaktır.
Hazreti Ebu Bekir’in vefatından evvel Hazreti Ömer’i halefi olarak göstermesi ve onun da liderlik meselesini bir şuraya bırakması Hazreti Ali’nin hakkı olduğuna inandığı yönetime geçmesine engel olmuş, şuranın Müslüman toplumun lideri/ halifesi olarak belirlediği Hazreti Osman’ın katline kadar da yönetimi ele alma imkânı doğmamıştır. Hazreti Ali’nin Hazreti Ömer tarafından belirlenen şuraya katılması tarihi süreç içinde farklı değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Taraftarları onun bu şurada yer almasını kendisini ilahi nasla belirlenmiş imamet/ hilafet hakkını tartışma konusu yaptığı yahut böyle bir hakkının olmadığına dair bir kanaate sahip olduğu anlamına gelmeyeceğini, onun Müslümanların durumu takdir etme ihtimaline binaen böyle davrandığını ve bu seçim esnasında kendisine yöneltilen, “Allah’ın kitabı, resulün sünneti ve önceki iki halifenin uygulamaları ile bağlı kalmak kaydıyla biat” teklifini reddettiğini ve cevaben, “Allah’ın kitabı, resulün sünneti ve kendi takdiri/ ilmi üzere biat kabul ederim”, dediğini savunmuşlardır. Bunun fikrin karşısında yer alanlar ise Hazreti Ali’nin hakkında nas olmuş olsaydı onun böylesi bir şuraya katılmayacağını ileri sürmüşlerdir.
Hazreti Ebu Bekir’in halife seçilmesinden On ikinci İmam olan İmam Muhammed Mehdi’nin gaybetine kadar Ehli Beyt İmamlarının Müslüman topluma ve siyasi önderliğe yönelik tutumları sonraki bin yıl boyunca Şii siyasi düşüncesinin gelişiminde temel rolü oynamıştır. Her kuşak gerek siyasi düşüncenin imkanlarını geliştirme ve gerekse onu içe kapama anlamında olsun bu ilişki biçiminden deliller çıkarma yoluna gitmiştir. Hazreti Ali’nin Hazreti Ebu Bekir’e açık bir biatının olmaması, uzun süre Cuma namazlarına katılmaması, hiçbir askeri seferde yer almaması ancak Müslüman toplumun idaresinde tavsiyelerine ihtiyaç duyuldukça ona yardımcı olması yönetimi şeri bir delili olmaksızın ele almış kişilerle geliştirilebilecek münasebetin sınırlarını belirlemek açısından ilk emsali teşkil etmiştir.
Şii inancına göre, gerek kendisine yapılan ilk biatı kabul ederek halife olmayı kabul eden Hazreti Ebu Bekir, gerek Hazreti Ebu Bekir’in atadığı Hazreti Ömer ve gerekse Hazreti Ömer’in belirlediği şura tarafından atanan Hazreti Osman Hazreti Ali’nin ilahi nasla belirlenmiş imamet/ velayet hakkını gözetmedikleri için sadece siyasi olarak değil dini olarak da hataya düşmüşlerdir. Bu durum onları İslam’ın sınırları dışına çıkarmasa da meşruiyetlerinin sorgulanmasını ve hakkın sahibine iadesini zorunlu kılar. Yukarıda da zikrettiğimiz Gadir Hum hadisine dayanan Şii kaynaklar hakkın sahibinin kıyamete kadar Ehli Beyt olması gerektiğini öne sürmüştür.
Hazreti Ali’nin imameti/velayeti/hilafeti, Hazreti Osman’ın, bazı uygulamalarından memnun olmayan kişilerin tahrik edilmesinin ardından öldürülmesi üzerine söz konusu olmuştur. Ne var ki, ardı ardına yaşanan Cemel Vakası, Sıffin Savaşı, Hakem Olayı ve Nehrevan Savaşı Müslüman toplumdaki ayrışmayı günümüze ulaşacak şekilde kesin hatlarla belirledi. Cemel Vakası olarak bilinen çatışmada Hazreti Peygamber’in (as) Hazreti Aişe taraftarlarıyla Basra’da savaşmak zorunda kalan Hazreti Ali, bunun hemen ardından kendisine isyan eden Şam valisi Muaviye ile Sıffin’de karşı karşıya gelir. Savaşın kaybedileceğini anlayan Muaviye ordusu mızrakların ucuna Kuran sayfaları takarak Kuran’ın hakemliğine başvurmak istediklerini söyler. Hazreti Ali’nin kendi ordusundan, daha sonra Harici adını alacak bir grubun onu bu yolu kabule zorlamasıyla Hakem Olayı olarak bilinen ve neticesinde Hazreti Ali’nin halifelikten azledildiği ve Muaviye’nin de halife ilan edildiği süreç yaşanır. Hazreti Ali Harici tehlikesini Muaviye’den de öncelikli görür ve Nehrevan’da bunlarla savaşarak ekseriyetini öldürür. Tüm bu yaşananlar Müslüman toplumun Şii, Sünni ve Harici olarak üçe bölünmesine geri dönülmez bir şekilde sebep olur.
Hazreti Ali’nin Haricilerden İbni Mülcem tarafından şehit edilmesinin ardından Müslüman toplum Hazreti Ali’nin oğlu Hazreti Hasan’a biat eder ancak Muaviye ile aralarındaki ihtilaf bitmez. Hz. Hasan ile Muaviye arasında yapılan bir anlaşma ile Müslüman toplumun idaresi kendinden sonra yeniden Hazreti Hasan’a yahut o sağ değil ise Hazreti Hüseyin’e geçmek üzere Muaviye’ye bırakılır. Şii kaynaklar buradaki anlaşmada yer alan kelimelerin imameti/ hilafeti değil sadece yönetimin ameli boyutunu kapsadığını ileri sürerken, Sünni kaynaklar bu anlaşmanın hilafetin nasla değil Müslüman toplumun takdiri ile belirlendiğini açıkça ortaya koyduğunu savunurlar.
Hazreti Hasan’ın zehirlenerek şehit edilmesinin ardından Muaviye anlaşmanın hilafına oğlu Yezid’i hilafetin varisi olarak atamış ve Müslüman toplumdan kendisinin ardından ona tabi olmalarını istemiştir. Yezid, Muaviye’nin ölümünden sonra kendini halife olarak ilan etse de, başta Hazreti Hüseyin olmak üzere Müslüman toplumun bir kesimi bunu kabul etmemiştir. Kufe’den gelen mektuplar, Hazreti Hüseyin’in temsilcilerinin kanaatleri Kufe halkının muhtemel bir isyanda Hazreti Hüseyin’i destekleyecekleri intibaını yaratmış ve Hazreti Hüseyin Kufe’ye doğru yola çıkmıştır. Kafile henüz Kufe’ye varamadan Kerbela mevkiinde Yezid’in ordusu ile karşılaşmış ve bu suretle yolu kesilmiştir. İslam tarihine Kerbela Vakası (Faciası) olarak geçen, Müslüman toplumu Şii ve Sünni olarak iki ana fırkaya ayıran Hazreti Hüseyin ve arkadaşlarının Yezid’in ordusu tarafından şehit edilmesi, Hazreti Peygamber’in (as) ailesinden kadınların esir alınarak Şam’a götürülmesi burada vuku bulmuştur.
Şii kaynaklar Hazreti Hasan’dan farklı olarak Hazreti Hüseyin’in Yezid ile bir anlaşma yoluna gitmemesini Yezid’in İslam’ın siyasi anlayışında yeri olmayan saltanatın ilk temsilcisi olmasına, Hazreti Hüseyin’in onun iktidarını kabul etmesi halinde sadece imamet hakkından vazgeçmiş sayılmayacağına, böyle bir tavrın saltanatın İslam ilahiyatı içinde meşru bir zemin bulmasına yol açacağına dair inanca bağlarlar. Hazreti Hüseyin ve arkadaşlarının katledilmesi, ailesinin esir alınarak şehir şehir dolaştırılıp Şam’a getirilmesi Sünni Müslümanlar tarafından da hoş karşılanmasa da, Sünni kaynaklar zalim de olsa halifeye itaatin Müslüman toplumun maslahatı açısından en doğru yol olduğu konusunda ısrarcı olmuşlardır.
Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in farklı tutumları Şii ilahiyatındaki siyasi düşünceyi derinden etkilemiştir. Şii fakihler her ikisinin tutumlarını irdelerken, daha sonra “cair sultan” karşısında takınılacak tavra ilişkin bazı kuralları belirlemeye çalışmışlardır. Bunlardan birincisi Hazreti Hasan örnekliği ile Müslüman toplumun maslahatı gerektiriyorsa cair sultan ile geçici anlaşmalar yapılabileceğidir. Hazreti Hüseyin’in duruşundan çıkarılan ilke ise, cair sultana karşı duruşta takiyyenin sınırlarını belirlemek olmuştur.
Şii kaynaklar Hazreti Hüseyin’in yerini alan kişinin Hazreti Ali bin Hüseyin (Zeyn el Abidin) olduğu konusunda ittifak halindedirler. Müslüman toplumu yönetme hakkının Hazreti Ali başlayan ve onun neslinde devam eden imamların hakkı olduğuna inanan İmamiye inancına göre kendisi dördüncü imamdır. Hazreti Ali bin Hüseyin Kerbela’da sağ kalan az sayıda kişiden birisidir. Şam’daki esaretinden sonra Medine’ye gönderilen Hazreti Ali bin Hüseyin burada göz hapsinde tutulmuş, mümkün olduğunca yalıtılmaya çalışılmıştır. İmam Seccad olarak da tanınan Hazreti Ali bin Hüseyin, bu dönemde Ehli Beyt’in kültürel mirasını toplamaya ve ayakta tutmaya çalışmıştır. Etkisi daha sonra anlaşılacak olan duaların sahibi olan Ali bin Hüseyin Hicri 95 yılında zehirlenmiştir. Hazreti Ali bin Hüseyin’in vefatının ardından Şii toplumun kimin tarafından idare edileceğine, kimin imam olacağına dair ilk ihtilaf ortaya çıkmıştır. Hazreti Ali bin Hüseyin’in büyük oğlu Hazreti Muhammed Bakır ile diğer oğlu Hazreti Zeyd arasında çıkan bu ihtilaf daha sonraları Zeydiye mezhebinin vücuduna yol açmıştır.
Hazreti Ali bin Hüseyin’in ardından gelen Hazreti Muhammed Bakır bin Ali bin Hüseyin İmamiye’nin beşinci imamıdır. Hazreti Muhammed Bakır’ın soyu hem anne hem de baba tarafından Hazreti Peygamber’e (as) ulaşır. Annesi Fatıma Hazreti Hasan’ın kızıdır. Bu tarıkla Hazreti Hasan ve Hüseyin kolunu kendinde birleştirmiştir. Hazreti Muhammed Bakır dedesi Hazreti Hüseyin şehit edildiğinde üç yaşındadır. Babasının ölümüne kadar da otuz dört yıl onunla kalmıştır. Babası Ali bin Hüseyin’in işareti ile Şii toplumun imametine gelen Hazreti Muhammed Bakır on dokuz yıl süreyle bu sorumluluğu yüklenmiştir. Hazreti Muhammed Bakır’ın doğrudan siyasi faaliyette bulunduğu Şii ve Sünni kaynaklarda rivayet edilmez. O, babası Hazreti Ali bin Hüseyin’in ilmi mirasını yaymak ile meşgul olmuş ve bugün ulaştığımız Şii külliyatın temeli olan rivayetlerin naklini sağlayacak bir çok alim yetiştirmiştir. Bu yolla Hazreti Muhammed Bakır dedesi Hazreti Peygamber’in (as) dininin kaidelerini yeniden açığa çıkarmıştır. Rivayetler Hazreti Muhammed Bakır’ın sadece Ehli Beyt’ten gelen hadisleri toplamakla kalmayıp birçok ilmi mahfilde tartışmalara iştirak ettiğini ve gerek Sünni ulemaya gerekse Ehli Kitabın alimlerine dinin hakikati hakkında açıklamalarda bulunduğunu nakleder. Hazreti Muhammed Bakır Hicri 114 yılında vefat etmiştir. Şii kaynaklar onun Halife Hişam bin Abdulmelik tarafından zehirlendiğini rivayet ederler.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Hazreti Ali bin Hüseyin’in büyük oğlu Hazreti Muhammed Bakır ile diğer oğlu Hazreti Zeyd arasında yaşanan ihtilafta Hazreti Zeyd Şii toplumun idaresinin ancak bunun için öne çıkan ve isyan eden kişinin hakkı olabileceğini ileri sürmüş ve bu suretle Hişam bin Abdulmelik’e isyan etmiştir. Tarihi kaynaklar bu isyanda Hazreti Zeyd’e, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin de destek olduğunu kaydederler. Hazreti Zeyd dedesi Hazreti Ali’den evvel Müslüman toplumun idaresini ele alan ilk üç halife, hassaten Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer hakkında kötü ifadeler kullanmayı reddetmiş, hilafetin/ imametin/ velayetin nasla değil Müslüman toplumun tercihi ile olacağını ve Müslüman toplumun en efdal varken daha az efdali seçebileceğini, bu tercihin hatalı da olsa meşru olduğunu kabul etmiştir. Bu yönüyle Hazreti Zeyd’in bakış açısı Şii toplum arasında Sünni fikriyata en yakın noktayı oluşturmuştur.
Şii toplum açısından adını en çok söz ettiren ve Sünniler arasında da bir o kadar itibar sahibi olan kişi Hazreti Cafer-i Sadık’tır. Emevi saltanatının son deminde ve Abbasi saltanatının başlarında yaşayan Hazreti Cafer-i Sadık İmamiye’nin altıncı imamı olarak kabul edilir. Derin ilmi birikimi ile sadece müntesiplerini değil, Sünni toplumu da etkilemiş olan Hazreti Cafer-i Sadık siyasi tutum açısından gerek Hazreti Zeyd ve gerekse Abbasoğullarından farklı bir yol izlemiş ve onların isyanlarına katılmadığı gibi kendisine yapılan imamet teklifine de itibar etmemiştir. Hazreti Ali bin Hüseyin’den başlayarak Hazreti Muhammed Bakır’a ulaşan ve ondan da devraldığı ilmi yayma mirasını/ vazifesini ifa ile meşgul olmuş ve bu suretle Şii toplumun fıkhi temelini atan en önemli kişi haline dönüşmüştür. Bugün İmamiye’nin İsnaaşeriyye ekolü fıkhi açıdan Caferi adını almaktadır. Bunda Hazreti Cafer-i Sadık’ın hayatı boyunca yürüttüğü çalışmanın etkisi hilafsızdır.
Hazreti Cafer-i Sadık siyasi tutumu sebebiyle kimi çevreler tarafından eleştirilmiştir. Kendisine yöneltilen eleştiriler arasında Abbasoğulları Emevileri yıkmak için cansiperane çalışırken kendisinin niçin onlara açıkça destek olmadığı hususu yer aldığı gibi, Emevilerin yıkılmasına giden süreçte önemli bir rolü olan Ebu Selme’nin idareyi Abbasilerden alıp Hazreti Hüseyin’in soyuna verme talebini dikkate bile almaması da bulunur. Bugünden yapılan bir okumayla, Hazreti Cafer-i Sadık’ın döneminin siyasi inkılâplardan ziyade fikri inkılâplara gebe olduğunu söylemek mümkündür. Bu dönemde yürütülen tercüme faaliyetleri ile Müslüman toplum başka kültür havzalarına açılmış ve daha önce görülmedik oranda bir münazara ortamı oluşmuştur. Hazreti Cafer-i Sadık böylesi bir fırsatı kullanmayı ve Ehli Beyt’in ilmi mirasını yaymayı, bu yolla taban bulmayı silahlı isyana tercih etmiştir. Kaynaklar onun ders halkalarında yetişmiş dört bin talebenin varlığını nakleder. Bu yüzden olsa gerek, o, kendisine isyan etme teklifi ile gelenlere, “Siz bizim Şiamız değilsiniz ve bu da bizim zamanımız değil. Bizim devletimiz en son devlettir.”, diyerek cevap vermiştir.
Hazreti Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu İsmail’in kendisinden evvel vefatı daha sonra ihtilafa yol açmış, İsmail’in ölmediğini, gaybete gittiğini ve dönerek ilahi adalet devletini kuracağını, o dönene kadar imametin onun soyundan devam etmesi gerektiğini ileri sürenler olmuş ve bunlar süreç içinde İsmailiye olarak tanınmışlardır. Bunun aksine, İsmail’in vefatı ile Allah’ın onun hakkındaki hükmünü değiştirdiğini savunanlar imametin Hazreti Cafer-i Sadık’ın diğer oğlu Musa bin Cafer’e tevdi edildiğini savunmuşlar ve bunu “beda” (Allah’ın bir konudaki hükmünü değiştirmesi) olarak tanımlamışlardır.
İsmailiye fırkası İmamiye ana akımı içinde yer almakla birlikte, Yedinci İmam ve sonrası açısından farklı bir tutum izleyerek varlığını günümüze dek sürdürmüştür. Bu fırka Mısır’daki Fatımi Devleti örneğinde olduğu gibi kimi zaman siyasi gücü elde etmeyi de başarmışsa da, Mustali ve Nizari şeklinde anılan iki ana gruba ayrılarak, tarihi süreçte siyasi ve askeri gücünü yitirmiş, entelektüel çevrelere has bir ideolojik bakış açısının temsilcisine dönüşmüştür.
İsnaaşeriyye Hazreti Cafer-i Sadık’tan sonra imametin oğlu Hazreti Musa Kazım’a geçtiğine inanır. O da, kendinden önceki imamlar gibi ilmi çalışmalar yoluyla ilerlemeyi uygun bulmuş, bağlılarının kendilerini açığa vurmalarını istememiş, dönemin şartlarının fiili bir kalkışma için uygun olmadığını düşünmüştür. Buna rağmen onun varlığından rahatsızlık duyan, onu, oğlu Me’mun’un veliahtlığı için engel olarak gören Abbasi Halifesi Harun Reşid tarafından zindana atılmış, dört sene süren zindan hayatından sonra zehirlenerek şehit edilmiştir. Rivayetler Harun Reşid’in Hazreti Musa Kazım’dan basit de olsa bir özür alabilmek için birçok denemede bulunduğunu ancak onun buna asla yanaşmadığını nakleder. Yine, cesedinin Bağdat Köprüsü üzerinde üç gün boyunca halka teşhir edildiği de nakiller arasında yer alır.
Hazreti Musa Kazım’ın vefatının ardından imamet oğlu Hazreti Ali Rıza’ya intikal etmiştir. Dönemin Abbasi Halifesi Me’mun Hazreti Ali Rıza’yı Medine’den Horasan’a getirtmiş ve kendisini “veliaht” olarak ilan etmiştir. Bu tür bir uygulama daha evvel vuku bulmamıştır. Muaviye ve ardılları kendileri sağ iken çocukları için kendilerinden sonra halife olacaklarına dair biat alırken, Me’mun Hazreti Ali Rıza’nın “veliaht” olması şeklinde bir ilanda bulunmuştur. Bu olay tarihçiler arasında Hazreti Hasan ile Muaviye’nin anlaşmasına benzetilmiştir. Kimi tarihçiler Hazreti Ali Rıza’nın Me’mun’un ilanını kabul ederek onunla bir tür anlaşma yaptığını ileri sürmüşlerdir. Bir başka grup tarihçi ise bunun bir anlaşma değil, tek taraflı bir irade beyanı olduğunu savunmuşlardır. Tarihi kayıtlara göre Me’mun o zamana kadar gelen halifeler içinde İslami ilimler ve Şiilik hakkında en bilgili olanıydı. Öyle ki, Şiilik konusunda Ehli Sünnet uleması ile yaptığı tartışmalar onun ilmi seviyesini ispatlamaktadır, diyen Şii ve Sünni kaynaklar mevcuttur. Onun haddi zatında bir Şii olduğu da söylenmektedir. Bunun için olsa gerek bir kısım rivayetlerde o, “İmamını öldüren Şii” olarak zikredilmektedir.
Me’mun’un Hazreti Ali Rıza’yı “veliaht” göstermesinin sebebi de tarihçiler arasında uzun tartışmalara sebep olmuştur. Bazı tarihçiler onun bu konuda samimi olduğunu düşünürken, diğerleri bunun kendi konumuna meşruiyet sağlamak için giriştiği bir siyasi manevra olduğunda ısrar etmişlerdir.
Hazreti Ali Rıza’nın bu teklifi niçin kabul ettiği de tartışma konusu olmuştur. Şii kaynaklar onun iki tercih arasında bırakıldığını savunurlar: Kabul etmek ve öldürülmek… Yine kaynaklara göre Hazreti Ali Rıza bu teklifi kabul ettiği sırada şöyle bir şartı da öne sürmüş ve Me’mun’un bunu kabul etmesini sağlamıştır: Veliahtlığı hiçbir işe karışmamak ve hiçbir şeyin sorumluluğunu üzerine almamak şartıyla kabul etmek. Bunun ardından yaptığı konuşmada Hazreti Ali Rıza, “Resullahtan dolayı bizim sizin üzerinizde hakkımız vardır ve sizin de bizim üzerinizde hakkınız vardır. Siz bizim hakkımızı yerine getirecek olursanız bize de sizin hakkınızı yerine getirmek farz olur.”, demiştir.
Hazreti Ali Rıza’nın Me’mun ile bu şekildeki ilişkisi Şii siyasi düşüncesinde ihtiyaç duyulduğunda, İslam’ın ve mezhebin faydası için cair sultan ile işbirliği yapılabileceği yönünde bir anlayışın gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu husus daha sonraları fakihler arasında “zalimin velayeti” bahsi altında incelenmiştir.
Hazreti Ali Rıza’nın ölümü konusunda, Şii kaynaklar onun zehirlenerek öldürüldüğünü söylerken, Sünni kaynaklar onun eceliyle vefat ettiğini ileri sürerler.
Dokuzuncu İmam olarak bilinen Hazreti Muhammed Taki bin Ali Rıza İsnaaşeriyye içinde en geç yaşta vefat edendir. Öldüğünde henüz 25 yaşında olan Hazreti Muhammed Taki’nin Me’mun’un kızı olan karısı tarafından zehirlendiği ileri sürülür. Kendisi gerek Me’mun gerekse Mutasım döneminde göz hapsinde tutulmuş, halkla ve müntesipleriyle olan ilişkisinin kesilmesine gayret edilmiştir.
Hazreti Muhammed Taki’nin ardından imamete gelen Onuncu İmam Hazreti Ali Naki Abbasi halifelerinin Ehli Beyt’e karşı en şedid olanlarıyla aynı dönemde yaşadı. Medine’de etkisinin artması üzerine halife Mütevekkil’in emri ile Samarra’ya getirildi ve zehirlenerek öldürüldüğü Hicri 254 yılına dek burada göz hapsinde tutuldu.
Hazreti Hasan el Askeri İsnaaşeriyye’nin On Birinci İmam olarak kabul ettiği kişidir. Babası Hazreti Muhammed Taki zehirlenerek öldürüldüğünde 22 yaşında olan Hazreti Hasan el Askeri onun ardından imamete tayin edilmiş ve tıpkı babası gibi Samarra’da sıkı bir göz hapsinde tutulduktan sonra Abbasi halifesi Mu’temid’in emriyle zehirlenerek öldürülmüştür. İsnaaşeriyye Hazreti Hasan el Askeri’nin geride Muhammed adında bir çocuk bıraktığını ve fakat bu çocuğun da aynı akıbete uğramaması için onu sakladığını, Müslümanların bekledikleri Mehdi’nin bu çocuk olduğunu savunur.
Hazreti Muhammed Mehdi bin Hasan el Askeri İsnaaşeriyye için On İkinci ve son imamdır. Rivayetler onun küçük bir çocukken imamete geçtiğini ancak babası ve dedesi gibi öldürülme ihtimaline binaen önce babası ve sonra da Allah tarafından gizlendiğini nakletmektedir. Istılahta, Hazreti Muhammed Mehdi’nin kendi bağlıları ile aracılar ile görüştüğü döneme Gaybet-i Sugra; insanlarla/ bağlılarıyla iletişimi kestiği ve ileride Allah’ın dilediği bir günde geri döneceğine inanılan döneme ise Gaybet-i Kübra adı verilmektedir.
Gaybet-i Sugra döneminde Hazreti Muhammed Mehdi’nin naipleri aracılığı ile bağlılarına mesajlar ve talimatlar gönderdiğine, dini vergileri topladığına ve bağlılarının meselelerini çözdüğüne inanılır. Gaybet-i Kübra döneminde ise insanlarla ilişkisini tümüyle kestiği için bu dönemde bağlılarının nasıl hareket edecekleri, şeri ahkamı nasıl uygulayacakları, cair sultan ile ilişkilerini nasıl düzenleyecekleri bir mesele olarak ortaya çıkmış ve Şii ilahiyatını derinden etkileyen tartışmalar yüzlerce yıl sürmüştür.
Yukarıda bahsedilen dönemin tümü hakkında kısa bir değerlendirme yapmak icap ederse, Şii akidesinin imamet meselesini Müslüman toplumun kendi başına vereceği karara bağlı bir iş olarak telakki etmediğini, imamın Allah tarafından atandığını ve Hazreti Hüseyin ile birlikte yalnız onun soyundan gelebileceğinin kabul edildiğini, Hazreti Hüseyin soyundan olmasına gerek yoktur diyenlerin Zeydiler olarak adlandırıldıklarını, İmamiye’nin Hazreti Cafer-i Sadık’tan sonra İsmailiye fırkasını çıkardığını ve bu fırkanın Hazreti Cafer-i Sadık’ın kendisinden önce vefat eden oğlu İsmail’in imametine inandığını, On İki İmam ekolü olan İsnaaşeriyye’nin imamlarının ekseriyetinin baskı altında ve göz hapsinde yaşadıklarını, bir kısmının zehirlenerek öldürüldüklerini, bu imamların hemen hiçbirisinin gerek Emevi ve gerekse Abbasi saltanatı döneminde fiilen kıyam etmediklerini, daha ziyade ilmi ve ahlaki faaliyetler yürüttüklerini söyleyebiliriz.
II. Bölüm
Gaybet-i Kübra’dan İran İslam İnkılâbı’na uzanan süreçte Şii ilahiyatının siyasi gelişimi
İsnaaşeriyye, On İkinci İmam Muhammed Mehdi’nin bazı kişiler aracılığıyla insanlarla iletişimi sürdürdüğü dönemde onun yolladığı mektupların ve sözlü talimatların günün meselelerini bu suretle çözdüğüne; aracılara/ naiblere verilen dini ekonomik yükümlülüklerin tıpkı imamın bizzat kendisine verilmiş sayılacağına inanmaktadır. Hazreti Muhammed Mehdi’nin bu ilk dönemi yaklaşık 70 yıl kadar sürmüştür. Hazreti Muhammed Mehdi, dördüncü naibi olan Ali bin Muhammed Semuri’nin hayatının son günlerinde yolladığı bir mektup ile bundan sonra Gaybet-i Kübra döneminin başlayacağını ve Allah’ın dilediği güne kadar bağlılarıyla iletişiminin kesileceğini bildirmiştir.
Hazreti Muhammed Mehdi’nin iletişimi tümüyle kesmesinin ardından bağlıları o ana kadar bilinen hükümlerle meselelere çözüm bulmaya çalışsalar da, ilerleyen süreçte ortaya çıkan yeni meselelerin nasıl çözüleceği, onların ihtilaflarını kimin/ kimlerin halledeceği tartışılmaya başlanmıştır. Hazreti Muhammed Mehdi’nin ardından gelen ilk bir buçuk asırda gerek diğer imamlardan ve gerekse Ehli Beyt’in sair kaynaklarından gelen rivayetleri toplayan, bunları olduğu gibi aktaran ve bunlara uyulmasının dini bir zorunluluk olduğunu söyleyen ve Ahbarilik olarak anılan bir ekol meydana gelmiştir. Bu ekolün mensupları Ehli Beyt imamlarının kıyamete kadar sürecek tüm sorulara zaten cevap verdiklerini ve bunun için başkaca bir ameliyeye gerek olmaksızın rivayetlere tabi olmanın kâfi geleceğini savunmuşlardır. Ahbari ekolü bir buçuk asır boyunca etkisini tartışmasız bir şekilde sürdürse de, zamanın getirdiği meseleleri çözmede yetersiz kalmış ve bazı âlimler rivayetlerden yola çıkarak Şii toplumun meselelerini çözme konusunda rivayetlerin sadece metinlerine bağlı kalmanın şart olmadığını, rivayetlerin anlam bütünlüğü içinde hareket ederek yeni meselelere yeni çözümler üretilebileceğini savunmaya başlamışlardır. Böyle de olsa, bu âlimler de uzun süre kıyas ve içtihada karşı çıkmışlar, bunun Sünni mezhebinin batıl yollarından birisi olduğunu düşünmüşlerdir.
Rivayet ekolünün handikaplarından kurtulmak için fıkhı bir usule dayandırma gayretinde olan ekol Usuli ekol olarak anılmaktadır. Bu ekol ahkâmı şer’iyeyi Kuran, Sünnet, akıl ve icma olarak sıralamıştır. Sünni fıkıhta yer alan “kıyas” burada yerini “akıl”a bırakmıştır. İçtihadın Şii fıkhında yer bulması yavaş da olsa değişen ve gelişen dünyada dini ahkâmın tatbiki açısından fakihe geniş bir alan sağlamıştır. İçtihadın bir metot olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte fakihi diğer rivayet sahiplerinden ayıran özellikler de belirgin hale gelmiştir. İmamların rivayetlerini aktarmak şeklinde devam eden “ilim sahipliği” payesi yerini İmamların rivayetlerinden günün sorunlarına cevap verebilecek donanıma sahip “alim/ fakih”e bırakmıştır. Yine de, bunun geçişli bir evre olduğunu belirtmek gerekir. Bu dönemde dini ahkâmın tespiti ve icrası için fakihe başvurmanın zorunlu olup olmadığı da tartışılmış, kimileri mükellefin dini hükmü kendisinin araştırıp öğrenmesi gerektiğini, bunun için bir başkasının fetvasını almanın caiz olmadığını savunmuştur. Bunun karşısında yer alanlar dini ahkâmın belirlenmesinin birçok ilmin tahsiline bağlı olduğunu ve bunun da bir eğitim sürecini gerektirdiğini, bunun da, tedrisattan geçmeyen kişilerin bu ilimleri haiz kişilere uymasını, onları taklit etmesini zorunlu kıldığını ifade etmişlerdir.
Taklit hükümlerinin bu suretle gündeme gelmesi ve Şii düşüncesinde yer bulması fakih ile halk arasında bir mertebe farkı oluşması sonucunu doğurmuştur. Burada “halk” ile kast ettiğimiz, fakihten gayrısıdır. Böyle olduğu için, taklit hükümlerinin evirildiği süreç, siyasi iktidarın tepe noktası olan kişileri dahi fakihin karşısında basit bir mukallit konumunda tutmuştur. Bu noktada dikkate getirilmesi gereken bir diğer husus da, taklit-mukallit ilişkisinin ancak sağlar arasında caiz olabileceği görüşünün baskın olmasıdır. Bir başka ifadeyle, mukallit ancak yaşayan bir fakihin hükmü ile amel edebilecektir. Taklit hükümlerindeki bu kaide Şii fıkhını her gün yenilenen bir yüz kazanmasını sağlamıştır. Her dönemin halkı/ mukallidi kendi döneminin fakihine müracaatla sorunlarının hallini istemek zorundadır.
Dönemin Şii toplumunun karşılaştığı temel meseleleri zekât ve humusun ödenmesi, Cuma namazının kılınması, iyiliği emretme ve kötülükten alı koyma vazifesinin icrası, cihad hükümlerinin tatbiki, cair sultan ile ilişkilerin düzenlenmesi başlıkları altında incelemek mümkündür. Konu başlıklarından da anlaşılacağı üzere bunlar İslami ahkâmı ilgilendiren meselelerdir. Ne var ki, şer’i ahkâmın tatbiki meselesi zaman içinde siyasi anlamlarını da beraberinde getirmiş ve bin yıllık sürecin sonunda İran İslam İnkılâbı vücut bulmuştur.
Şii ulema zekât ve humus gibi ekonomik anlamı olan dini ödentilerin nasıl ve kime verileceği hususunda yüz yılları bulan bir tartışmayı yürütmüştür. Onlar, Hazreti Ebu Bekir döneminde bazı kabilelerin dinden dönmesinin aslında tam bir ridde olmadığını ileri sürdüler. Onlara göre bu insanlar zekâtın ancak meşru imama verilmesi lazım gelen bir dini vecibe olması sebebiyle, bunu meşru kabul etmedikleri Hazreti Ebu Bekir’e vermek istemedikleri için böyle davranmışlardı. Buna binaen meşru olmayan tüm yönetimlerde zekâtı toplama ve dağıtma görevinin kimin olacağı tartışılmış, ilk dönemde bunu mükellefin kendisinin dağıtmasının uygun olacağı kanaatine ulaşılmışken, süreç içinde zekâtın İslami ahkâmı bilen adil bir fakihe teslim edilmesi gerektiği düşünülmüştür. Zira zekâtın nasıl hesaplanacağını ve hak sahiplerinin kimler olacağını en iyi fakih bilecektir. Bir başka dini ödenti olan humusta ise tartışma biraz daha ağırdı zira Ehli Sünnet humusu ancak ganimetlere hasretmişken Şii ulema bunun her türlü kazançtan alınacağını savunuyordu. Humus altı paya ayrılıyor ve bunun üç payı imamın hakkı olarak telakki edilirken üç payı da yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara harcanıyordu. Şii ulema humusu kimin toplayacağı ve nasıl dağıtacağı konusunu da yüzyıllar boyunca irdelemiştir. Hassaten Gaybet-i Kübra döneminde imamın hissesinin ne yapılacağı bu tartışmanın odağı olmuştur. Humus konusunda da tecridi bir yol izlenmiş, humusu toplama yetkisinin fakihte olduğu kanaatine varılmış ve imamın payının dışındaki üç payın fakihin tasarrufunda olduğu kabul edilmiştir. İmamın payı ise uzun dönemler boyunca tartışma konusu olmuştur. Safevi devletinin kuruluşuna dek, imamın payının vasiyet yoluyla nakledilmesi ve o zuhur edince kendisine teslim edilmesi şeklindeki görüşün yanında imamın payının toprağa gömülmesi de savunulmuşken, Safevi devletinin kurulmasının akabinde zamanla fakihin imamın naibi olduğu tezinin gelişmesine paralel olarak fakihin imamın payında da söz sahibi olduğu dile getirilmeye başlanmıştır.
Zekât ve humus konusunda izlenen yol zamanın ihtiyaçlarına ve Şii ulemanın sosyal statüsündeki gelişime göre değişime uğramış, fakihin bu hususu en iyi bilen kişi olması görüşü evirilerek yerini fakihin zekât ve humus konusunda imamın naibi olduğu tezine bırakmıştır. Fakihe verilen bu ayrıcalıklı statü onun ekonomik kaynaklar üzerinde göreceli bir hâkimiyet kurmasına ve bu yolla cair sultanın himayesine muhtaç olmamasına imkân tanımıştır.
Şii ulema, cair sultanın emri altında yaşayan Şii ve Sünni toplumun ilişkilerinin düzenlenmesi hususunda da birkaç açıdan etkili bir rol oynamıştır. Onlara göre adil yönetim, adil sultan ancak beklenen imam Mehdi’nin idaresi olabilirdi ve onun idaresine kadar her kim yönetimde olursa olsun hakkı olmayan bir şeyi ele almış demekti. Bu bakış açısıyla onlar toplumun günlük idaresinde karşılaşılan meselelerin halline ne düzeyde iştirak edebileceklerini de tartışmışlardır. Bu cümleden olmak üzere, hadlerin (İslam ceza hukukunun) tatbiki, cair sultanın emri altında çalışmak, emri maruf nehyi anil münker, cair sultan ve çevresi ile ticari ilişkiler gündeme getirilen meseleler arasında yer almıştır.
Cair sultanın bir Şii âlimi kadı olarak atamak istemesi halinde ne yapılması gerektiği konusu, bu işin hadlerin tatbiki meselesini de gündeme getirmesi hasebiyle önem arz etmekteydi. Şii ulema ilk dönemde cair sultanın emri altında çalışmayı kati olarak yasaklıyorken, sonraları kendisine yönelik ciddi bir tehdit varsa ve geleceği makam ile Şii toplumun menfaatlerini koruma ihtimali bulunuyorsa bunun kabul edilebileceğine dair fetvalar vermeye başlamışlardır. Bu noktada dayanakları Şii düşüncesindeki takıyye anlayışıyla birlikte bu teklifi kabul eden kişinin aslında cair sultanın değil adil sultanın (imam Mehdi’nin) yetkisi altında iş yaptığı ön kabulüdür. Onlara göre, böyle bir teklifi kabul eden kişi sureta cair sultandan yetki almış görünse de, aslında ona yetki veren gaybetteki imamdır. Safevi devletinin kurulmasıyla birlikte Kereki gibi alimlerin İran’a gelmesi ve Safevi şahlarının yanında yer almaları bu tartışmaları alevlendirmiştir. Şii ulemanın manevi otoritesinden meşruiyet devşiren saltanat yönetimleri zaman içinde meşruiyetlerinin temel dayanağını Şii ulemadan icazet almakta bulmuşlardır. Bu anlamıyla süreç Şii ulemanın lehine işlemiştir.
Şii ulema her ne kadar yargı görevini kabul için bir yol açsa da, hadlerin tatbikinde temkinli davranmıştır. Onlar, kişinin çocuğu, eşi ve kölesi dışındakilere had uygulamasının mümkün olmadığı yönündeki görüşlerini uzun süre muhafaza etmişlerdir. Ne var ki zamanla bu alanda da bazı esneklikler yaşanmış, cair sultanın yetkisi altındaki alimin yaralama ve öldürme içermedikçe hadleri tatbik etmesi gerektiği kanaatine ulaşılmıştır. Burada da ulema yetkinin aslında cair sultana değil imam Mehdi’ye ait olduğunu, ulemanın da imamın yetkilendirmesi ile hareket ettiğini ileri sürmüştür. Bu görüş de zaman içinde gelişmiş ve on dokuzuncu yüzyılda ulemanın hadleri tatbik edebileceğini söyleyen âlimler çıkmıştır.
Bir diğer mesele ise emri bil maruf ve nehyi anil münker konusudur. İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak hususunda ulema zamanın şartlarını gözetmiş, şayet söz ile uyarmak yetiyorsa ancak bu sınıra kadar yapılmasına cevaz vermiştir. Şayet söz ile uyarmak Şii toplumun menfaatine değilse veya kişinin kendisine yönelik bir tehlike oluşturacaksa bu da caiz görülmemiş, kalben buğz edilmesi yeterli görülmüştür.
Şii ulemayı dilemma içinde bırakan en ağır konulardan birisi de cihattır. Cihad Şii ilahiyatında İslam’ın şartları arasında yer almasına rağmen, Şii ulemanın cihattan anladığı şey cair sultanın emri altında yapılan saldırı savaşı değildir. Şii uleman cihadın ancak meşru imamın emri ve yetkisi altında yapılabileceğini savunur. Bu sebeple onlar cair sultanın emri altında saldırı savaşını caiz görmezler ve bu savaşta ölenlerin şehit olduğuna inanmazlar. Şii ulema ancak savunma savaşı sırasında yahut Müslümanların ülkesini gasp edenlerin def edilmesi için yapılan bir savaşta yer alanlar için cevaz vermiştir.
Cuma namazı da Şii ilahiyatında halen tartışılmaya devam eden bir konudur. Şii ulema Cuma namazının vücubu için meşru imamın varlığını şart koşmuş, onun yokluğunda Cuma namazının farz olmadığını ve hatta kılmanın haram olduğunu ileri sürmüştür. Ne var ki, zaman içinde bu husus da tartışılmış ve ulemanın bir kısmı Cuma namazı kılmanın farz olduğuna kanaat getirmiştir. Buna rağmen onlar da Cuma namazı kıldıracak kişinin fakihten başkası olamayacağını zira imamın yokluğunda onun naibinin ancak fakih olabileceğini ve Cuma namazının da ancak onun tarafından kıldırılabileceğini savunmuşlardır.
Yukarıda kısaca bahsettiğimiz tüm bu konulardaki tartışma yaklaşık bin yıllık bir zamanda yaşanmıştır. Bu zaman zarfında Şii toplum ve ulema Sünni toplum ve ulema ile iç içe geçmiş, ilmi çevreler birbirinden etkilenmiş ve Şii fıkıh usulü ile birlikte Şii siyaset teorisi de kendini yenilemiştir. Her şeyden önce, Şii ulema rivayetlerin mevcut sorunları çözmede yetersiz kaldığını fark etmiştir. Yine bir başka açıdan da rivayetlerin sıhhatinin tahkiki zorunluluk halini almıştır. Zira yaklaşık yüz elli yıl boyunca hâkimiyetini sürdüren Ahbari ekol rivayetleri toplamada ciddi bir gayret gösterse de, bunların tahkik ve tasnifinde olması gereken hassasiyeti gösterememiştir. Bu da bir birleriyle çelişen veya zaman ve mekân bağı kurulamayan rivayetlerin kaydına ve nakline yol açmış, bu rivayetler dini ahkâmın tespit ve tatbikinde kullanılmıştır. Bu dönemde içtihat ve kıyas haram kabul edilmiş ve bu iki fıkhi kavrama yaklaşılmamıştır. Ne var ki, bu durumun devamındaki zorluk Şii ulemayı içtihat ve kıyas müesseselerini başka adlar altında ve biraz da farklı formasyonda kabule yöneltmiştir. Bir başka ifadeyle, Şii ulema rivayet ekolünün donukluğunu fıkıh usulünü geliştirerek aşmaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur.
Şii ulemanın fıkıhtaki rolünün artması onun siyasi rolünün artması sonucunu doğurmuştur. Hazreti Muhammed Mehdi’nin temsilcisi konumunu elde etmeye evirilen süreçte fukaha Safevi örneğinde olduğu gibi dini ve siyasi meşruiyetin kaynağı haline gelmiştir. Bu ise, dini alanın dışından gelen siyasi güçlerin meşruiyetini fukahanın icazetine bağlayan anlayışı doğurmuş ve kökleştirmiştir. Fakih, İmam Mehdi’nin temsilcisi sıfatıyla sultanı Müslümanların siyasi lideri olarak tasdik eder hale gelmiştir.
Fakihin zaman içinde elde ettiği bu güce karşılık yüzleşmek ve mücadale etmek zorunda kaldığı bazı meseleler de olmuştur ki, bunlar fakihin toplum nezdindeki iktidarını paylaşma veya ele geçirme sonucu doğurabilecek mahiyette meydan okumalardır. Bunlar, gulat akımlar, sufi hareketler ve sapkın cereyanlar olarak üç temel sınıfa ayrılabilir. Bunların fakihin otoritesine meydan okumada paylaştıkları nokta, ilmin kaynağını eğitim ile değil, doğrudan İmam Mehdi’den yahut Allah’tan aldıklarını iddia etmeleridir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi fakih, uzun bir tedrisatın ardından şer’i ahkamı elde eden kişidir. Bunun karşısında gulat, sufi ve sapkın cereyanlar ilmin kaynağı için bir delil gösterme ihtiyacı hissetmezler. Onlar imamlara nispeten anlattıklarının rüyalar yoluyla veya keşif ile elde edildiğini, kendilerinin bu anlamıyla seçilmiş kullar olduklarını, imamların gerçek temsilcilerinin kendilerinin olduğunu ileri sürerler. Fakih, bu tür meydan okumalara karşı koymak üzere “tekfir müessesi” ve siyasi iktidarı yönlendirme yolları dahil olmak üzere birçok yöntemi denemiş ve genel olarak başarılı olmuştur.
Fukahanın yüzleştiği bu cereyanların ürettiği unvanlar fakihi de bunlara benzer unvanlar almaya ve daha sıkı bir şekilde teşkilatlanmaya sevk etmiştir. Hüccetül İslam, müçtehit, ayetullah, ayetullah-il uzma gibi unvanlar hem sufi hareketlerin ürettiği unvanlara bir cevap verildiğini hem de zaman içinde fukahanın daha sıkı bir teşkilat yapısına ulaştığını ortaya koymaktadır. Aldığı unvana göre etki alanı genişleyen fakih bu oranda da sorumluluk almak zorunda kalmıştır. Bir başka ifadeyle fakihin hiyerarşik derecesi yükseldikçe havzaya ve halka karşı sorumluluğu da o oranda artmıştır. Bu sorumlulukların arasında, ilim havzalarına gelen talebenin tüm maddi ihtiyaçlarının karşılanması, esnaf, tacir köylü gibi sınıflarla siyasi iktidar arasında arabulucu rolü oynaması, siyasi iktidarın yetersiz kaldığı anlarda milli lider rolüyle öne çıkması sayılabilir.
Zaman zaman mevzi yenilgilere şehit olunsa da, usuli ekolün lehine işleyen süreçte geliştirilen sınırlı naiblik ve genel naiblik teorisi Naraki döneminde bir sıçrama yaparak “velayet-i fakih” noktasına varmıştır. Velayet-i Fakih teorisi, fakihi, imamın sınırlı veya genel naibi olmaktan çıkarıp Hazreti Peygamber’in (as) ve İmamların yetkisini tam anlamıyla kullanan, onların velayet hakkını tümüyle yüklenen ve bu suretle tabi olmanın şer’i mükellefiyet arz ettiği bir konuma çıkarmıştır. Bu teori siyasi mücadele sahasına İmam Humeyni ile girmiş ve 1979 İran İslam İnkılabı’na giden süreçte tartışılması imkansız bir etki yaratmıştır. İnkılab sonrası da Şii dünyasının en güçlü ülkesi İran’ın siyaset kurumları bu teori temelinde şekillendirilmiştir.
III.Bölüm
İran İslam İnkılâbı’nın Şii siyasi düşüncesine katkıları
Çalışmamızın başında da belirttiğimiz gibi, İmam Humeyni yaklaşık 15 sene süren sürgün hayatından sonra İran’a döndüğünde Şah’ın atadığı hükümeti ve başbakanı tanımadığını ilan etmiş, onun o makamdan ayrılmaması halinde rehberliğini yaptığı halkın harekete geçeceğini ve kendisini bu makamdan indireceğini ihtar etmiştir. Vakıa, gelişmeler bu yönde olmuş ve Şah’ın atadığı hükümet devrilmiş, yerini geçici Devrim Konseyi almıştır. Tarihi akış içerisinde bu anlar sadece Şah rejiminin yıkılışına değil, Şii siyasi düşüncesinde de köklü bir değişikliğe işaret etmektedir.
İmam Mehdi’nin yokluğunda onun yerini alacak tümüyle meşru bir hükümetin olamayacağı, Şii topluma düşen vazifenin İmam’ın dönüşünü beklemek olduğunu savunan, bin senelik süreçte tüm esnemelere rağmen varlığını kaybetmeyen “intizar” görüşü, İmam Humeyni ile yeni bir anlam kazanmıştır. İmam Humeyni intizar görüşüne tümüyle sırtını dönmüş bir fakih değildir ancak o, intizarın salt bir bekleyiş olmadığını, İmam Mehdi’nin ilahi adalet devletine bir hazırlık aşaması olduğunu ileri sürmektedir. İmam Humeyni’ye göre gerek toplum gerekse toplumun önde gelenleri (avam ve havas) İmam Mehdi’ye yardım etmekle mükelleftir ve bu yardım onun dönüşüyle değil, onun dönüşüne uygun şartları hazırlamakla başlar. Bu noktada, rivayetlerden gelen bazı sorunların da aşılması gerekmiştir. Bu cümleden olmak üzere, İmam Mehdi’nin geliş anını zulmetin tüm yeryüzünü sardığı, adalet namına hiçbir ışığın kalmadığı bir an olarak tahayyül eden anlayış için toplumun ve devletin ıslahı ve yeniden inşası amacını taşıyan bir hareket İmam Mehdi’nin gelişini geciktirmekten başka bir anlam ifade etmeyecektir. Bu benzeri karşı çıkışlar İnkılab’ı gerçekleştiren çekirdek kadronun uzun soluklu mücadelesi ile cevaplanmaya çalışılmış, kimi zaman rivayetler tevil edilmiş kimi zaman ise rivayetlerin ifade ettiklerinin mükellefiyeti nihayete erdirmediği savunulmuştur.
İran İslam İnkılabı İmam Mehdi’nin gelişine hazırlanacak bir toplum ve devlet modeli öngördüğü için kendisini bu yoldaki ana istasyonlardan birisi olarak telakki etmesine rağmen, yine de, kelimenin tam anlamıyla meşru hükümetin İmam Mehdi tarafından kurulacağını ifade eder. Bununla birlikte, Şii toplumun etrafında kenetlenmek zorunda olduğu veliyyi emr’in rehberliği ile İmam Mehdi’nin zuhurunda onun varlığını ve yetkisini tartışmasız kabul edecek, ona maddi ve manevi anlamlarla yardım edecek siyasi teşekkülü oluşturmayı amaç edinir. Bunun için devletin siyasi yapısının zuhura elverişli hale getirilmesi, toplumun zuhuru kabul edecek şekilde dönüştürülmesi, bu süreç içinde İmam Mehdi’nin mevcut ve muhtemel düşmanlarının tespit, teşhir ve etkisiz hale getirilmesi elzem kabul edilir. Velayet-i Fakih teorisinin bağlıları bu anlamıyla kendilerini Sahib-i Zaman’ın isimsiz askerleri olarak telakki ederler.
İran İslam İnkılâbı tarihi derinliğe sahip şahlık rejimini devirdiğinde yeni rejimin temelini İslam Devleti olarak belirledi ve bunu halkoyuna sundu. Halkın ekseriyetinin İslam Devleti’ne onay vermesiyle anayasa çalışmalarına başlandı ve İslam Devleti’nin rejimi Cumhuriyet olarak belirlendi. Anayasa çalışmaları sırasında en yoğun tartışmalar Velayet-i fakih teorisi ekseninde yaşandı. Velayet-i Fakih kavramının anayasada yer bulması ve referanduma sunulan anayasanın kabul edilmesiyle İmam Humeyni, dini, tarihi, milli, şahsi/ karizmatik alanlardan sonra, kanuni anlamda da meşruiyet kazandı ve bu meşruiyet onun Velayet-i fakih sistemini İran ülkesinde yerleştirmesini kolaylaştırdı.
İslam Cumhuriyeti’nin idari sistemi içinde en tepede veliyyi-fakih yer alır. O, bütün nizamın üzerindedir ve nizamı işletmek onun görevidir. Bunun da ötesinde o, ümmetin içinde, her nerede olurlarsa olsunlar, kendisine inananların da lideridir. Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi’ne danışır ve İslâm Cumhuriyeti’nin genel politikasını saptar; Rejimin saptanan politikasının doğru icra edilmesine nezâret eder;
Geniş soruşturma yetkisini kullanır; Silahlı Kuvvetler Başkomutanı’nın tayin eder; Savaş ve barış kararı alır, genel seferberlik ilan eder; Tayin, azil ve istifaları kabul eder: Denetim Şûrâsı’nın (Şûra-i Nigehbân) fakîhlerini, Yargı Erkinin en yüksek makamlarını, İran İslâm Cumhuriyeti Radyo ve Televizyon Kurumu Başkanını, Genelkurmay Başkanını, İslâm Devrimi Muhafızları Başkomutanını, Askerî ve emniyet güçlerinin üst düzey komutanlarını atar; Üç silahlı kuvvet arasındaki olası ihtilafları çözer ve aralarında irtibat sağlar; Normal yollarla çözülemeyen rejim içindeki problemleri Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi aracılığı ile çözüme kavuşturur; Kanunun öngördüğü şartları hâiz Cumhurbaşkanı adaylarının halkın onayı ve seçimi ile Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra mazbatasını imzalar; gerektiğinde Cumhurbaşkanı’nı görevinden azleder; Yüksek Yargı Başkanı’nın önerisinden sonra İslâmî ölçüler çerçevesinde mahkûmların ceza sürelerini azaltmak ya da af kararı alır.
Veliyyi fakihin seçiminde halkın rolü vardır. Halk Hubregan Meclisi’ne girmeye ehil fakihlerden bir kısmını seçimler yoluyla belirler. Hubregan Meclisi Veliyyi-fakih’i atamaya ve azletmeye yetkili olan meclistir.
İran İslam Cumhuriyeti’nde yasama ve yürütme erki tam olarak ayrıdır. Meclis halk tarafından seçilen adaylardan oluşur. Adayların her birisi kendi adı ile seçime girer. Batılı demokrasilerde yer alan parti sistemi kısa bir süre denendikten sonra vazgeçilmiştir. Meclis’in görevi ülkenin idaresini sağlayacak kanunları hazırlamak ve bunları (şeriata uygunluğu tasdik edildikten sonra) yürütmesi için hükümete göndermektir. Yine tüm kurum ve kuruluşlar ve hükümet Meclis denetimi altındadır.
Yürütmenin başı kabul edilen cumhurbaşkanı adaylığı onanmış kişiler arasından halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanı ve belirleyeceği bakan adayları en az doktora düzeyinde akademik kariye sahip olmalıdır. Her bakan adayı tek tek Meclis’in onayına sunulur. Bir kişi aynı anda hem milletvekili ve hem de bakan olamaz. Bu yasama ile yürütmenin tam ayrılığını ifade eder. Hükümet Meclis’in abul ederek kendisine gönderdiği kanunları tam olarak ifa etmekle mükelleftir.
Yargı ise ayrı bir erktir ve Veliyyi fakih’e bağlıdır. Üst düzey yargı mensupları Veliyyi fakih tarafından atanır ve azledilir.
İran İslam Cumhuriyeti’nde klasik ordunun yanında bir de İnkılabı korumakla yükümlü olan ikinci bir silahlı güç vardır. Bu İslam İnkılabı Muhafızları Ordusu olarak bilinir. Bu ordu da Veliyyi fakih’in kontrolündedir. Bu ordunun üyeleri sayıları milyonları bulan ve “besic” olarak isimlendirilen gönüllüler arasından seçilir.
Tüm bu hususlar İran İslam Cumhuriyeti Anayasasında kazuistik olarak belirlenmiştir. Yine de, belirtmek gerekir ki, veliyyi fakih, velayet-i fakih-i mutlaka teorisi gereği anayasa ile de bağlı değildir. Ülkenin ve İslam’ın maslahatı gerektiğinde bir kısım hükümleri askıya alabilir. Bu, Şii siyasi düşüncesinde halen devam eden bir tartışmanın sonuçlarından birisidir. Bu tartışmaya göre veliyyi fakihin meşruiyeti halktan değil imamlardan ve böylece Allah’tan kaynaklanmaktadır. O halde fakih halkla olan anayasal sözleşmenin de üzerindedir.
Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere, İran İslam İnkılabı modern çağda Batılı ülkelerde tecrübe edilmemiş bir teori ile ortaya çıkmış ve devleti bu teori temelinde şekillendirmiştir. Günümüz için yeni olsa da, bu teori, yukarıda anlattığımız sürecin bir mahsulüdür.
Sonuç
Şii ilahiyatın siyasi düşüncenin gelişimini ele aldığımız bu çalışma bize, siyasi kurumların dini/ itikadi bakış açılarıyla da çok yakın ilişkilere sahip olduğunu, bakış açısının değişmesi ile toplumsal hayatın birçok yönünde olduğu gibi siyasi alanda da değişiklikler yaşandığını, bir zaman evvel meşru kabul edilen kimi kurumların/ makamların anlamını yitirdiğini ve hatta gayrı meşru konuma düştüğünü göstermiştir.
Şii itikadınca Gadir Hum’da başlayan süreç, İmam Mehdi’nin zuhur edip ilahi adalet devletini kurmasına kadar sürecektir. Geçilen her aşama İmam Mehdi’nin zuhuru için atılan bir adımdır.
Fakih, müçtehit, merci, veliyi fakih… Bunların hepsi ancak ve ancak İmam Mehdi’nin kutsi şahsiyeti ile anlam bulan ve ona hizmet ile mükellef olan kişilerdir. Toplumun bunlara tabiiyeti de bunların Allah’ın emriyle peygamberin ve imamların temsilcileri olmaları sebebiyledir.
Fakihin liderliğindeki İran İslam Cumhuriyeti ise bu uzun yoldaki toplanma ve yeniden hareket etme noktalarından birisidir.
KAYNAKLAR
AHAVİ Şahruh, İran’da Din ve Siyaset, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990
El-KATİP Ahmet, Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi, Kitabiyat, Ankara, 2005
El-KATİP Ahmet, Demokratik Hilafete Doğru, Mana Yayınları, İstanbul, 2010
Eş-Şerif Er Razi, Nehcül Belağa, Tercüme Adnan Demircan, Beyan Yayınları, İstanbul,
2006
İmam Humeyni, İslam’da Devlet, Objektif Yayınları, İstanbul, Aralık 1991
İmam Humeyni, Konuşmalar, Objektif Yayınları, İstanbul, Aralık 1991
MOTTAHEDEH Roy, Peygamberin Hırkası, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003
MUTAHHARİ Murtaza, Ehli Beyt İmamlarının Siyasi Tutumları, Kevser Yayınları,
İstanbul,2007
NEŞAT Emir Sadık, İran İslam Cumhuriyeti Yönetim Şekli Anayasa Üzerine Kısa Bir
Açıklama, Yayımlanmamış Tercüme, Tercüman Ozan Kemal SARIALİOĞLU
UYAR Mazlum, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2004
ÜSTÜN, İsmail Safa, iran İslam Cumhuriyeti Yönetim Biçimi, Birleşik Yayıncılık, İstanbul,1999