ALLAH'IN ELÇİLİĞİNDEN MECİDİ'NİN “ELÇİ”LİĞİNE - Muhammed Allah’ın Elçisi Filminin Eleştirilerine Eleştiri
8.11.2016
Uzun zamandır beklenen film kısa bir süre önce ülkemizde gösterime girdi nihâyet. Şizofren bir İslamcı entelektüel topluluğunun yeni bir ‘İran’a saldırı’ malzemesi olarak, yanına bir sürü tartışma konusunu da alıp öyle geldi ülkemize. Sanattan, duygudan mahrum bu kitlenin bu yapıtı anlamalarını beklemek, naiflikten ibaret oldu sadece. Onların ve benzer yorumların hangi içselleştirilmiş eğilimlerden kaynaklandığını burada uzun uzadıya bahsetmek elbette bendenizi aşar. Bu aşımın en büyük nedeni şüphesiz, bendenizi kendi yetersizliğimin ötesinde, başka bir yetersizliğe düşüren yorumlardır.
Bu yorumların bazısında ‘Peygamberin aşırı mistik bir şahsa dönüştürüldüğü belirtilmiş; oysa O, ayette de tasrih edildiği üzere sadece bir beşer değil miymiş?’ Biraz Arapça bilselerdi beşerin insan anlamına geldiğini bileceklerdi; ya da biliyorlar da peygamberi ruhu, (insan ve bitkilerin üzerindeki tabaka anlamına gelen) cilt altına saklamak istiyorlar. Bununla birlikte, bu yorumların hemen yanı başında, Peygamberin nasıl olur da cismanî olarak temsil edildiği, bu tutumun Onun yüce şahsiyetini indirgeyici olduğu vb. tartışmalara giriliyor. ‘Affedersiniz, ama bu tutumunuz Onun beşeri yönünü perdelemek değil mi?’ dersen... Sakın demeyesin! Ciltsiz formlarıyla her türlü şekli alan bu amorflara bir şey anlatamazsın.
Bunlara rağmen Dücane Cündioğlu’nun neler diyeceği, filmi nasıl yorumlayacağı merak konusuydu bendeniz için. Adadaki villasından, filimde yer alan -kendi tabiriyle- “akan suyun içinde boca edilmiş meyveler, gül yapraklarıyla tıka basa doldurulmuş taraçalar”ı nasıl yorumlamıştı acaba? Kendisinden okuyalım:
Fil Suresi’nde kendisine atıf yapılan, Ebrehe’nin komuta ettiği Habeş ordusunun kuşların attığı taşlarla mucizevî olarak bozguna uğratılması bağlamında yerli bir liderle işgalci bir dış-güç arasındaki çatışma Abdülmuttalib-Ebrehe karşıtlığına asıl anlamını verirken, bir sonraki aşamada, Kureyş’in iki büyük kabilesinin liderleri olan, Haşimoğullarından Ebu Talib ile Ümeyyeoğullarından Ebu Süfyan arasındaki karşıtlık da bu yarılmanın güçlenerek sürmesini sağlıyor. Hz. Hamza’nın, abisi Ebu Talib’in yanında, onlarla aynı aileden olmasına rağmen Ebu Leheb’in, (kızkardeşi Ümmü Cemil’le evli olduğu) Ebu Süfyan’ın yanında yer alması ise, hiç kuşkusuz anlatının bir “iç-düşman” (ihanet) imgesiyle çeşitlenmesine katkıda bulunuyor.
İslam tarihinin iki ana-akımına mensup olmak itibariyle Şiilerin ve Sünnilerin bu tabloyu farklı biçimde algılayacakları ve özellikle Sünnilerin Abdulmuttalib ile Ebu Talib’in bu denli merkezi bir rol üstlenmelerine bir anlam vermekte zorlanacakları şaşırtıcı olmamalı, çünkü her iki dünyanın da hem dinin kendisini ve simgelerini, hem tarihsel gelişim sürecini yorumlamada başvurdukları dayanaklar gerçekte birbirinden çok farklıdır, üstelik bu dayanaklar, ayrıştırıcı dinsel motifler kadar, karşıt siyasal çıkarlarca da belirlenmiştir.
Sayın Dücane Bey, Ebu Talib’in bu denli merkezi rol almasının nedeni olarak Şia’nın tarihsel yorumunu, simgelere yüklediği anlamı ve bu bağlamda Sünnî yorumdan kaynak açısından birbirinden çok farklı olduğuna değinmiş. Kendisi birazcık, ama sadece birazcık, Şiilik ile ilgili ciddi okumalar yapmış olsaydı, Şia’nın bu farkının kaynak farklılığından ziyade, bu kaynaklara farklı bakışı, onları ciddi tetkiklerle eleştirel okumasından kaynaklandığını bilecek; bu nedenle de Sünni-Şii ayrıştırmasına bu denli yağ sürmek durumuna düşmeyecekti. Ayrıca, Mecid Mecidî’nin filmin hemen başında –üstelik kendi el yazısıyla- ifade ettiği gibi; film bu kaynakların bir yönetmenin kendi kültür havzasından kopuk olduğunu düşünemeyeceğimiz kişisel algısında oluşanların bir yansımasıdır. Bundan başka bir şey beklemek -Dücane Bey daha iyi bilirler- sanatın ruhuna aykırıdır; sanat tamamen bu kişiselliklerle örülür ve kişisellikten azade olamaz. Olursa, sanat olmaz.
Filmin temel anlatısını belirleyen soya dayalı bu kabileci yorumsamanın her ne kadar Şii dünyasının iç duyarlılıkları açısından makul görülebilir bir yanı olsa da hikmet-i hükümet gereği siyasal ihtilafları tarihte bırakmayı öğrenmiş ve içselleştirmiş Sünni devlet pragmatizmi için tüm bunlar sadece bir anlam değil, değer de taşımaz.
Dücane Bey burada çok ağır bir eleştiriyi, çok ince bir şekilde yapıyor; adeta filmi izleyenlere/izleyeceklere baldıran sunuyor. Zira Şia “kabileci yorumsamasının” Sünni devlet anlayışı içerisinde hiçbir değer ve anlam taşımadığının altını kalınca çiziyor. Dücane Bey’in, Kur’ân hermeneutiği ile ilgilenmesinin bu alanda ahkâm kesmesinin gerçekten sadece İslam için değil; mensubu olduğu Sünni ekole de zarar vereceğini düşünmeye başladım. Hem Kur’ân ile içli dışlı olduğunu iddia edeceksin ve hem de bu ayetten gâfil olacaksın; olacak iş değil: Gerçek şu ki, Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti; “Onlar birbirlerinden (türeme) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir. (Âl-i imrân Suresi: 33-34) Dücane Bey, muhtemelen bu ayeti hiç görmemiş/okumamış olacak ki kitabını yorumladığı Allah’ın da bu zürriyetin özel istidatlarına binâen onlara lütufta bulunduğunu, onları seçtiğini ve insanlık üzerinde seçkin kıldığını ıskalamış olacak. Olsun; dervişlerin öğrenme yaşı ve zamanı olmaz.
Düşman olarak niçin Ebu Cehil değil de Ebu Süfyan? Destekçi olarak niçin Hz. Ebubekir veya o tarihte artık Müslüman olmuş Hz. Ömer değil de Peygamberin amcaları Abbas ve Hamza?
Dücane Bey, bunu kendi ‘gerçekliğ’iyle mi yazmış, yoksa tarihi gerçekliklerle mi, diye düşünme zahmetine bile girmek gerekmiyor. Burada Şia’nın yukarıda işaret edilen ayetin de bir gereği olarak Haşimoğlullarına yaptığı vurgunun olduğu çok açık. Ancak Çağrı filminin büyük yönetmeni Mustafa Akkad’ın ‘Hamza’ karakterini, kendi yapımında Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in önüne geçirdiği unutulmuş veya tecâhül-i ârif sanatına başvurulmuş “filozofumuz” tarafından. Emevilerden itibaren bu ailenin İslam öncesi tavır ve davranışlarını görmezlikten gelen bir tarih yazımının var olduğunu Dücane Bey nasıl da unutmuş; bu akım günümüzde bu tür film yorumlarıyla mı devam ediyor yoksa?
Filmdeki bir farklı karşıtlık konusu da kimi mucizevî işaretler üzerinden “beklenen kurtarıcı”nın gelmiş olabileceği şeklindeki inançlarına dayanarak peygamberlik öncesi küçük bir çocuğu köşe-bucak arayan, en nihayet kendilerinden olmadığını anladıklarında da onu öldürmek için her türlü şiddete başvuran entrikacı yahudi imgesi. [Kendisinden gerilim üretmek için yararlanılan şiddetle karakterize olmuş iki tarihsel dönemden ilki Ebrehe’nin liderliğindeki dış saldırı, ikincisi Ebu Süfyan’ın liderliğindeki iç saldırı (kuşatma ve boykot), üçüncüsü de iki Yahudi’nin liderliğindeki doğrudan çocuk-peygamberin (!) şahsını hedef alan sözde bir ara-saldırı.]
Film boyunca, hem de doğumundan itibaren, en çok 12 yaşına ulaşacak olan küçük bir çocuğun yaşamında, böylesi bir entrikacı yahudi imgesi, niçin anlatının ana-eksenine yerleştirilmiş olabilir?
İsrail Devleti’nin genelde İslam dünyasında, özelde devrim-sonrası İran’da var olan güncel algısı dikkate alınmadıkça, sanırım, bu soru da yanıtsız kalacak gibi görünüyor.
Dücane Bey, yazısında Mecidî ile filmin galasında konuştuğundan bahsediyor. Keşke, bu Yahudi eksenini de kendisine sorsaydı. O zaman aslına İsrail’in İslam dünyasındaki ve İran toplumundaki algısının ne olduğunu ve aslında kendisinin düşündüğü gibi pek de yanıtlanmamış bir soru olmadığını öğrenecekti. Bunun ötesinde Mecidî’nin Kur’ân’ın yaptığı ‘Yahudi’ ve ‘İsrailoğlu’ ayrımına bir göndermeyle Dücane Bey’in iddia ettiği gibi tümünü tek başlık altında entrikacı olarak tasvir etmediğinin de altını çizmeliyiz. Samuel’in ve ona maddi kaynak sağlayan diğer hahamın dini elbiselerinin üzerlerinden alındığı simgesel sahnede, Tevrat’ı gerçekten yaşama ve yaşatma derdinde olanlar asla suçlanmamıştır. Dücane Bey farklı bir filim mi izledi bilemiyorum ama bendenizin izlediği Mecidî filmi Samuel’in işkence sahnesiyle başlamaktaydı ve yine Onun peygamberi öven ve Onun hak olduğunu ifade eden haykırışlarıyla bitiyordu. Üstelik Yahudilerin, Hıristiyanların aksine, o dönemde güçlü bir muhalif etkinliğe sahip olduğunu belirtmesine rağmen, filmdeki bu sunumun anakronik ögelerle örülü olduğunu yazabilmiş? İyi ki yazmış. Bu sayede Dücane Bey’in iddia edildiği gibi iyi bir sinema seyircisi olmadığının farkına varmamız, bizleri üzmüş dersem; inanır mısınız?
Hayal kırıklığına uğradığım noktalardan biri de “filozofumuz”un İslami kavramlar hakkındaki kıt bilgisi; bunun da temelinde Kur’ân ile ilişkinin kıtlığı olsa gerektir. Aşağıda bakın neler demiş hazret:
Mekke müşriklerinin Allah’ı inkâr sorunu yoktu, çünkü kendileri zaten Allah’a inanıyorlardı ama yanısıra ona ortaklar da koşuyorlardı, yani inanç sıradüzenlerinde Allah’a eş veya Allah’ın altında başka tanrılara da yer veriyorlardı; son tahlilde o dönemde bir ateizm sorununun esamesi bile okunmuyordu.
Dücane bey, tüm müşrikleri tek tipleştiriyor; tıpkı Yahudileri tek tipleştirdiği gibi. Oysa bu toplum denilen fenomenin kendisine ters bir yorum. Uğraştığı sözüm ona büyük meseleleri bırakıp ‘bugün hangi dinin tek bir yorumu var?’ diye düşünseydi “büyük filozof” basit bir lisans talebesinin bile düşmeyeceği bu hatalı yorumları elbette yapmayacaktı. Kur’ân’ın şirk diye kavramsallaştırdığı bu dinin de toplumsal tabakalar içerisindeki algılanışı ve ona tabi oluş nedenleri elbette farklılıklar arz etmekteydi. Bu nedenledir ki -Dücane Bey’in işaret ettiği ama sadece bir kısmına değindiği- Ebu Süfya-Ebu Talib diyaloğunda, dini, sadece dünyevi emellerine ulaşma aracı olarak gören Ebu Süfyan’ın “Muhammed’in dinini ben de kabul etmek istiyorum, ama” cümlesini anlayamayız. Ebu Süfyan, dini dünyasının aracı haline getirmiş yönetici sınıfının prototipi olarak resmedilmişse, bunun neresi yanlış? Tarihsel veriler de buna işaretlerle dolu. Dücane Bey, bence Akkad’ın Çağrı filmini bile iyi anlamamış. Özümseyerek izleyip anlasaydı, “benim dinim develerimin sırtında” cümlesini sarf edip, Mekke müşriklerini Bedir’de nasıl yalnız bıraktığını unutmazdı.
Oysa Mecidi’nin “Elçi”sinde, Mekke’deki putlarla Allah tasavvurları arasındaki karşıtlığın hiyerarşik yapısı gözardı edilerek Mekke halkı müşrik olarak değil, en temelde ateist olarak gösterilmiştir, ki bu da tümüyle anakronist bir sapmadır.
Maalesef bu cümleler bile filmi nasıl izlediğine dair kuşkulara düşürdü bendenizi. Neden mi? Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri Müşriklerin Allah’ın evi olarak bildikleri Ka’be etrafında tavaflarını içeren Hac ibadetiydi çünkü. Dücane Bey’in “İslam tarihi ve kavramları hakkındaki derin bilgisi” neden şüphelere düştüğümü anladınız mı şimdi?
(Ehl-i kitaba kapitalist emperyalizmle mücadele mesajları taşıyan bu anlatıyı kavrayamamış Dücane)
Klasik Hollywood’u adım adım izlemiş olan bizim Yeşilçam filmlerindeki “kötüyü her şeyiyle kötü göstermek” çabaları bile sanırım Mecidi’nin “Elçi”sindeki abartılı düzeye ulaşamamıştır. Filmdeki kötü karakterleri iyice kötü göstermek için onları cüceleştirme, çirkinleştirme, ağızlarını burunlarını tiklerle doldurma tekniklerine belki müsamerelerde veya kötü çekilmiş kötü filmlerde rastlanabilir ama bir sanat yapıtında bu tür basit oyunlara başvurmaya gerek duyulmaz.
Filmin kimi yerlerde Hollywood esintileri taşıdığı doğrudur. Ancak bu ‘filozof’un iddia ettiği gibi mahiyetten çok işaret ettiği görselliklerde kullanılmıştır. Bendeniz bunun da temel nedeninin, filmin muhatap kitlesinin Müslümanlardan çok Batı dünyası olmasıyla ilişkilendiriyorum. Aslında Dücane Bey burada da haksız bir eleştiriye yer vermiş bulunuyor. Zira Peygambere olan düşmanlıklarının insani yönüne işaret eden mahiyete sahip çok önemli tespitler var filmde. Mesela Mecidi’nin, Ümmü Cemil’de ve Ebu Leheb’de göstermeye çalıştığı insani rezil eğilimler ve ahlaki yoksunlukların onları Peygamberin davetinden ne şekilde uzak bıraktığını ‘filozofumuz’ görmezlikten gelmiş; tıpkı Samuel’in, çölde ölümle pençeleşen Haris ve Peygamberin sütanne olan eşi Halime’nin yardım için el uzatmasından sonra, Haris’in onu yüce gönüllülükle övmesi ve Samuel’in İslamî çağrıyı kabul etmesi sahnelerinde olduğu gibi.
Asında Mecidî’nin -iddia edilenin aksine- filmde çok önemli kendine has imzaları bulunmaktadır. Bendenizi en çok etkileyenleri kırbaçlanan köle ile -ki Bilal-i Habeş olduğunu tahmin etmek zor değil- o ıstırabı çekmesi ve dikenin peygamberin elbisesine takıldığı sahne. Diken bile ondan feyz almak istiyor adeta ve bir iplik koparabiliyor sonunda. Sonrasında dikenin tohumları öyle bir güzellikle dans etmeye başlıyorlar ki; insan düşünemeden edemiyor; bir diken bile Ondan bu bereketi aldıysa, biz neler yapabiliriz. Ama elbisesine yapışan dikenden kurtulmaya çalışan bu çocuk, öyle narin davranıyor ki o haşin bitkiye; insan yine düşünüyor doğrusu, böyle bir dininin IŞİD ve benzeri yapılarla bir ilişkisinin olamayacağını. Zaten Mecidi de filmi yapma nedeni olarak, Batı’da IŞİD ile bağlı olarak oluşan İslam algısını değiştirmek için yaptığını dile getirmişti. Bendeniz, filmdeki Hollywood esintilerini muhatap kitle düşünülerek konulduğunun düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Mecidi, bu filimi sadece ‘filozoflar’ izlesin diye yapmadı. Muhtemelen, izleseler de anlamayacaklarını bildiğinden.
“Muhammed: Allah’ın Elçisi anlatısının en büyük zaafı heybetten yoksun oluşu: inandırıcılıktan. Çağrı filmindeki Hz. Hamza tasviri ile bu filmdeki Hz. Hamza tasvirini yan yana koymak, inandırıcılıktan kastedileni anlamak bakımından yeterli olur sanırım. Heybetiyle bizi etkileyecek bir tek karakter bile yok!”
Nasıl cevap vermeli? Çağrı filminin savaş sahnelerini ve boykota tabi tutulmuş ve Mekke’nin bir köşesine adeta hapsedilmiş sahnelerinin mukayesesinin mantık hatası içerdiğini söyleyerek mi?
“Saflık ile çocuksuluk arasındaki o ince ayrım tümüyle gözardı edildiği ve tüm vurgu hamleleri evrensel değerler yerine duyusal/duygusal zeminlere kaydırılmış olduğu içindir ki anlatı, eğitimli ve yetişkin zekâların ne akl-ı selimlerine hitap ediyor, ne de zevk-i selimlerine” şeklinde filmi eleştiren ‘filozof’a, evrensel değerlerin duygusal zeminler olmadan anlaşılamayacağını hatırlatacağım bana rüyamda söylenseydi, inanın ki buna inanmazdım. Mahalle kabadayısı gibi bulduğu Ebrehe’nin karşısında Abdülmutalib’i de görmediğini düşünmekten de kendimi alamıyorum. Haybet için illa savaş sahnesi istemek de bir Hollywood etkisi herhalde Dücane Bey’de kalmış olan; ya da İslamcılardan bir esinti gönül çölünde esmeye devam eden.
“Sözün özü, bu teo-politik filmde, zamanın ve mekânın ötesinde evrensel değerlerin temsilcisi olarak tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamberin, tarihin ve coğrafyanın dar alanına hapsedilişinin sonuçlarını görmüş bulunuyoruz. Bu yüzden sırf daha iyisini tahayyül edebilmek için seyredilmesi gerekir” cümleleriyle yorumlarını noktalayan Dücane Bey, filmdeki anne-çocuk ilişkisinin de abartılı sahnelerle işlendiğini belirtmiş. Oysa o çok iyi bilir ki men lem yezuk lem ya‘rif/tatmayan tanıyamaz. Sen bir anne olamayacağına göre Dücane, öyle bir hüküm veremezsin; o halde, lütfen sus da ağız tadıyla filmimizi izleyelim.