Bir Don Kişot’un başımıza açtığı işler…
21.07.2015
3 Kasım 2002 seçimleri Türkiye'de birçok taşı yerinden oynattı. Uzun yıllar süren mağduriyetlerden fazlasıyla nasibini almış büyük kitlelerin heyecanı ve umudunun meyvesi olarak algılandı. Toplumun büyük kesimlerinde değişim ve yenilik umudu dalgası oluşturdu. Çünkü on yıllardır horlanan ve dışlanan kitlelerin zaferi; “çeken bilir” bakışıyla adalete susamışların adaleti tesis edeceği inancı ve umuduna sebep olmuştu.
 
Başlangıçta endişe ve tereddütlü yaklaşanların  önemli bir kesiminde de bir süre sonra endişeye fazla mahal olmadığı kanaati hasıl oldu. Bu durum iktidarın elini güçlendirdi ve demokrasi-insan hakları çerçevesinde adımların hızlanmasına, devletin türlü kademelerine çöreklenmiş karanlık vesayet odaklarının tedirgin olmasına ve büzüşmelerine yol açtı.
 
Gömlek değiştirme ve gizli ajanda tartışmaları altında yönünü batıya çevirerek demokratikleşme adımlarını hızlandıran iktidar içeriye ve dışarıya değişim ve umut aşılamaya devam etti ve bunun meyvelerini de sürekli kazanarak aldı. 2005 yılında Diyarbakır konuşmasıyla yılların kanayan yarası ve bir çok sorunun kaynağı Kürt sorununun çözümü konusunda beklenti ve umut çıtasını zirveye taşıdı Recep Tayyip Erdoğan.
 
Ancak bu çıkışın aynı zamanda zirveden dönüşün de başlangıcı olduğu yaşanan yıllar içinde anlaşılabildi. Zira söylemde üst perdeden umut aşılamaya devam etse de iktidar, eylemde ayak sürümeye başladı sonraki süreçte. Anlaşılan hükümet iç kanamayı sargı bezi ile tedavi etmeyi düşünüyordu ve buna herkesi inandırmaya da inat ediyordu. Kandil ve Avrupa'dan gelen barış grupları üyelerinin hala içerde olması ve Oslo sürecinin elde patlamasıyla yeniden dönülen isterik üsluplar bunu açıkça ortaya koymuştu.
 
Bu konuda arpa boyu yol almamışken 17 Aralık 2010 da patlak veren ”Arap Baharı” rüzgarı ile yelkenlerini güneyden esen rüzgarla doldurma hevesine kapıldı. Trafik kazası ile hafızasını bulan Yeşilçam kahramanı gibi Osmanlı'yı yeniden hatırladı. Güneyin sıcak rüzgarıyla ‘Kızılelma'ya yelken açtılar. Hülyalar ile gerçeklerin karışımıyla oluşturulan ‘Büyük Türkiye', ‘Yeni Türkiye' algıları, yılların verdiği nimetlerle oluşturulmuş, takviye edilmiş  güçler ile pompalandı kitlelere.
 
“Sen Türkiye'sin büyük düşün!” sloganı temelinde temelsiz bir büyüklük saplantısına kapıldılar. Bunu da her alanda gösterdiler. İnşaattan siyasete her alanda…ne yapacaksan en büyüğünü yap… Zihinlerinin arka planında kökleşmiş büyüklük ve Osmanlı'yı diriltme hülyası ile bulabildikleri her güç ile nikah kıymayı meşru gördüler.
 
BOP eş başkanlığını fırsat gördüler. İçeriden ve dışarıdan yükselen vicdan seslerini ve uyarılarını dikkate almadan kendilerinden menkul bir güçlülük psikozu ile Ortadoğu sarmalının içine girdiler. Arap Baharı sürecinde tek partner olarak gördükleri İhvan'ı emellerine ulaşmada yetiştirilecek küçük kardeş ve üzerinden güç devşirebilecekleri mümbit toprak hesap ettiler.
 
Stratejik derinlik hesapları yapılırken anlaşılan derinlikler iyi ölçülememiş. Bin yıldır iç içe yaşadığımız toplumların dinamikleri, iç siyaset, dış siyaset ve güç ve ilişkiler denkleminin derinlikten yoksun, hülyalı okumalarla anlamlandırıldığı aşikar. Sohbet ortamlarında, özel görüşmelerde ve misafirliklerde dile gelen temennilerden hareketle stratejik derinliklere yol alınmış.
Devlet ve tarih gelenek /teamüllerinden yoksun, günübirlik ve palyatif çözümlemelerle sonuç alma çabasından başka bir şey yok elde.
 
Bölgede on yıllardır yaşanan tecrübelere rağmen, yapılan onca uyarı ve eleştiriye rağmen vicdanın sesine kulak tıkanmıştır. Bulunduğu yeri dünyanın/hakikatin merkezi varsayarak hareket eden anlayış elbetteki yanında olmayan herkesi iyiliğini istememekle suçlayacaktır.
 
Burnunun dibindeki Afganistan ve Pakistan örneğini görmezden gelerek aynı süreci kendi ülkesinde/komşusunda yaşatan bir zihniyetin stratejisinden bahsetmek, büyüklüğünü dile getirmek; safdillikten öte bir şey değildir. Ancak gel gör ki buna kendini inandırmış bir DonKişot ve etrafında onlarca SanchoPanza'sı var. Hatta bizim Don Kişot'unAldonzaLorenzo'su bile var. “biz Türkiye sevdalısıyız.”
 
Suruç'a gelen yolda somut olaylar üzerinden kısa/kaba bir yolculuk yapacak olursak;
17 Aralık 2010 Tunus'lu gencin kendini yakmasıyla başlayan ‘Arap Baharı' süreci. Zeynelabidin ülkeden kaçtı. Akp hayranı ve kopyacısı Gannuşi (eskiden rahmetli Erbakan'ı model alıyordu o da gömlek değiştirdi.) etkin bir pozisyon aldı. Bu durum bizimkileri heyecanlandırdı.
 
25 Ocak 2011 ‘Arap Baharı' dalgası Mısır'a ulaştı. Başlangıçta gidişatı izleyen İhvan bir süre sonra sürece dahil oldu ve köklü ve organize güç olmanın avantajını kullanarak ön plana çıktı. Mısır gibi önemli ülkenin yönetimine de İhvan geçince Akp hükümetinin heyecandan başı dönmeye başladı.
 
10 Şubat 2011 Irak'ta gösteriler başladı. Maliki karşıtı söylemler sertleşti. Zaten Maliki ve Şii iktidarını hazmedememiş Erdoğan için gökte ararken yerde bulunmuş nimet göründü. Sürece dahil olarak aralarındaki ihtilafı fırsata çevirmek maksadıyla Güney Kürdistan hükümeti ve Kerkük üzerinden Maliki'ye vurmaya başladı. Hatırlarsanız devrin Hariciye Vekili Davutoğlu, Irak hükümetinden izinsiz Kerkük ‘ziyareti' yapmış ve krize neden olmuştu. Terör hükümlüsü Haşimi ise hala ülkemizde himayede.
 
17 Şubat 2011 Libya'da başlayan sürecin tarihi. Libya ile olan ekonomik işbirliği ve oradaki Türk şirketlerinin çokluğu, alacaklar yüzünden önceleri mesafeli yaklaşım sergilenmiş ancak ABD nin kararlılığı görülünce ‘ne koparırsam kardır' mantığı ile ileri uçta göreve hazır olduğunu ilan etmekle kalmamış ülkesindeki üsleri harekat merkezi olarak kullandırtmış ve isyancılara her türlü desteği vermekten geri durmayan Akp hükümeti iyi bir ‘emir eri' profili çizmiştir. Hatta Sarkozy – Davutoğlu arasında Libya havaalanına önce kim inecek yarışı bile yapılmıştı.
 
26 Ocak 2011 de Suriye'de ilk işaretler verilmişti. Yukarıda sayılan ülkelerde kısa zamanda alınan birtakım sonuçlar ve yaşanan değişim hızı Akp hükümetinin başını öyle bir hızla döndürdü ki zaten net olmayan okumalar iyice karmaşık ve flu görünmeye başlandı. (kendi beyanlarının netliğinin aksine) Kaleleri bir bir fetheden Don Kişot hızını alamadı ve Suriye'yi fethetme hayaliyle amansızca saldırdı. Emevi Camii'nde bayram/Cuma namazları kıldırma/kılma tarihlerinin havada uçuştuğu günler unutulmayacak kadar tazeliğini koruyor hafızalarda.
 
‘Biz bir şeye karar verdiysek o olur' hüsnü kuruntusunun verdiği kibirle burnunun dibini göremeyen derinlikli strateji ile Suriye'nin bölge ülkeleri ve denklemi içindeki konumunu hesap edemediler. İran, Hizbullah, Rusya ve Çin yokmuş gibi hareket ettiler.
 
 
Hesapların tutmayacağını, öngörülenden uzun zamana ihtiyaç olduğu anlaşılınca ayırım gözetilmeksizin dünyanın her yerinden ipini koparmış 'cihadist' psikopatları Suriye'de toplamaya ve silahlandırmaya giriştiler. Vekalet Savaşı'nın taşeronluğuna. Bu konuda Anadolu halkının, durumu özlü sözlerle özetleme kültürü gayet zengindir; “başkasının…
 
Bu iş için de aktör değil yardımcı/taşeron/figüran rolü ile yetinmeyi başarı saydılar. Hem de bu rolü diktatör Suud ve Katar hanedanlıklarıyla paylaşarak. Üstelik insan zekasını alaya alırcasına “Suriye halkına demokrasi ve barış getirerek onları zalimden kurtarmak” gibi bir gerekçeyle. 
 
Devlet ciddiyetinden uzaklığın bu kadarı,dünyayı bulundukları ormanın derinliklerinden ibaret sanan kabilelerin arasında dahi olduğunu bilen varsa bize de söylesin.
 
Ülkesinin sınırlarını mücahit kervansaraylarıyla donatan iktidar kısa zamanda sonuç alacağını hayal ederken tosladığı duvarın farkında değil hala. Tarihi İpek Yolu'ndan daha işlevsel hale getirdiyse de sınırları hep ters giden bir şeyler oldu. Bir türlü hesaplar tutmadı. 
 
Balçığa bulanmış gibi çırpındıkça daha çok bulandı. Geriye dönüşün maliyeti de göze alınamıyor.Uzun süre beslediğin psikopat cihadistlere sırt döndüğün anda verdiğin silahın sana dönmesinden doğal bir şey yok. 
 
Tırlar dolusu silahın izahını yapamayan, üzerindeki terör grupları destekçisi etiketini sökemeyen, sınır güvenliğini bertaraf eden, ağa babasından umduğu desteği tüm yakarışlara rağmen bulamayan, bağırıp çığırarak iş yapacağını zannedenlerin hırslarının ve saplantılı hülyalarının bedelini bu ülkenin halkları ve çocukları ödemek zorunda kalıyor.
 
- 11 Mayıs 2013'te Reyhanlı : 52 ölü 146 yaralı
 
- 19 Mart 2014'te Niğde : 2 ölü 9 yaralı
 
- 5 Haziran 2015'te Diyarbakır : 4 ölü 100 den fazla yaralı
 
- 20 Temmuz 2015'te Suruç : 32 ölü 104 yaralı
 
 
Temennimiz bedelin bunlarla sınırlı olması. Ama üstümüze doğru gelen kara bulutlara ve bir türlü ders almayan/alamayan yüksek rakımlı kibirli efendilere bakınca karamsar olmamak elde değil.